Dışarıdasın, yanında birileri sarmaş dolaş. Çimlerde birileri birilerinin dizine yatmış, kitap okuyor, muhabbet ediyor. Gözünün önünde bir sürü insan bir şekilde beraberken sen yalnızsın. Her şey sana yalnızsın diyor bir şekilde; aldığın tek bilet, yanından ("evet boş, buyrun") alınan sandalye, bir masanın, üstünde oturduğun üçüncü sandalyesi, ikisi de senin kulağında olan kulaklıkların, evin karanlığı, bazen nefret ederek ve boğarcasına sarıldığın peluş civciv... Her şey.
Ama işte burada yalnızsın ve bu mükemmel bir yalnızlık, olması gereken bu. Burada doğal ortamındasın. Başka şansın yok. Kimsenin yok. İstediğin kadar derin nefes alabilir, kollarını giderek artan kendi hızının rüzgarına karşı açabilir, mırıldandığın hatta basbayağı söylediğin şarkıyı güzel söyleyip söylemediğini merak etmeyebilirsin. Saçlarının nasıl göründüğünü önemsemeyebilirsin ve kimse önemsemez, orada kimse yoktur.
Donarsın, yanarsın, mutlak yalnızlıkta istediğini hisseder, istediğini düşünür ve kimseye bir şey sormazsın.
Burası tek normal şart. Sabah dokuz, akşam beş. Hiç durmadan, karlarda.
"hep benimle kal, hiç bi derdin olmasın" amin ve amin!
Çıldırmış gibi Can Bonomo'nun albümünü dinliyorum günlerdir desem, acaba ne dersiniz? Ben tavsiye edeyim, önce bi dinleyin, sonra konuşalım.
David'in en sevdiği şarkı olan ve benim ilk kez lansman konserinde duyduğum Opium ise başa alınıp alınıp dinlenesi. Hatta... İstiyorum ki The Imaginarium of Dr. Parnassus şimdi tekrar çekilsin, daha doğrusu zamanda geriye gidip o filmin bir yerine şu Opium'u yerleştirelim, öyle şenlikli bi şarkı, layığını bulsun tam!
you mean the big lightning bolt to the heart where you can't eat and you can't work and you just run off and get married and make babies. the reason you haven't felt it is because it doesn't exist. what you call love was invented by guys like me to sell nylons. i'm pretty sure about it.
you're born alone, and you die alone, and this world just drops a bunch of rules on you to make you forget those facts, but i never forget. i'm living like there's no tomorrow. because there isn't one..."
(Don Draper, Mad Men)
Çünkü;
halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta her şey naylondandı o kadar
(Turgut Uyar, Geyikli Gece şiirinden)
Sonra; elim klavyeye gidiyor, elime vuruyorum, -höt! yazmak yok! Misafirler gelene kadar dokunulmayacak o sözcüklere. Misafirler kim mi? İyi saatte olsunlar geliyorlar. İyi saatte olsungiller "müsaitseniz bu akşam size gelicez" diye haber göndermişler, ben de elçinin kellesini tez vurdurup geri gönderdim, e onlar da buyuracaklar tabi bu akşam. Kan gövdeyi götürecek. Kimse kalmayacak ortada, sen de, ben de, o da. E biz bunu hak ettik. Bir tane ölümcül günah vardı, o da beni değiştirmeye çalışmaktı. İçime el uzatıldı. -höt! diye vurdum ben de, sen kimsin, sen, sen benden nasıl hala bir şey istersin?
Misafirler geldi, benim kellemi tez vurup gittiler. Tiz bir ses çıktı benden. Sonra her şey duruldu, her yer söndü, herkes öldü. Ancak öldüğümde rahatsız olunmadan bakılabilecekti gözlerime. Gözlerimize, tüm ölenlerin; bizi tüm saranların. Öldük, artık kaybedecek bir şeyimiz yoktu ve biz öldüğümüzde eller çok üzüleceklerdi. Yavaş yavaş el olanlar, uzun vadede kahrolacaklardı. Umarım olurlardı ve beter olsunlardı.
Sonra benim içimden bir şey çıktı, benden içeri olan ben olsa gerek, kalktı sözcüklere dokundu korkusuzca. Korkusuzca. Korkusuzca. Karşımda sana da, bana da, ona da yetecek bir korku var, daha neyden korkacağım ki ben? Korkudan toz duman etraf. Hiçbir şey görülmüyor, anca el yordamıyla...
İyi saatte olsunların öfkesinden korkulmalı. Ölmeden öğrendiğim son şey buydu. Bir yaşıma daha girip öyle öldüm ben.
Korkmadan sözcüklere dokundum, bi de naylonla kapladım, al. Görülmüyor. Gerizekalı.
Son grup yemeklerimizden birinde, yakında aramızdan ayrılacak olan ve bunun için inanılmaz heyecanını gizleme derdi olmayan müdürümüz bize çalışırken yaşadığı, insana insan olduğunu hissettiren nadir anlardan biriyle ilgili bir anektod anlattı. Yabancı bir eğitimcinin bundan 10 yıl önce anlattığı, herkesin gecesinde birtakım yıldızlar olduğuyla ve her geçen gün onlara yenilerinin eklendiğiyle ilgili bir hikaye ve yıllar sonra gelen re-kafa...
Gecemize giren yıldızların bazıları aniden, bazılarıysa zamanla kayıyordu, bazılarının enerjisi bitiyordu, sönüyorlardı, bazıları ise daha da parlaklaşarak, kutup yıldızı gibi bulundukları yere kazık çakıyorlardı adeta.
Bunu anlatan adamla yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında bizim müdür "gecene yıldızlar eklemeye devam ediyor musun?" deyivermişti.
"Evet, ya sen?"
Yine de bazı yıldızlar diğerlerinden hep daha parlak kalacaktı.
✭
Bugün bir telefon ettim ve yaklaşık 10 dakika boyunca evin içinde volta atarak konuştuktan sonra telefonu kapatıp olduğum yerde zıpladım.
Birinin bana "kendi dergimizi çıkaralım" diyeceği aklıma gelmezdi - hem de 25 yaşında! 25 yaşında olduğumu hatırlatınca "e 30'a kadar bi beklesek daha iyi o zaman" dese de o adam, artık daha da kesinlikle biliyorum ki bu olabilir! Benim bir dergim olabilir! Zeynep sayesinde tanıştığım ve ağzımdan salyalar akarak baktığım (çoğu konuyu okumadığım, bile) Monocle'ın onda biri kadar bile bir dergim olabilir ve bu sabah Erinç'le konuştuğumuz her şey, her şey olabilir.
Zor biliyorum, sipariş üstüne iş yapmak, yazmak zor; gerekirse kadın dergisinde çalışabilecek miyim, zor, çünkü o kafaya giremeyebilirim, direncim yüksektir benim ama... Bilmiyorum, denerim.
Ama...
"Ben seni yönetici olarak önereceğim. Bir dergiyi alıp sahiplenen ve götüren adam olabilirsin."
Allah be!
✭
Güneş olmaktansa kutup yıldızı olmayı tercih ederim ben. Yakacağıma, yandaş olur, yol gösteririm, alır götürürüm.
Güneş olamamaktan şikayet etme hakkım saklıdır, ama içten içe hep severim soğuk ışığımı.
Elizabeth, hissizleştim bi an. Bildiğin, fiziksel olarak. Sinir uçlarım birbirine karıştı. Bak, bunları ben mi yazıyorum? Sanki beynim düşünüyor, ve bilgisayar ekranında beliriyor yazılar.
Ve senin bunda, bu yazdıklarımda hiç payın yok. Beni biraz önce biraz mutlu etmiş olman dışında.
allahcc'ye kafir diye laf eden bi gerizekalı takım var ya; hah işte, ekşisözlük'ün böğründen alınma bu çağrı onlara gelsin:
Benim aklıma meşhur "I Want You" afişi geldi şahsen. Allah beni seviyormuş, noluyo lan dedim bi, bi kıllandım. Hayır benim merak ettiğim, bir diş macunu reklamını gereğinden fazla iddialı diye değiştirten rekabet kurumu bu tarz muğlaklıklara elleşemiyor mu?
Kaynak veriyorum (misyonerlik yapmıyorum lan!) http://allahitanimak.jesus.net/ Ferrari'sini Satan Bilge ile Chicken Soup for the Soul arası bir site. Girin bakın, komikli.
Haber izlemek adetim değil. Sosyal medyadan doğru hem daha hızlı, hem de daha hap haline getirilmiş haber alıp, gerektiğinde detayını açıp okumak daha verimli çünkü.
