... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Ye kürküm ye

sunday- market day series.. photo shot in istanbul, a fez stand near the grand bazaar..

bir kiyafetin ilkelligi simgledigi soylenip uzerine yasaklanip yerine baska bir sapka konulmasi, ne kadar dogal gelirse size o kadar dogal.. oyle kendiliginden bir kultur birligi…

(Osman'ın mekanından: A caveman's view of an orange world.)

***


"Küçük Prens'in geldiği gezegenin Asteroid B-612 olduğu konusunda yabana atılamıyacak kanıtlarım var. Bu gezegeni bir zamanlar teleskopla bir kez gören biri olmuş: 1909'da bir Türk gökbilimcisi.

Bu konuda hazırladığı raporu Uluslararası Gökbilimciler Kurultayına sunmuş. Ama başında fes, ayağında şalvar var diye sözüne kulak asan olmamış. Büyükler böyledir işte.

Bereket versin, Asteroid B-612'nin onurunu kurtarmak için bir dediği dedik Türk önderi tutmuş bir yasa koymuş: Herkes bundan böyle Avrupalılar gibi giyinecek, uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacak. 1920 yılında aynı gökbilimci bu kez çok şık giysiler içinde kurultaya gelmiş. Tabii bütün üyeler görüşüne katılmışlar."

kes'me

_ Houston?!
_ Efendim canım.
_ Houston burda bissürü mayo var, Dünya'ya gönderiyoruz. Haberiniz olsun.

"de'leri ayrı yazamayan insanlar"a o kadar uyuz olduk ki, sonunda bir mucize gerçekleşti de artık herkes her şeyi ayrı yazıyor. Eskinin "sende mi Brütüs"ü, oldu "sen'de mi Brütüs"

Şimdi de Dünya'ya mayo ihraç ediyormuşuz. Çok mu çok oluyoruz, ne?

boşluksuz.

"...dans etmeyi teklif edenin ben olduğumu unutturur kalkar kalkmaz, beni kendine çekip sağ elimi de omzuna atar. Sarılır işte, dünyanın en olağan eylemi. Ben Sezai'yle dans ederken, en son ne zaman dans ettiğimiz dışında bir şey düşünmem. Bir şey söylemem hemen yanağımın yanı başındaki kulağına. Bir şey söyleyip arayı doldurmaya gerek yoktur, çünkü aramızda doldurulması gereken bir boşluk yoktur."


(0:40 - 0:45)

"Mesele yüzüğü takmakta değil yeğen..."

22 Haziran 2011 gecesi, dostlarla Baltalimanı'nda, haşmetli bir üniversitenin tesislerindeydik. Süslü, takım-kravat bir grup olarak en son ne zaman beraber oturmuştuk? Birkaç yıl önce bir yaz yemeğinde mesela? Sanırım. Sanırım Baltalimanı'nda bulunma sebebimiz olan, o akşam nişanlanan arkadaşımızla en son aynı masada oturduğumuz yıllardaydı...

Gidip gitmemek konusunda tereddüt ettiğim bir törendi aslında. Profesyonel nişanları anlamsız ve gereksiz bulurum, düğün gibidir. Gelinlikle aynı miktarda para nişan elbisesi verilir, aynı sayıda insan aynı müziklerle eğlenir, aynı halay çekilir, aynı dostlar vardır... Tek fark, insanların takı takıp takmamak konusunda tereddütte olmasıdır işte.

Günümüzde nişan konsepti, neredeyse beraber yaşanan, ortak tatil planları yapılan ilişkilerle birlikte iyiden iyiye "out". Sahi, nişan neydi? Eskiden, bir bağdı. Aileler işin içine giriyor, iş ciddiye biniyordu. İşi resmiyete dökmek için takılan iki yüzük, insanların laf söz olmadan muhallebicide buluşabilmesini sağlıyordu.