16 Ocak 2011 günü artık her ne yapıyorsam, önümde açık olan atv haber'de şuna denk geldim:
Mobese kamera görüntüsüyle ana haberi doldurmaktan bir derece kötü (en azından onların arkasında dididivdavdididovdov gibi kukla tiyatrosu efektli bir komik müzik oluyor. Bunda fon müziği apaçi.)
Bu haberi sunmak ve yüzündeki kibar gülümsemeyi muhafaza etmek zorunda olan haber spikeri için çok üzüldüm. Belki kendisi o kadar üzülmüyordur. Bazı insanlar daha kolay alışıyor saçmalıklara ve kimsenin işine yaramayacak işler yapmaya. İnanmak gerekli değil bazısı için (imrendiğim bir durumdur).
Tüm haberde, geçen yıl kolbastı oynamış olan, bu yıl da apaçi furyasına kaptıran çocuk favorim. İleride insanlara güven veren bir gülümsemeye sahip bir i.melih potansiyeli görüyorum onda. Annesi ona telefon aldığında mutlaka bir Soner Sarıkabadayı şarkısını çalarken dinlet'i yapacak, önünde A.Fitch yazan çakma tişörtler giyecek ve İzmir'deki tüm apaçiler gibi bu şarkıyla patlayacak.
Mutsuzluğumdan mı besleniyorsun ademoğlu? Ben düştükçe sen daha mı dimdik kalkacaksın; senin daha mı çok hakkın mutlu olmak? Ya da bir tek benim hakkım mı değil acaba? Sanmam. Başka bir şey var. Bi türlü denk getirilemeyen huzur halleri; ben bulurken başkası kaybediyor, başkasının bulduğunu sanarak ben kendimi yiyorum. E tamam ama.
Hem ben hayalkırıklıklarımı olgunlukla karşılıyormuşum, öyle dedi bir lise arkadaşım. Uzaktan bir arkadaşım sayılır; o yüzden söylediği ilginç. Ama güzel.
Mutluluk mavi çocuk; biraz blue yani, kabul. Lakin imkansız değil. Tek bir şarta da bağlı değil; ya da şartların hiçbiri yeter şart değil. Tek parametreye indirip tüm mutluluğumu, menopoz teyzeymişimcesine hee hee denip geçilmesine ihtiyacım yok (vallahi yok ayol).
Bakın ben bugün neden iyi hissediyorum kendimi (Türk müziği öldü diyenlere de duyurulur): Sırayla Can Bonomo, Melis Danişmend, Büyük Ev Ablukada, Sakin, Müslüm Gürses (Yalan Dünya adlı yeni albüm çıkmış ha-ha!!) ve Yasemin Mori dinledim çünkü. Üstüne de Sertab Erener - Buda cilası. Ve kendimi her şeye kadir hissediyorum. Sokakta hafiften sekerek yürüyen güzel kadın gibi hissediyorum. Güzel olmak umrunda değildir ya o kadının, işte o tarz.
Ben bugün kalkıp müziklerimle okula filan gider daha da iyi olurum icabında.
Kendimi iyi hissedişimden ilham alınız rica ediyorum. Herkes için iyiyim ben, herkes daha iyi olsun diye de iyiyim biraz da. Bir iyiyim, hepimiz için.
Sinan, yazsan okurum ama sen yazma yine de. Dediğin gibi oluyor bazen, ya yaşarsın, ya yazarsın.
Ben ziyadesiyle yaşamıyormuşum.
Teşvikiye caddesinde yürürken kaldırımda duran bir çiftin yanından geçtim. Kız caddeye paralel durmuş, Beşiktaş yönüne doğru bakıyordu. Çocuksa caddeye doğru durmuş, yolun karşı tarafına bakıyordu. İkisi de boş bakıyordu ve tek kelime konuşmuyorlardı. Bir fotoğraf makinem olsa eminim onları çok kızdırırdım.
Ama aslında onları o bulundukları halden hiç çıkarmak istemezdim çünkü belli ki o hiç konuşulmayan andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve bu geceden itibaren biri (ya da şanslılarsa ikisi birden) Teşvikiye caddesinde durdukları o noktayı kötü anılarla hatırlayacaklardı.
Onları gözümün önünden yırtıp atmak istedim sanki bir afişlermişcesine. Şunu yaşamak istemiyordum, ama şu, başka birçok şeyin ardından geliyordu ve o şeyler güzeldi. İçim sıkıldı. Bir ilişkide olduğum andan itibaren daha rahat, daha başıboş olmak için vıyaklamaya başlayacaktım ama yine de, bir ilişkide olmama halini lehime çevirememiştim. Hala tüm tek zamanlarım bana yalnızsın diyordu. Geceler mutluysa da sabahlar mutsuzdu.
*
Belki de tüm arkadaşlarım içinde en yalnız olacak olan bendim. İlla birinin olması gerekiyordu belki bir yerde en zayıf halka? En fakir, en başarısız, en şanssız, en sağlıksız başkası olacaktı belki de, belki de hiç tanımadığımız veya hiç umrumuzda olmayan birileri olacaktı ama ben de en yalnız olacaktım. Olamaz mı? Olabilir, doğru.
*
Taşa yürüyene kadar iki kere daha dönüp baktım çifte. Hala oradaydılar. Bense kızın baktığı yönün aksine yürüyordum, boş bakıyordum ve onları içime anlatmaya başlamıştım bile.
Ben çeken olsam, onları gözünün önünden yırtan kendimi çekerdim. Bir afişmişçesine yırtan. Bir klipmişçesine olurdu çektiğim.
Artık yazdığım bir şeyden emin değilsem "amaaan neyse ne" deyip geçmiyor ve gidip araştırıyorum. Sürekli söylediğim fakat ilk kez yazdığım bir sözcük olabilir, veya Karlofça Antlaşması'nın tarihi... Halka mal olduk diye böyle olmadı hayır, sebebi artık burayı biraz daha ciddiye alıyor olmam. Bu ciddiyetin bazı arkadaşların üzülüp "ne o anonim filan, biz senin kendinden yazılarını seviyoduk" dediği durumla bağlantısı yok. İstesem de öyle anonim olamam zaten, kafanızı yormayınız. Ama bu demek değil ki beni çeşitli mecralarda gözüne kestirip üç-beş gün önce başka bir yere attığım çığlığı buradaki alakasız bir yazıya bağlayan Adsız insanoğluna karşı da sonsuz tahammülüm var. Ya sonra sinirleniyor olacak ama; ben bir yazımı sırf Hisarüstü'nde yazdım diye, konuyla uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen tutup bana x kişisinin yeni sevgili yapıp yapmadığını soran var be abi... O kim? Ben ona bu bilgiyi neden vereyim (vermeli miyim?) Magazin gazetecisi miyim ben?
Önemli bir iş yaptığımdan dolayı atarlanmıyorum. Ben, yazarım demiyorum. Ne yapıyorsun diye soranlara yazıyorum derken bile (başka yaptığım elle tutulur hiçbir şey olmamasına rağmen) iki kez düşünüyorum. İddialı bir laf. Yazdığımın bir işe yaradığı gibi bir iddiam da yok; öyle yazıyorum işte. Tarihsel bir skandala imza atmıyorum, veya su 78 derecede kaynar diye tepinmiyorum. Yazdıklarım hatalı gelebilir, görüşünüze uymayabilir ama onlara yanlış diyemezsiniz. Mesela ben biricik Kaan'ları Seçkin ile evlenen Duman grubu gibi hissediyorum kendimi desem, siz bunu "iyi dedin" deyip onaylayabilirsiniz. Bu hissi biliyorsanız bilirsiniz. Bilmiyorsanız da bir kere daha "ne diyo lan bu" der ve geçersiniz ama böyle bir hissin varlığını yadsıyamazsınız, o kadar.
Belki bana yardım da edemezsiniz? Ah bu kız pek parçalı bulutlu, şuna bir el atayım diyen kimolduğunubilmediğimadamın benim için ne kadar değerli olması gerekiyor ki? O mu yardım edecek bana (eğer bana kendimden başka yardım edecek biri varsa bile hayatta)?
Ben yalnızım arkadaşım, yeryüzünde sizin kadar yalnızım. Kendi kendime takılıyorum işte. Kimseden de bir şey istemiyorum, herkes kendi istediği kadar orada zaten. Bense elimi uzattığımda havada kalma ihtimalini sevmiyorum, gerekirse kendim kalkarım ben yerden.
Canın sıkılacak. Kesin sıkılacak. [Önemli olan aslında şu:] Canın sıkılsa da orada oturmaya ve etrafa meraklı gibi (ama aslında nasıl kalkıp gideceğini düşünür gözlerle) bakmamaya devam edebilecek misin? Böyle bakmayabilecek misin?
Hep orada olmanı isteyen yok; ihtiyacım olduğunda orada olabilecek misin? Olmak isteyecek misin? Sen beni (en çok beni) yanında isteyecek misin?
Bana doğruyu ve sadece doğruyu, doğru zamanda ve hep doğru zamanda söyleyebilecek misin?
Arabanın camındaki buğuya ismimi yazdığımda birisi görecek diye, izi kalacak diye endişelenmeyebilecek misin?
Evimin anahtarını dünyanın en normal şeyiymişçesine kabul edebilecek misin?
Ha?
Can Bonomo - Süper dinleyerek ve akla Runaway Bride gelerek yazıldı. Ne alakaysa.
Direktör beni çağırdı, dedi ki "biri bana teşekkür kartı yazmış, benim bir cevap yazmam gerekiyor ama güzel bir şey olsun istiyorum, bir üstünden geçer misin?" Vay anasını dedim içimden, namım almış yürümüş. Biraz değişik bir şeyler yaptıralım bu kıza, diye düşündüler de bana sevebileceğim uğraşlar buluyorlar, falan. İyi niyetli bir çabaydı, takdir ettim ve direktörü takip ettim. Bir şömine üstünde veya eşit derecede yüksek bir yerde duran kağıtta yazanları okudum, güzel yazılmıştı, kibardı, İngilizceydi ve belli ki daha önceki bir muhabbete atıfta bulunan Fransızca bir cümleyle bitiyordu. Hatasız görünüyordu, tek bir şey hariç... "Bu son cümlede ce yerine ça kullanılacak galiba?" dedim. "Onu Burak yazdı, Fransızcası baya iyi. Doğru olması lazım." dedi direktör. Nitekim Burak doğru yazmıştı, benim baktığım şey son taslak değildi sadece. Demek ki paslanmamışız deyip, sevindim.
E attım çünkü insanlar bokunda boğuluyordu. Allaam yareppim. Hayır belli ki yanlış atılmış bir mail var, seni ilgilendirmiyorsa sus, ama yok, illa "bu benimle ilgili değil" "bu benimle de ilgili değil" "bu bizde yok bile" "sanırım bu maili alması gereken kişi ben değilim" oooof gereksiz mailler havada uçuşuyor. Cem Yılmaz'ın er gazinosu misali, izlenecek şey 5 saniye, 400 adamın birbirinin amına koyması 40 dakika.
"Sana yalvarıyorum bu maili sen atma, yalvarıyorum bak, başkası atsın."
Abi bunu yapacak insan benim. Bu olay için geçerli değil ama ben susup oturamam. Benim günümün çok değerli 2 saatini yiyorsanız, o toplantıda gerçekten yaptığımız şeyi konuşalım, teoride "yapılması gerektiğini" bildiğimiz şeylerden bahsedip de sonra hiçbir şey yanlış gitmiyormuş gibi -amiyane tabirle- salağa yatmayalım isterim. Ama bunun tam tersine doğru akıştığımızın, ağzımızdan çıkan her fikir beyanının veya açıklamanın bahane addedildiğinin farkında olacak kadar da farkındalığımın doruğundayım. Bir halta yarıyor mu farkındalık? Nein!
"Kredini böyle şeyler için harcama."
Vay anasınııı, ulan biz yanlış gördüğümüzü usturuplu da olsa söyleyip (üstelik söylediğimizin de işe yaradığını görüp) kredi biriktirdiğimizi sanıyorduk. Meğer cepten yiyormuşuz.
"Sen çok başarılısın, çok zekisin, benim şirketim olsa seninle çalışırım, ama-"
Belki ben seninle çalışmam. Hadi onu geçtim, umurumda değil (galiba anlatamıyorum), umurumda değil yahu biri benim bir sözde fevri hareketimden bir fotoğraf mı çekmiş, film mi çekip aleyhime kullanmış, olumsuz mu eleştirmiş, ne olmuş, "umurumda değil!" diyorum müdür. Bugün varım, yarın -büyük ihtimalle ve büyük umutla- yokum. Ya burada yokum, ya da bu işte. Bu kadar açık işte. Siz de şelalenize gönül rahatlığıyla sürüklenebilirsiniz, gittiğiniz yer o çünkü.
Ee, büyük başın büyük derdi olur.
*
İyi niyetli tavsiyenin iyi niyeti, kişiyle beraber istifa edip gidecek ve bir toz zerresi kalmayacak arkada.
Ondan sonra birileri daha gidecek, yine etraf toz duman. (Totem! Totem! Totem!)
Hep birinci olmanın insanın üstünde yarattığı baskı vardır; ya da ekseriyetle iyi notlar alırsanız aileniz alışır ve hep öylesini bekler ya... Çıtayı yükseltmişsinizdir.
Bir ilişkide ilerledikçe çıta yükselir ister istemez; siz umrunuzda değilmiş gibi davranırsınız (belki de gerçekten umrunuzda değildir) ama başkaları sizin ilişkinize bakıp bir şey beklerler. "Ee çıkıyor musunuz?" "Ee evleniyor musunuz?" "Ee çocuk ne zaman?"
Bi bırak arkadaş ya.
İki insanın beraber olmak istemesinde veya sadece takılmak istemesinde bence bir yanlış yok. Buna yanlış diyenlerin çoğu da bu tarzı benimseyemeyecekleri için yanlış kabul etme yolunu seçenler aslında. Ben de bir insan için "takılırız yea" diyemeyeceğim muhtemelen hayatım boyunca ama tamam canım, napalım ben buysam, başkaları da böyle yaşayacak diye bir kaide yok. "Friends with benefits"e de inanmam, inanmadığımı da söylerim (ya ilişki biter sonunda, ya da arkadaşlık) ama bu demek değil ki kimse arkadaşıyla yatmasın, yassakh kardeşim!
(Ha, bu da ayrıca demek değil ki sadece takıldığınız adamı, kaşar addedilmemek için sevgili kılıfına soktuğunuzda bunu yiyorum... Yok canım!)
Yüzyıllardır süren ilişkiler bittiğinde ister istemez bir "bunlar artık barışırsa kesin evlenir" hissi oluyor. Belki barışmak istemiyor adamlar o anlamda. Belki zaten barışıklar ama kimsenin gözü üzerlerinde olmadan durmak istiyorlar bir müddet; belki sonunda hiç bir şey olmayacak ama belki sarılıp uyumak istiyorlar, ne bileyim... Alışmışlığın hiçbir değeri yok mu?
İki arkadaşı birbirine yapmaya çalışırken en az birine söylemek o işi olağanlıktan çıkarıp berbat eder, olacağı varsa da olmaz ya... Eski sevgilileri de tekrar beraber görünce gözleri faltaşı gibi açıp "aaa!" demek onları pek geriyor bana kalırsa. Bıraktıkları olurdan sapıyor aralarındaki ilişki her neyse. Zaten neden o kadar şaşırıldığını da anlamış değilim. Artık her şey normal demiştim bir seferinde, istesek de istemesek de normal her şey ve herkesin altlı üstlü ve iç içe olması ve bunu anlatmaya bile değer bulmaması normalken, neden bir tek eski sevgililerin arasında olup bitene şaşırıyoruz ki? Yenilere şaşıralım.
Bu kadar karmaşık değiliz aslında; iki tarafın da ben bunu yine görmek istiyorum veya şu an içimden elini tutmak geldi demesinin sağlam bir dayanağı olmadığı için (o günler geride kaldığı için) birbirini yeniden sevgili hanesine yazan adamlar olmak zorunda değiliz sanki. Kafamız böyle çalışmıyor bizim ve zaten bunların hiçbiri kafayla çözülecek şeyler değil.
"Yani şimdi siz çıkıyor musunuz, çıkmıyor musunuz?"
Adam kendisi de bilmiyor abi; zorlama sen de.
Yayınlamadan önce birkaç kez düşündüğüm bir yazıdır. Eski kafalılığıma pek uymuyor sanki. Lakin anlamak, hak vermek demek değil ya.
Bir de şu var ki çok önemli; "Yani şimdi siz çıkıyor musunuz, çıkmıyor musunuz?" deme hakkını bulmak kendinde.