Artık buna ihtiyacımız olmadığından, nişanlar bir düğün provası, yani nasıl diyor siz, "wedding rehearsal". Filmlerde olur ya, düğünden birkaç gün önce, düğünün yapılacağı mekanda toplaşır düğün davetlileri ve biraz daha az süslü kıyafetler içinde, biraz daha ucuz yemeklerle ama illa ki şampanya patlatıp kadeh kaldırarak konuşmalarını yaparlar falan... Sırf düğün gecesinde her şey pürüzsüz gitsin diye anın büyüsünü bozup, düğünde ilk kez dile getirilse çok daha anlamlı olacak sözleri söylerler birbirlerine.

Bizim nişan, o kadar sürprizbozan bir seremoni değildi ama takı takmacası, üç katlı pastası, ilk dans, pasta sonrası dans, kocaman nişan elbisesi ve etrafta koşturan gereksizce küçük çocuklar ile, tam bir düğün provasıydı! Benim pek işime gelen bir kararla düğün İstanbul'da olmayacağından, yüksek olasılıkla iştirak etmeyeceğim düğünün bir boy küçüğünü yaşamış olmak iyi oldu tabi.

İtiraf etmek gerekirse beni nişana dahi gitmeye iten güç, çok uzun zamandır hafif bir müzikte dans etmek için kıvranıyor olmamdı. Gerçekten, en son ne zaman dans etmiştim acaba, dostlarla da olsa... Birkaç yıl önce bir kış yemeğinde mesela? Sanırım.

Eşliğinde sevdiğim birileriyle dans ettiğim şarkılara da -tabi ki- anlam yüklediğimden, gelinle damadın ilk dans şarkılarının Ferhat Göçer'den olması beni biraz korkuttu. Ya tüm gece bu müziklere maruz kalırsak ne olacaktı? Bu müziklerle dans etmek zorunda kalırsak, sonrasında birbirimize aynı gözle bakabilecek miydik? Bu travmayı atlatabilecek, tamamen iyileşebilecek miydik? Bilmiyordum, kafam çok karışıktı. Meze tabaklarımız gelirken, ilk şarabı kafaya dikmiş kara kara düşünüyordum.

Neyse ki, güzel bir canlı müzik grubu bulmuştu arkadaşım, sonrasında çok güzel parçalara geçtik; historia d'un amor, nathalie, sessiz gemi, quizas quizas quizas... Ve ben bekar olmanın tüm avantajlarını kullanarak birbirinden yakışıklı üç adamla dans ettim :)

Sezai'yle dans etmenin diğerlerinden farklı bir yanı olduğunu söylemem lazım. Diğer arkadaşlarımla hep, insanların dans etmesi gerektiği gibi dans ederiz: Sol elim adamın omzunda, sağ elim ileriye doğru uzanmış, adamın elinde, hafifçe sallanarak otururken yaptığımız muhabbete devam etmektir dans anlayışımız. Bir arkadaşım daha hızlı şarkılarda dans etmeyi, arada beni döndürmeyi sever. Bir diğeriyle ise gönül işlerinden bahsedebiliriz dans ederken. Ama Sezai, dans etmeyi teklif edenin ben olduğumu unutturur kalkar kalkmaz, beni kendine çekip sağ elimi de omzuna atar. Sarılır işte, dünyanın en olağan eylemi. Ben Sezai'yle dans ederken, en son ne zaman dans ettiğimiz dışında bir şey düşünmem (Andon Pera'daki kış yemeğinde, aşağıdan sevgilisini almaya gittiği için ortasında kalmıştık bir dansın, 2-3 yıl önce). Bir şey söylemem hemen yanağımın yanı başındaki kulağına. Bir şey söyleyip arayı doldurmaya gerek yoktur, çünkü aramızda doldurulması gereken bir boşluk yoktur.

Çiftli fotoğrafların bol olduğu masamızda poz verirken ikimiz, "sonunda bana kalacaksın Sezo" dediğimde "Sana kalayım, daha ne?" diyen adamdır o çünkü. Gecenin sonunda "biraz gerizekalı ol kızım ya, bi şeyi de anlama" diye beni nasıl da tanıdığını anlatacak ama aynı zamanda karamsarlaştırıp yine, canımı sıkacak en doğru cümleyi de söyleyebilen adamdır.