Hep bir ağızdan İstiklal Marşı söylenirken veuoovaavovee diye sesler çıkaran arkadaşımız vardı okulda. Böyle tipler hep insanı güldürür ve okul idaresi onlara dik dik bakmakla yetinir. Gerçek bir keratalıkları ortaya çıkmadan hiç ceza almayacakları kesindir. Eğlenceli tiplerdir vesselam, hafif serserilik boyutu olan iyi aile çocuğu. Aa, hafif serserilik boyutu olan iyi aile çocuğu mu; demek bu anlamsız sesler çıkaran adamlar geleceğin ortam çocuklarıymış lan... Kim bilebilirdi?
Dün yeni müdürle yaşadık bunu; adam bize memnun oldum diyeceğine nedense kolay gelsin dedi, biz de arkasından kolaygelkolasinkolaygelskolgelsinklay dedik.
Kolay gelsinler havalarda uçuşurken ben koraloaralo dedim. Bakalım ne olacaktı... Hiçbir şey de olmadı.
Hem ne malum canım kolay geleceği? Laga luga işte :) Mantıklı bir şey olsa söylediğimiz, İngilizcesi, Frenkçesi de olurdu zaten...
bugün içimden mutluluk fışkırıyor resmen, neden bilmiyorum ama elimde olsa ve kendim okurken çok sinir olacak olmasam tüm yazıyı büyük harflerle yazardım.
mesela dün sıkıntılı bir yazı yazdım, haberiniz yok. yaa demek ki güzel oluyormuş böyle de. belki bir gün yayınlarım, geriye dönük olunca insan mehh deyip geçiyor. ama dün gecenin 11'inde tıka basa sushi yedikten sonra da o endorfin seviyesiyle dönüp yazı yayınlayacak değildim, yok artık.
sonracıma, gönül gözüm mü açıldı nedir, birden yeter lan dedim kendi kendime, yeter, herkes kendi dalgasında, herkes uzun süredir kendi dalgasında, ringo dingo... tüm dinlediklerimi şöyle bi alt alta yazdım, eksiler artıları götürdü, toplam sıfır çıktı, aaa bak sen! e benim nerede durduğum hep belliymiş ki, bundan sonra yok öyle ne dedim, ne yaptım, öyle mi düşündüler böyle mi, ay aradı, aman neden aramadı, neden ben aranmadım eeeeh be! ne uğraşıcam. bundan sonra her şey karşılıklı; aldımsa aldım, verdimse verdim; fazladan adım atmama gerek yok.
hem bak hayatın gerzekçe gidişatına çomak sokup deviremiyorum da onu; mesela önümüzdeki ay için stajyer almış görüştüğüm yer, herkes boğaz tokluğuna kalitesiz iş peşinde. e iyi peki, başka şeyler de düşünelim bakalım biz.
bi de şimdi başka şeyler düşünelim...
yaşar'ın yüreğimi kaybettim şarkısında bir oya-bora'nın sevmek zamanı veya bir ayna'nın çayımın şekeri tandansı yok mu? pek bi yerinde otururken oraya buraya sallanılası...
bir de şey var mesela geçenlerde hatırladığım bir şey; yeni türkü'nün resim şarkısında ikinci bölümden itibaren giren tekdüze güzelim keman sesi bana fena halde "baba bir masal anlat bana"nın girişini hatırlatıyor.
şarkıda her ikisi de geçse de "baba bir masal anlat bana" ile "bana bir masal anlat baba"ların yerlerini şaşırmayacak kadar süper baba izlemiş olan bellatrix, süper günler diler.
Bugün Babylon'da lansman konseri var diye özellikle, D&R'ımdan ısrarla istedim Can Bonomo'nun Meczup albümünü. Daha dağıtımda, gelmedi dediler, canım sıkıldı.
Bilmediğimden değil şarkıların çoğunu, Moris sağolsun ama yine de albüm versiyonlarını dinlemek istiyorum bir an önce. Bir de yeni şarkıları tabi... Biraz önce Meczup'u ilk kez dinledim ve neyse ki dedim, neyse ki çocuk hiç tipim değil yahu, yoksa ehe ehe diye dinlerken aşık olup gittimdi çoktan.
Meczup bana bir de kallavisinden Ahırkapı hissiyatı verdi, arkadan birileri fısıltıyla şunları söyledi sanki:
savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye, zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın, raksederken mahallenin maşallahı-eyvallahı, güzelleş be oğlum şimdilik ölümüne kadar hayattasın. şimdilik, ölümüne kadar hayattasın.
24 Ocak 1993 pazar sabahı annem yanıma geldi, ağlamıştı, elinde "Bir Pulsuz Dilekçe" adında, gençliğinden kaldığı belli olan bir kitap vardı, bana uzatıp "sen yaz kızım" dedi, "bugünün de tarihini at."
Tarih attım, adını ilk kez duyduğum Uğur Mumcu'nun şerefsizce öldürüldüğünü yazdım, "ruhu şad olsun" diye bitirdim. Şad kelimesini öğrendiğim gündür 24 Ocak, unutmam.
Hepimizin Mumcu olması gerekmiyor da, ruhu şad olacakları unutmasak iyiydi...
Bu film hakkında en ufak bir fikrim olmadan izlemeye başlasam, Hugo Stiglitz adını sapsarı ve büyük harflerle ekranda gördüğümde anlardım yönetmenin kim olduğunu ve derdim ki, sapsarı ve büyük harflerle Quentin Tarantino yazsa, herhalde ancak bu kadar açıklayıcı olurdu.
iki aşık adam, bir siklemeyen adam, bir kararsız, bir de umarsız adam.
benim adamlarım da adam, kadınlarım da.
ve bu hikayede ne hangilerinin kadın olduğunu bilebilirsiniz, ne de hangilerinin hangileri olduğunu.
(parayla imanın kimde olduğu belli olmaz çünkü.)
***
bugün kayahan yeni şarkısıyla ilgili şöyle bir şeyler söyledi: "aslında herkes sevilmeyi hak ediyor. kalbimize konan bir duygu bu; bunun için hapishaneye düşmeye veya ölmeye gerek yok. ama yapabileceğini bilmek güzeldir."
ölmeyi kest!
***
dün tüm gecemiz abazanlıkla geçti. karı-kız fotoğrafı baktık sürekli. insanlar taaaaarz!
doyurulmamış aşk en kötüsü değil mi? en kötü doyurulmuş aşk bile doyurulmamışlıktan kötüdür be ya. açığa çıkmayanını düşün, hayatta olmayacak olanını, gizli aşk bu söyleyemem'ini, biter gibi olanını, insanı yavaş yavaş öldürenini düşün.
ve bunu izleyen adam var bi de. (dedim ya, bilemezsin hangisi hangisi.)
birinin seni izlediğini görmenin en iyi yolu ona bakmamaktır.
***
o vakit, tek sensin, er de sana girsin bellatrix :)
Bülent Arınç daha sonra şunları kaydetti: "Bir kısım çağdaş düşünceye sahip olduğunu söyleyenler sadece içki ve seksle olaylara bakıyorlar. Evet onlar da bir insan için çok büyük ihtiyaçlar. Onlara da ihtiyacımız var. Onlar da bir şekilde tatmin edilecek ama Türkiye bir hukuk devleti. Bu hukuk devleti içinde de her şeyin bir ölçüsünün olmaması, özgürlüklerin sınırsız olmadığı gibi çağdaşlığı içki kadehlerinde aramak ve orada bulmak isteyenlere ithaf olunur."
Hayat gerçekten de içki ve seksten ibaret değil. Yani...
Manisa Mesir Macunu Saçım Festivali'nde vatandaşa avuç avuç mesir macunu attırıveren birinden bunları duymak zorunda değilim. Lakin durum ilginç.
Bu ihtiyaçların "bir şekilde" tatmin edilmesi iddiası beni biraz korkutsa da, merak içindeyim. Gelişmeleri bekliyorum.
Ha, bu arada günün erkek çocuk ismi Arınç'tır beyler.
Zaytung'un en başarılı kapak çalışmalarından biri Beyaz Yaka olsa gerek:
Müdür CC:li mail atmak, müdürlerden birinin yapmalara doyamadığı bir çirkinlik olduğundan aramızda uzun süre muhabbet konusu olmuştu. Dosya konusu olabilecek önemde ve çirkinlikte (çirkinlik demiş miydim?), şayet lafınızı 50 kerede anlamayan birine göz korkutarak bir iş yaptırmaya çalışmıyorsanız, kesinlikle kaçınılması gereken bir hareket.