Aydınlatmalı yazıyı bitişe doğru... Bu sefer nişan kurdelesi yutmadım bu bir, yüzükleri takan amcamın yaptığı ilahi konuşmayı bir kenara yazdım, bu da iki. Buyrun:

_ Yüzükleri takarken ne söyleyeceğimi çok düşündüm. Sonra, Ezel'in dayısı olsa ne söylerdi, dedim. Herhalde şöyle derdi: "Mesele yüzüğü takmakta değil yeğen, onu bir ömür boyu o parmakta taşıyabilmekte."

Yüzük o parmakta durmayacak, sola geçecek. El değiştirirken sıkıntı olmaması ve bir ömür sol elde taşınması dileğimizle...

(Haziran 2011, İstanbul)

down to Gorki Park

_ Sana “bir şarkı seç, o bizim şarkımız olsun” desem, sırf ıslık sesine meftun olduğundan gider “Winds of Change”i seçersin Hamdi. Hiç okudun mu o şarkının sözlerini? Neyden bahsediyor, bir fikrin var mı acaba, ha Hamdi?

Hiçbir şey anlamamışsın Hamdi. Ne müzikten, ne ilişkiden, ne de kadınlardan.

Toy.

_ Ben ki, sanki bana sorulmuş gibi düşünmüştüm "hiç kendimden küçük biriyle beraber" olup olmadığımı ve hayır demiştim kendime, sonra da sormuştum "hangi şartla olurdum acaba?" ve cevap vermiştim: Benim bilirkişi olmamam şartıyla.

Oysa sen o kadar toy, o kadar bihabersin ki her şeyden. Puf'u salona getirmeden önce bıçakla üstüne bi 'tık' atman gerektiğini bile bilmiyorsun. Bilmeni beklerdim halbuki, Eti Puf'un normal şartlar altında açılamayan bir besin maddesi olduğunu, o "buradan açınız" yazan yeri çektiğinde ancak o yazının kapladığı yer kadar jelatinin elinde kaldığını ve paketin geri kalanının bütünlüğünü koruduğunu.


Ama bilmiyorsun işte, çocuk.

not in italics.

İzmir'de alabildiğine bekar bir evde, sabahın altısında, -güya- peynirli poğaça ile çirkin kıymalı börek yerken karşınıza çıkabilecek isimleri sayınız.

deli mavi.

İçtiğim gecelerin sabahı, bildiğin güzel oluyorum. Nasıl oluyor bilmiyorum; başım da ağrısa, aksilenmek de istesem olmuyor, aynaya bakıyorum, gülümsemem geliyor kendime ve nadiren olduğu gibi, alaycı olmayan bir gülümseme. Saçlarım düzse daha düz, kıvırcıksa daha kıvırcık oluyor, azıcık kalem kalmış oluyor gözümde ve ben hiçbir zaman bu kadar sade bir makyaj yapamayacağımı biliyorum.

(17 Ocak 2010, İstanbul)

Çalan telefonun sesi, telefonu şarjdan alıp açarken kendimi yatağa geri atışım, diğer uçtan bana “hadi kalk artık bellatrix, biz aşağıdayıııız” diye cıvıldayan dostumun hem telefondan, hem de pencereden gelen sesi... Kendimi kaldırıp cama dayadım, aşağı baktım: Herkes orada!

_ Giyinip iniyorum.

Giyinip dediğim de, üstüme tek parça deniz elbisemi geçirmek yani. Hop, aşağı, Meksika usülü köy kahvaltımı etmeye. Ohoo, herkes bitirmiş zaten, öğlene kadar beni mi bekleyecekler... (öğlene mi, yoksa öğleye mi? O kadar önemsiz ki!)