Lakin asıl kopuş noktamız "ezberlemeniz gereken 10 temel İngilizce kalıp" konusu. Allahım Allahım. Neredeyse her şeyi "to be on the safe side" yaptığımız bu pek proaktif dönemlerimizde (ki zaman zaman "proactive" diye yazılsak daha doğru duracağız gibi) yüzümüze tokat gibi çarptı bu.
Bilen bilir, buzzword bingo diye bir oyun varmış; bir korprıt toplantı oyunu. Toplantı esnasında sık kullanılan kelimelerden bir tombala kartı oluşturuyorsunuz, sonra o kelime laf arasında geçtikçe işaretliyorsunuz. Bingo'da belli bir kelime sayısını tutturmak gerekiyor, bizse 1. çinko! 2. çinko! ve Tombala! diye bağırabiliriz, Türk usulü.
Aslında sık kullanılan kelimelerimizin kaynağı bile çoğu kez aynı kişi (sürekli müdürlere kafa sallayıp "aynen öyle" diyen insan mesela, ya da dediğim gibi bize "to be on the safe side" angaryalar üreten kişi vb) ama ben eminim ki biz hiç zorlanmayacağız herkese yetecek kadar kelime seçerken. Geçenlerde bir toplantıda proaktif'le tombala bile yapmış olabilirdim, şayet oynuyor olsaydık.
Tabi sıkıntının bir boyutu o "Tombala!"yı çığırmakta. Bunu kim yapacak dersiniz? :}
--> the million dollar question is …… are you brave enough to shout out BINGO when you’ve completed your sheet, or will you just mutter it under your breath with a sense of self-satisfaction???
Garip bir gülümseme var yüzümde. Acı değil, buruk değil. İyiyim, gerçekten iyiymişim.
Çünkü aslında teee ne zaman konuşulması gereken şeyler konuşulmuş ve her şey yerine oturmuş. Her şey anlamlı olmuş. Meğer ben kendi kendimi yemişim, bir yılı kötü addedip geçmişim. Öylesi daha mı iyiydi? Yoo.
Hayatımın hiçbir keşke'si yoktu. Hala da yok aslında, çünkü bu benim keşke'm değil.
Bayağı geç oldu, güç oldu; ama sonunda iyi oldu. Daha da iyi olacak.
*
Aslında ilk kez rahat bir nefes alarak uyandım ve ben kendimi hiç de çirkin hissetmiyorum. Baktığımı da çirkin bakmıyorum. İçimden öyle gelmiyor, dışımdan nasıl göründüğümü umursamıyorum. "Beauty is in the eyes of the beholder" ve sanırım çirkinlik de öyle.
Bir gün bir yerde bulaşık makinesini boşaltıyorsan ve bu dünyanın en normal aktivitesiyse orası senin evindir, bunu dünyanın en normal aktivitesi addeden de, eşin.
Evlilikler önce aynı evde yaşama minnettarlığının, sonra da aynı hayatı yaşama minnettarlığının yok oluşuyla biter.
Dün gece seni rüyamda gördüm Elizabeth. Gerçek olsun diye bayağı uğraştım ama tabi ki olmadı. Neyse.
Hem seninle birlikte bir sürü şey de gördüm. Mesela kalkıp kahvaltı hazırladığımızı, sucuklu omlet yaptığımı (buradan anlamalıydım, ben hiç omlet yapmam ki!), bir kızın sarı-mavi-pembe alacalı saçlarını... Ama hep gözümü açtım, hep yataktaydım, hep yarım saat geçmişti aradan.
Rüyanın seninle olan kısmında mutluydum Elizabeth. Bazen gerçek gibi oluyorsun.
*
Bak bu sabah kalktık. Günün birinde kahkahalarla gülünerek yok olacak bir "kral" muhabbeti gibi geri gelmiş her şey. Aslında seviliyor her şey, her muhabbet. Herkes köftehor. Her şey güzel. Herkes mutlu, espriler kahkahalar havalarda uçuşuyor.
Birbirini gereğinden fazla gören herkes gibi alıştık birbirimize Elizabeth. Artık bir kıpırtı hissetmez olduk. Sırtımızı dönüp uyuduk icabında.
Zaten kafam yerinde değil bu aralar. Pasımı, küfümü silemiyorum; yeşilleniyorum ama birçoğunun aksine kötü kötü yeşilleniyorum, hem de her gün, tırnağını uzatır gibi. Kimse görmüyor, sadece uzun süredir beni görmeyenler anlıyor.
Yani olmuyor Elizabeth, olmuyor istesem de. Seni biraz özlemem gerekiyor. Biraz ara verelim, sonra eminim yine çok iyi olacağız.
Aslında bekleme falan değil bu. Bir nevi lag. Öyle dururken bekliyormuş gibi görünüyorum, hayat akıyor zira.
Hiç, bir şeyi bir saniye ya da beş dakika önce/sonra yapsanız bir şeyin çok değişik olacağını düşündünüz mü? Counter'da bir saniyeliğine lagda kaldığınız için headshot yiyip ölebilirsiniz mesela. Ya da gerçek hayatta benzeri olabilir. Örneğin annem bir gün Rumeli caddesinde yürürken bir vitrine birkaç saniyeliğine bakmamış olsaydı, birkaç kat yukarıdaki bir evden İstanbul'un en işlek caddelerinden birine düşüncesizce silkilen masa örtüsünün içinden düşen ekmek bıçağı, iki karış ötesine değil, tam tepesine düşebilirdi. Sliding Doors, ama hep aynı sonla bitmeyeninden, aynı adamla "end up" etmeyeninden.
Annem ölmedi. Peki, vitrine bakmadığında veya en iyisi, hiç evden çıkmadığında da, yine ölmeyeceğinden emin olabilir miydi? Buna güvenerek evden çıkmamalı mıydı?
Sevmeseniz ölebilir; sevip, gene ölebilirsiniz.
Peki sonunda, hiç sevmeseniz de, yine acı çekmeyeceğinizden emin olabilir miydiniz? Buna güvenerek sevmemeli miydiniz?
Bugün bir değişiklik yapıp minik bir karar verdim. Kendime sonuna kadar sömürebileceğim bir müzik kaynağı bulmadıkça, içinde şarkı olan yazıları okumuyorum. O şarkılar bir gün indirilme umuduyla aklımda duracağına burada dursun, ben bir ara yazıların hepsini okurum nasılsa.
Ama Can Bonomo'nun albümü alınır arkadaş.
Bana salı gibi gelen cuma gününüz hayırlara vesile olsun.
Doktor olmak bir dönem kolay olsa gerekti; sıfıra yakın bilgiyle bas morfini, bas morfini. Hasta ölse zaten ölecekti ama yaşarsa, senden kutsalı yoktu. Sonra zorlaştı doktorluk. Ar-Ge, daha fazla daha-da-fazla bilgi, çok opsiyon, çok hasta, çok şirket; zaman yetersizliği, verimsizlik.
Şimdi yine kolay sanki, aç iPad'i, takip et flowcharttan, helpdesk elemanı gibi, "baştan başlamayı denediniz mi?" Evet ise mavi hapı alıp uykuya yatınız, hayır ise kırmızı haptan bir tane alıp baştan başlayınız.
Hayır, küçümsemiyorum. Ama bu, gereğinden fazla büyüteceğim anlamına gelmiyor.
Sizin için özellikle "severe and complex depression in adults" inceledim, burada büyüğü var.
Kişiye özel tedaviye doğru giderken, nasıl bu kadar standartlaştırılabiliyor, macera adası kitapları misali tedavi akışları nasıl çizilebiliyor?
Benim anladığım şu: Doktor açığın çoksa, kişiselleşmeyi göze alamazsın. Şimdi... Kırmızı hap isteyenler kaleye mum diksin.
*
Büyük patron çıktı, dedi ki "Türkiye'de iş yapmak hala kolay." Yok yea.
Dedi ki "Fiyatlar düşmüş olabilir ama yine de daha çok satacağız, daha çok!" Daha çok, daha-da-çok-çok! Vurucam kırbacı!
Az parayla çok ve büyük işler yapmışız, ben onu anladım.
*
Bi boy küçük patron çıktı, dedi ki "Restless discontent, yani müspet huzursuzluk önemlidir." Bir olayı yok söylediğinin, hep daha iyi nasıl yapabilirim, kafası işte. Lakin çeviri hoşuma gitti.
Dedi ki "Mavi kitaptan hepimiz sorumluyuz." Ben de "gülümden ben sorumluyum" dedim içimden.
*
Konuşması her daim dinlenen bir adam çıktı, dedi ki "Ezberi bozmak giderek daha zor." Dünya seni ya öldürüyor, ya da daha güçlü olmanı sağlıyor. Öldürmeyen dünya güçlendiriyor, yani. Yaşadığımız dönem başka türlüsüne izin vermiyor. Yaşayıp gidemiyorsun.