Yatarken, telefonu şarja takmayı akıl edişim dahi mucizeydi aslında. Dişlerimi fırçalayışım da öyle. Saat 06:27’ydi en son baktığımda, güneş doğmuştu ve yakında görünüp göz yakacak yüksekliğe ulaşacaktı ve benim, içtiğim onca frozen, cin-tonik, tekila, adını bilmediğim bir şeyler ve cila olan biraya rağmen, uykum yoktu. Hiç yoktu. Daha otururdum saatlerce, sahilde filan. Bilmem.

Aslında taşlaşacak denli keskin, koyu bir uykuya dalmam gerekirdi ama... Güzel tingildemeler bunlar :}

Aşağı indim, “ohooo” nidalarıyla. Oturdum ve dedim ki “Yahu biz naaptık dün Allahaşkına?”

Ne yaptığımızı anlatayım. Bütün gün Alaçatı’da hasır şemsiye gölgesinde uyuklamak ve buz gibi denizde ayılmak arasında gidip geldikten sonra, kumrumuzu yiyip oteldenbozmamıza döndük, üstümüzü değiştirdik, dedikodu yaptık biraz, Alaçatı’ya attık kendimizi. Bruges’den aldığı elbisesiyle tiril tiril gelen Aslıko’yu da aldık yanımıza. Aslında sadece Türk kahvesi içecekti arkadaşlar, ben de dondurma yiyecektim, o kadar - ama ah, alengirli bir şey olsun yeter ki, mesela mürdüm erikli frozen, illa ki yoldan çıkarım.

Seçim bana bırakılsa hayatta gitmeyeceğim Sole Mare’ye gidilme planı yapıldı akşamına. Akşam dediğim, geceyarısından sonra yani. Planı değiştiremedik zira bir arkadaşın doğumgünüydü kop-kop vesilemiz. Sözkonusu arkadaş denizden dönüp sızmıştı gerçi sevgilisiyle beraber, ne aramalar, ne mesajlar uyandıramıyordu kendilerini. Biz önden gitmeye karar verdik, süslendik (kimimiz püslendi bile), Aslıko’nın bir arkadaşını aldık yoldan ve mekana gittik.

Gerçekten, ama gerçekten kafayı çevirince denizi, yakamozu, Aya Yorgi koyundaki diğer mekanların ışıklarını göremeyecek olsam ve tepemde yıldızlar olmasa, çekilir dert değil Sole Mare. Azıcık eğlendiysem hep dostlar yanındayım diyeydi. Biraz da içkiden tabi - o kadar alkolü nerede alsan (bir drink “alma” kafası) eğlenirsin o kadar. Ajda’nın yeni şarkısını, inatla çalan ve iyi ki çalan sevdanın son vuruşu’nu, yine örsüme örsüme vuran Serdar’ı filan geçmek ve başka bir şeylerden bahsetmek istiyorum ben aslında. Bana arkadaşını sevip sevmediğimi soran Aslıko’ya “evet, sevgilisi var mı?” deyişimden mesela.

Damarlarımda alkolün gidebildiği son nokta bu sorduğum soru galiba. Halbuki hareketlerimi klinik olarak anlamsız hale getirecek kadar çok, kendimi toplayacak kadar da kararında içmiş olmak isterdim, Friends’te vardır ya öyle bir kafa, Monica Chandler’la yatacaktır, Chandler sorar: “How drunk are you?” Monica der ki “Drunk enough to know I wanna do this, not so drunk that you should feel guilty about taking advantage” . İçegeldiğim 9-10 yıldır, bu ince karar çizgisinin üstünde kararla durabilmiş değilim (içtiğim için kararlı duramıyor da olabilirim ince çizgiler üstünde, mümkün) Burnumu seri bir şekilde bulup kaybedememek dışında bir etkisi olduğu söylenemedi alkolün. Bir vaka hariç, ama o da sayılmaz sanırım, itici güç içkiden ziyade aşktı zira. Hey gidi Ortaköy.