Şimdinin twitter ünlüleri zamanında ünlü düşünür olamazlar mıydı? Teknolojiyi küçümseyip ona boş demiyorum, ya Schopenhauer'i yüceltmiyorum (ona hala kızgınım). Sadece tespit yapıyorum.
Baskın mantığı yıkarken hepimize kolay gelsin, dedi adam. Ben de "yıkarlar, yıkarlar" deyip güldüm kendi kendime. E söylesem de hep beraber gülmeyecektik nasılsa.
*
Çizgiüstü birtakım davranışlar varmış mesela, hani eğitimlerde duyup hayatınızın neresine yerleştireceğinizi bilmediğiniz şov kalıplar vardır ya; "see it - own it - solve it - do it" de bunlardan biri. Ya da dördü. Yok yok, biri.
Çizgialtı da geri kalan bahaneler, "bilmiyordum, bana söylenmedi, aa öyle miymiş, bekleyelim görelim, bu benim işim değil" kafaları. Ulan iyi de, bu benim işim değilse sırf çizgiüstü olmak için neden yapayım o işi? Çizgiyi doğru çizin o vakit ki üstünde yalpalamayalım sarhoş gibi.
"Geleceği tahmin değil, tarif etmemiz lazım" derken konuşması her daim dinlenen adam, ben Nike'ın çok başarılı reklamı "Write the Future"ı düşünüyordum. Siz düşünmeyin, buyrun:
Adamım Kobe Bryant. Ronaldo çingenesinin ucube heykelini yıkar, seninkini dikerim.
Sonra başka bir eski, güzel bir benzetme yaptı: "Bazı oyun alanlarında basketbol, voleybol, tenis için çizgiler vardır; gerektiğinde pota konur, file çekilir ama alan aynı alandır. O aynı alanda, her oyunda yer alabilmek gerekir"dedi. Çok korprıt ve fazla odaksız görünse de aslında iyi dedi. Şukunu verdik.
Bu arada "işe 3 ay 2 gün önce başladım" diyen adam vardı; azap çekiyor da duvara çentik mi atıyordu, yoksa o denli mi heyecanlıydı, bilemedim. Lakin na buraya yazıyorum, eğer yazı yazma gibi bir hobisi varsa bol bol işle ilgili döktürüyor olacak. Bundan tam olarak 41 ay 4 gün sonra. Evet. Çentikler sağolsun.
Kodumun bebeği. Bi de iddiaya bak; en güzel kitaplar serisinden en güzel adlar sözlüğü. Sanki onda da Berk yok, Gamze yok amk.
Gönenç diye bir arkadaşım vardı ortaokulda, adının anlamını hiç sorgulamadığım bir tip. O zaman tdk'nın kişi adları sözlüğü de her ayfondan erişilebilir değildi tabi, bilgiye ulaşmak zordu, hey gidi hey. Bir gün Türkçeci "gönenmekten gönenç" demişti. Acaba gönenmek neydi, bunu da pek merak etmemiştim o zamanlar. Üşenmiş olmalıyım. Yine.
Çocuklara isim koymak giderek güçleşiyor, benden söylemesi. İsimlerde Türkçe karakter kullanmama nanesi çıktı çıkalı mertlik bozuldu, lakin çocuğun ismi iki tane gavur tarafından zor telaffuz edilecek derdiyle böyle şekillere girecek değilseniz (yürüyün be!) o vakit birkaç isim önerebilirim size: Gerinç, Kasınç, Tükenç (bu favorimdir), bir de Uyunç (fırından yeni çıktı).
Türkçe'ye aşığım, lakin compliance'ın karşılığının uyunç, neurosurgery'nin karşılığının nöroşirürji olması beni düşündürmüyor değil. Henüz o raddeye gelmedik ama böyle giderse günün birinde biraz ara verebiliriz ilişkimize ve ara dediğin benim için, o an için ifade etmek istemediğim bir sondur Türkçe. Bunu böyle bilesin.
Uyunç ne yahu.
Pekala "huzme" de koyabilirsiniz çocuğunuzun ismini. Cin fikirlerimle devam edeceğim, isimler konusunda çalışmalarım devam ediyor. Uyunçmuş.
Kendime format atana kadar service pack'lerle idare ediyorum. Yamalar. Öyle ki, bana baktığınızda hiçbir şey görmüyorsunuz. Mükemmele yakınım.
İçten kimin ne kadar yandığını kimse bilemez tabi. Üstelik tanıdığım tüm makine mühendisleri de bankacı.
Canım sıkılıyor ekseriyetle. Üzülüyorum. Elle tutulur bir şey haline geliyor üzüntüm. Derin bir nefes almam gerekiyor, neyse artık o ve sonra, o halden çıktıktan sonra -ki salı günü bunun için müthiş bir gündü- güzel güzel yazıyorum. Yazdıklarım güzel şeyler mi bilmiyorum ama ben güzel güzel yazıyorum. Uslu gibi, sakin, hatta çok mutlu gibi.
Kendimi orada olmayan şeylere inandırıyorum. Bir yerlerde, bir kalplerde var olduğuma. İlk olduğuma. Vazgeçilmez olduğuma. Her şeyin bir sebebi olduğuna ve sebebin ben (sadece ve sadece ben) olmadığıma. "Aslında öyle" olmadığına. Eksi kırk derece soğuk suda yüzülebiliyorsa, eksi elli derecede de yüzülebileceğine / bu cümleye benden başka birinin daha anlam yükleyebileceğine. İşte şimdi, her şeyin süper olmasına doğru geri sayımın bittiğine. Soramadığım her şeyin saçmasapan başladığına. Biteceğine. Bazen de hiç bitmeyeceğine.
İnancıma inandırıyorum kendimi.
Bana yalan demeyin. Kostümümü mahvetmeyin. Zaten yamalarla ayakta duruyor.
Biliyorum, format tek çare. Ama bilgisayarlar gibi... bende de bolca zaaf var.
üç gündür internetin delirtircesine rezil olduğu bir uludağ otelinde (çünkü bir uludağsına iş için giderseniz otelde internet lazım olur, artı, internet lazım olacak zaman olur) sürünüyorum. erke bugün "dinamo fm'in çekmediği yerde medeniyeti sorgularım" gibi bir şey yumurtlamış. ben de havada uçan internetin bilgisayarıma uğramadığı yerde medeniyeti sorgularım arkadaş. sutton holiday inn bir, uludağ grand yazıcı iki.
şimdi eve ulaştığım için ekstra mutlu olduğumu kestirebilirsiniz.
kafamı toplamış ve internet bulmuşken evden çıkmamak istiyorum. zaten biletler yeterli mi bilmiyorum, sorgulayacak mecalim de yok, özlemişim evimi. hani biletler beleş olunca ilk "ben geliyorum!" diye zıplayanlardan olmanın ve "ooo parayı buldunuz ya her okasyona gidin ulan piçler" tadında bi lafı vaktiyleparayıbulmuşlardan yemenin bir anlamı kalmıyor ya...
amaaan, neyse ne be.
gitmeyi istemeyen tarafım isteyen tarafı dövdü abi, yarım yatağa uzanınca öbür yarım kalkamıyor. bir yanım tembel, bir yanım enerjik. ayrıca dört yanım üzgün, bir yanım meraklı (sadece olan biteni izlemek ve kıkırdamak için), o yüzden oi va voi de bensiz söyleyiversin. yalnız hora'yı benim için söylesinler. orada hora'yı benim için söyleyecek kimse yok. vecmi olsa onu görevlendirirdim bu iş için. biçilmiş kaftandır. hint kumaşından kaftandır hem de.
kafam çekmiye. yemin ediyorum kafam çekmiye ama neyi, kendimi kanıtlamanın artık hiç umurumda olmadığı bir yerde kendimi kanıtlamak için uğraşıyor gibi gözükmüş olmayı mı, sürpriz yumurta sunumları veya 50 kişinin karşısında birden yokoluveren son dakika slaytlarını mı, bunların hiçbirinin aslında kafanın çekmeyeceği sazlı sözlü şeyler olmayışını ve benim inatla bu cümleyi uzatışışımı mı...
hah. görünen o ki evimle birlikte klavyemi de özlemişim.
"işini tutkuyla yapıyor" çok gerzekçe bir laf bazılarına göre. banal, öyle değil mi?
değil.
bunu dediğimde alay konusu olabilirim. varsın olsun bakalım.
tutku önemlidir.
ortak hiçbir tutkunuz yoksa, konuşacak hiçbir şeyiniz yoktur. konuşacak hiçbir şeyiniz yoksa, hiçbir şeyiniz yoktur.
dalga geçtiğiniz şeyin üstüne basıyorsunuz yaşarken, severken, sevişirken, yürürken, müzik dinlerken, film izlerken, kitap okurken, ava çıkarken, resim yaparken, fotoğraf çekerken... ayaklarınızın, bedeninizin altında çıtırdayan şeyin ne olduğunu sanıyorsunuz?
Erkekler birbiri hakkında ne kolay "akbaba" diyebiliyor, şaşırıyorum. İltifat mı yani bu, iltifat ise, hangi marifet buna tabi?
Acı çeken kadın hassasiyetinden yararlanmak olabilir anlatılmak istenen. Yeterince kötü durumda mı, kesin bir erkeğe ihtiyacı var, atıl kurt değil, saldır akbaba!
Garip.
Daha evvel aynı mekanda tanıştığımız aklıevvel bir kızın yanımıza geleceği haberini verdi Tanuj. Yine bir cumartesi gecesinin gereksiz heyecan nidalarıyla geçeceğini düşünüyordum ki, ekledi: "Kıza kaşar gibi davranma." Lan?! "Ne zaman davranmışım?" dedim, "gideri var diyorsun ya" dedi.
Gideri olmakla kaşar olmak arasında nüanstan büyük bir fark var. Üstelik eşitlik/denklik gibi bir ilişki de yok aralarında. Her kaşarın gideri olmadığı gibi, her gideri olan da kaşar olmak zorunda değil. Bu yeni nesil deyimin bana çağrıştırdığı anlam sadece gideri olmaktır. O gider, gitmez, verir, vermez; netice beni ilgilendirmez. Bakıp "ben bunu yataktan atmazdım" diyorsan iyidir işte.
Akbaba mevzuuna gelince... Benim aklıma tek bir şey geliyor beyler: Nekrofili. Eğer ölü sevici değilseniz, bırakın bu akbabalık işini. Daha içimiz ölmedi bizim.
sabah portakal ve kahveyle başladım, günü portakal ve kahveyle bitiriyorum. re-kafa. başa dönen muhabbetleri seviyoruz (the solipsist'i de bu yüzden sevmiştik). bu sefer bi de muz var ama. ballı. pek ballıyız yani.
bugün güzel şeyler de oldu, öyle hatırlayalım günü hadi. saçımı kestirdim mesela, çok uzamıştı. güzel de oldu. ama aklım uzasın yareppim amin.
bu haftasonu da güzel şeyler oldu. çok eğlendim, çok dans ettim mesela. çok içtim. birkaç kişinin doğumgününü kutladım. bir satır yazı gördüm, mutlu oldum şaşkın şaşkın. bir mesaj attım, bir şeyi sorguladım. çok oluruna bıraktım. akışına. bıraktım aksın, ağlamak da lazım baştan başa ve durup tekrar başlayarak.
güzel şeylerdi hepsi ve güzel bir yerde bitiyor haftasonu.
çemkirmezse ölecek hastalığının beşinci safhasına gelmiş olan gülş için
Tracy: I'm just going through the classic stages of grief; fear, denial, horniness, wisdom, sleepiness and now depression. Kenneth: What about anger? Tracy: No! I don't wanna do anger and you can't make me!
Ne yağmur yaptı bugün be. Bir elimi yeterli sıklıkta bırakamadığım için öyle hafif sisli kullandım arabayı hep. Görmeden gittim. 5 numara miyop da olsam kullanabilirmişim arabayı demek ki, içim rahat.
Sonra bir posta daha ağladım ama aklıma gelen üç replikli bir sahneye. O sahneye ait bir fotoğraf bulamadım. Bilenler hatırlasın.
_ You're right. But you have no idea what it's like to be alone. _ Hey, you have Peter. _ I don't have anybody.
"Sen bizi hiç aramıyorsun, sen bize hiç gelmiyorsun."
Pfft, yok artık. İyi.
Star'da Delisin'i izledim. Ne komik diyaloglar, ne kafalar yahu. "Şemsiye için canımız feda" filan, yarım saat bunun muhabbeti, şemsiye belediyenin maskotu olmuş. İlginç bi filmmiş, unutmuşum.
İnsan şemsiyenin altında bir anlam arıyor, halbuki gerçekten şemsiye peşinde koştukları şey. Sapına tahviller gizlenmiş, olay oymuş.
Neyse. Şimdi de Görevimiz Tehlike'ye bakıyorum boş boş. Kaçıncısı bilmiyorum, sanırım ilki bu. Tom abimiz yine tabancayla araba patlatıyor. Nereye ateş edeceğini biliyor tabi kerata. GTA'dan öğrenmiş olabilir mi? "Gizli Ajan Eğitim Modülü 1: Grand Theft Auto (Vice City). Explode as many cars as you can in limited armour." Gerçi orada yeterince yumruklarsan bile parçalayabilirdin arabayı. Arabada da hep get down saturday night çalardı içinden ben inmiş olduğum müddetçe.
Bu arada film pek sikkoymuş, bunu da unutmuşum izlemeyeli. Oynamayalı da oyunları unuttum ayrıca, eskiden oturur Max Payne, GTA bitirirdim, Carmageddon filan ne güzeldi, ne bileyim neden oynamıyorum ki artık hiç böyle atlamalı zıplamalı oyun...
Haa, dün gece rüyamda bir dostun Nintendo'da çalışmaya başladığını da gördüm. Kalabalık bir ortamda öğreniyordum bunu, biri "ee yeni işin nasıl?" diye soruyordu, "sen neredesin ki şimdi?" diyordum "Nintendo, pazarlama" diyordu. Neyden sorumlusun diyordum, wii diyordu ve bir şey daha. O bir şey muhtemelen gerçekte yok bile. Önemli mi? Rüyada bile önemli değildi. Zaten sorumun cevabı da önemli değildi, sadece "benim neden haberim yok" dememek için, konuşma boşluğunu doldurmuştum.
Bir arkadaşın işten çıkarılacağını öğrendim dün, gecenin ikisinde. Gecenin daha münasip bir saatinde bu bilgi paylaşılmış fakat katıla katıla gülmekten bana haber vermeye sıra gelmemişti o saate kadar.
Beraber çalışmak istemeyebileceğim, çünkü başka bir iş yapması gerektiğini şiddetle düşündüğüm insanlardan biri gidecek. Bu işte bir parmağım varmış gibi hissetmiyorum, olması mı gerekiyor? Benim daha mutlu olmam veya kendimi suçlu hissetmem mi lazım?
Hissetmiyorum. Onun için olsa olsa sevinirim. Patrona ne demişti başka bir arkadaş, uzun zaman önce? "Beni kovmanız şu an üzüleceğim en son şey olurdu."
Beni kovmanız şu an üzüleceğim en son şey olurdu.
Sizin verdiğiniz gözdağının, suyun altındaki parçası eksik be abi. Sürükleniyor oradan oraya. Batırmaz bu Titanik'i.
***
Patron bir sosyal etkinlikten hastalık bahanesiyle kaçtı. Keyfi yokmuş. "Hastalık bahanesiyle sosyal etkinlikten kaçmak" diye bir kavram var, yakında psikoloji kitaplarına girebilir. Bakın etrafınıza, siz de görürsünüz birkaç tane böyle tip.
Bir video yapılmış giden bir adamın ardından, herkes aklına gelenleri söylemiş, iyi dileklerini iletmiş. Bizimkiler "sizi seviyoruz" demiş hep bir ağızdan, Gökhan bundan sonraki hayatında başarılar dilemiş, Dilara'lar kahkaha krizine girmiş, Bilge mandalinalar için teşekkür etmiş, Canan Bodrum'da bizi unutmayın demiş, Melih "arkadaşım" diye başlamış söze, Cüneyt hepimizin imrendiği emeklilik hayatında mutluluk dilemiş... Bizimki de ağzını açmış "Sektörde..." diye başlamış lafa.
Ve öncesinde "ya ne desem, panik oldum şimdi" diye pırpırlanırken birinden lafı da yemiş "Genel müdürün neden orada olduğu belli. Bir tek o sormadı ne desem, diye."
Bizimki çok bozulmuştur.
***
Üzülüyorum aslında, dalga geçiyorum sanılıyor hep ama yok, samimiyetle üzülüyorum.
Bir insanın "bence 35 yaşına kadar insanların geceyarılarına kadar çalışması gerekir" diyecek kadar hayattan tat almamış oluşuna üzülüyorum.
Onun dünyaya yüklediği bu yükün altında en çok ezilecek olan çocuğuna da üzülüyorum.
Yılbaşı günü "Ben bu akşam çalışacağım, çünkü herkesin eğlendiği bir günde eğlenemem. Herkesle aynı olamam. Böyle zamanlar bana çok anlamsız geliyor." demesine üzülüyorum. Eğlenmiyor olmasına değil, kendini başkalarıyla aynı olmamak adına eğlenmemeye şartlamasına.
Simsiyah giyinmesine ve simsiyah bir adam olmasına üzülüyorum.
Ne yaptım, ne yazdım, eve girdiğim 5'ten uyuyabildiğim 6'ya kadar neler düşündüm, hatırlamıyorum bile. Öyle sarhoştum. Bir nefesten sonra kafam fırıl fırıl dönecek kadar sarhoştum. Ama öyle de sarhoş değildim. Mesela portakal sıkabilecek kadar ayıktım, bak. Sütü içersem sabah kahve içmek istediğimde kafamı duvarlara vuracağımı bilecek kadar da ayıktım.
Şimdi de başım çatlayacak gibi. Böyle olacaksa aman sabahlar olmasın, tabi.
Acayip rüyalar gördüm. Biri nişanlanıyor ama gerçek hayatta tanıdığım biri değil, yahudiymiş hem de yahudilerin nişan törenleri böyle janjanlı olurmuş, hani bir yerinde oğlanın arkadaşlarının kapıya barikat kurup onu dışarı salmadığı, oyunlu mizansenli bi tören. Ben varım üstümde Müfettiş Gadget misali bej trençkotumla beni bi yere oturtmalarını bekliyorum. Evet, trençkotla nişan törenine gitmişim. İhtiyacım yok ki süslenmeye azizim, hah-hah (götüyle gülme efekti de diyebiliriz buna). Halbuki bakıyorum kızlar şıkır şıkır siyah elbiseleri içinde, gruplar gruplaşmış. Asayiş berkemal yani. Beni bir yere oturtmak istiyorlar, tesadüf bu ya, eski erkek arkadaşlarımdan biri çıkıyor çocuk. Yıllardır görmediğim, başkasına aşık olduğum için ayrıldığım eski bir en iyi arkadaş. Yazık olan biri. Benden ayrıldıktan on gün sonra bulduğu sevgiliyi bana yollayıp ilişkilerini haber verdiren ve onunla gözümün önünde yiyişmekte beis görmeyen bir adam. Ve bana kötü davranıyor. Orada oturmamı istemiyor ve bunu açıkça söylüyor ve belli ki biten her şeyden ötürü beni suçluyor. İyi, zaten ben de bir garip denizlerde sallanıp duruyordum, bir de suçluluk eklensin, sorun değil.
Başka bir yere oturuyorum, masanın karşısına filan. Ortamda tanıdığım herkes kendi muhabbetine gömülmüş durumda. Kaan'ı görüyorum, o bana her zamanki gibi davranıyor. Bu rüyayı gerçek sandığım tek an o. Gerçek olabilecek tek kişi Kaan.
Sonra içiyorum, içiyorum. Sanırım, rüyadaki kafam gerçekteki kadar "olduğunda" uyandım. Eşitlendim çünkü, ondan.
Çok eğlendim aslında dün gece. Eğlenceli gibi hissettim kendimi (şimdi bu konuda söyleyeceğim her şey laf sokmaya girer, susuyorum). Böyle hüzünlü hüzünlü bırakmış olmayalım yazıyı. Bronx'ta Malt vardı, deprem ikinci kez istendiğinde Cenk "valla çalalım ama ben bir kelime söylemem" dedi. Gerçekten de söylemedi, hepsini biz söyledik, bağıra bağıra.
Sonra Jukebox çıktı, baktıkça keşke Tuna şirketi bıraksa dediğim adamlar. Çok iyi olduklarından veya özgün olduklarından değil. Ama bu enerjinin heba oluşu (enerji heba olur mu? olur) yazık olacak. Neyse. Yalan dostum aşk diye bir şey yok diye bağrıştık zıplaya zıplaya, inanırcasına. Sonra yürekten çalarak dördüncü (yoksa beşinci mi?) biramı kafama diktirdiler. İşte o gerçekten yalandı. Gerçekten yalan olmanın tüm şairaneliğine sahipti o şarkı.
Düşündüğüm şeyi hiç yapmadım. Altıncı biranın ortasında, biraz tenha olsaydı ortam, belki... Ama neyse. İyi ki yapmamışım. Öyle "kafama esti yaptım"ları kaldıracak bir duygu durumumuz yok belki de veya belki de ben yine çok fazla düşünüyorum. Çünkü işte tam da bu kadar ayık oluyorum.
Sonra çorbacıya gittik, bastı bana içerisi, dışarı çıktım. Galatasaray Lisesi'ne baktım, yedekten girebileceğim ama hiçbir zaman bunun peşinde koşmadığım liseye. Oraya gitsem, hayatım nasıl olurdu; şu an nerede olurdum, ne yapardım diye düşündüm.
Bana "sen yanlışlıkla genetik okumuşsun" dedi genetikçi bir arkadaşım. "Zaten ne yapsan başarılı olurdun ama, yanlış okumuşsun" dedi. Belki de doğruydu. Ben pişman değildim, hiçbir zaman tam anlamıyla sayısalcı olmadığımın hep farkında olarak yaptım her şeyi; ben beni hep mutsuz eden kocaman beklentilerimle mutlu olmaya çalışıyordum, basitlik hiç bana göre değildi, hiçbir şeye razı değildim, mutluluk aslanın midesinde olsun alırdık evelallah...da, aslanın karşısına çıkacak takati bulmaktı mesele. Sıkıntı buydu.
Mekteb-i Sultani'nin karşısında, çorbacımızın önünde durup gecenin başındaki bu muhabbeti düşündüm. Sonra da sigaramı söndürüp içeri girdim.
Senden de nefret ediyorum evet, iyi bildin, çünkü sen yoksun. Yoktun zaten ki. Bilmiştin bu kadarını. Rus kozmonotları uzayda pek bi yalnızlar ama sen varsın demek isterdim ama sen de yoksun işte. Hiç. Umarım hayatta hiç hasta olmayıp her günümü kıpkırmızı yanaklı ve sapasağlam ve c vitamini dolu geçiririm. Çünkü bi çorba pişirenim olmayacak, o belli bişey.
I just hate it. I do. I hate that there is too much pressure. I hate that there is simply no interest, none at all. I hate that I have to do everything.
I hate that every single girl they bring, as long as they are blonde, deserve to be next to you on the street.
I hate that we can't dance. Not like that.
I hate that I am not... well, I ain't gonna say that because it isn't true.
O zaman ayrılırken de gülümseme bana. Çünkü hepiniz aynı lacivertsiniz aslında.
_ You won't introduce me to your friends. You bring me back to that restaurant where men take women they don't want to be seen with. You won't come out and meet my friends. You have me in a niche. Certain events. Certain restaurants. Certain people. Like I'm only a particular fragment of the kind of person you think you should be dating.
_ But I've only gotten to know a particular fragment... although I'm beginning to know more.
_ No. This is not me. This is me reacting to your perception of me.
_ Well... I think Fung Wa's is the best Chinese food in the city, so that's why we went there. And, the guy we met in the street, and I couldn't remember his name, which possibly means I have Alzheimer's, so that's what that was about. And this afternoon, I had courtside tickets to the Knicks... and that's all, folks.
(Sex and the City, S01E06 Secret Sex)
İstiklal'de yürürken sokağın ortasında durdurup öpmek istemeyeceğim biriyle beraber olma fikri bana anlaşılmaz geliyor.
Hayatımın hiçbir boşluğunu doldurma iddiasında olamayan, içine girdiği her küçük kaygan deliği yeni ve büyük bir dünya sanan biriyle dakikalarımı geçiremem. Aşık olmak ve aşıksam, bunu herkese ve her şeye söylemek isterim. Saçmasapan gülmek ve konuşmak, en abuk zamanlarda sesini duymak ve hep orada olmasını istemek hakkım olsun isterim. Uyuduğu vakit uykuyu kıskanmak, dışarı verdiğim dumanı onu düşünerek seyretmek isterim. Bundan gerisi, farklısı, gizlisi benim için sebepsizdir. Hevessiz bir şeydir. Aşk, değildir. Kıskanacağım şeyler arasında değildir.
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.