Geceye/sabaha dönmek gerekirse... 04:30 gibi Sole Mare bitti. Gerçekten bitti, ışıklar yandı, müzik kesildi filan. Biz, inatla ayakta olan 5 kişi, müzik sesi duyduğumuz koydaki tek yere doğru rotamızı çevirdik. Orasının neresi olduğu konusunda bir fikrimiz yoktu ama biz hala enerji doluyduk, emrimizde de bir zodyak vardı. Atladığımız gibi, istikamet Duman’ın “aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” diyen sesi. Meğer KafePi’ymiş orası, ayakta kalan son yer. Oturduk orada da bir müddet, önce yıldızlar kayboldu, sonra lacivert yerini maviye bırakmaya yüz tuttu; barmenimiz Emir’e ne kadar yalvarsak da müzik orada da bitti işte ve kalktık, isteksizce, insanları bıraktık evlerine, oteldenbozmamıza döndük.

Altını çizerek söylüyorum: Gereksizcesine ukala insanlardan etkileniyorum, evet, bir süre sonra “eeeyh be!” diyecek olma ihtimalimi gözüm görmüyor. Bunda haber değeri pek yok. Bu hikayenin kaydadeğebilecek yanı tıpasındadır efendim: Bizim o geceki halimize bakıp “sizin çıkardığınız ilaç satmaz” dediğinde o adam, Cem Yılmaz’ın deyimiyle Gerizekalı Mesleki Reaksiyon gösterip “aaa, ne dedi pis ukala” yerine “ben çok satacağına eminim de, o ilaca gerek olur mu bak onu bilmiyorum” deyip gülen insanım.

Kimin sevip sevmeyeceğinden bağımsız, zor, “ben böyleyim” inadıyım işte ama...

Sevilecek kadınım, evet, bundan eminim en azından.

(19 Haziran 2010, Çeşme)

çarşaftan yelkeni


_ Alo, naber?

_ İyidir, senden?

_ İyi nolsun, oturuyoruz. DVD’ci var ya bizim, onun için aradım ben seni. Biz istemiyoruz ama sen istiyosan alalım?

_ Aa, ne güzel. DVD varsa istiyorum.

_ Tamam.

_ Ha yalnız VCD istemem.

_ Yok, VCD varmış hep bu aralar.

_ İstemem o zaman, VCD var evde. Daha sonra belki.

_ İyi o vakit, hadi öptüm.

_ Hadi bay.


VCD sevmiyoruz, kalitesiz oluyor. Ama DVD yok diye, yani, gelip bulmasın mı bizi bu kafa?

Moruk, yok böyle bi sinema!


Görsel: Mika - Lollipop (klip)

Bu yazı portakalsuyu'nda da yayınlanmaktadır.

New Yorker in England

Ben işaretlere inanırım, daha doğrusu inanmak isterim. Meylederim, içimden bir şeye bağlamak gelir olanı biteni. Yeni işimin ilk gününde, müdürün bir anda Kum Gibi çalması, benim ne kadar isabetli bir karar verdiğime dair çok güçlü bir işaretti örneğin.

"Orda hayat nasıl?" diye soran bir arkadaşa, "burada hayat var ve bu kadarı yeterli, diye yanıt verdim. Böyle hissediyorum. Hayatımda başka şeyler de oluyor, başka, alternatif heyecanlar. 30lu yaşlarımda korprıt denizlerde yüzüyor olmayacağım muhtemelen ama bunun için şimdi gözümü karartıp bilmediğim yollara girmenin mantıklı olmadığına karar verdim. Birden karaya çıkıp nefessiz kalmayacağım, evrileceğim yavaş yavaş. Evrimsel heyecanlarımı bir yazıya sığacak boyutlarda küçültebilirsem, ayrıca anlatırım. Onu bir kenara bırakırsak, genel huzur seviyem hatırlayamadığım kadar uzun zamandır bu kadar yüksek olmamıştı.

Daha az, öz, gerçek dertleri olan bir yerde çalışıyorum artık. Hırstan gözü kararmış, en iyi olmakla kafayı bozup neyi iyi yapmaya çalıştığını unutacak kadar kafası karışmış bir şirkette değilim, sürekli ağzımdan çıkanı duyurmaya çalıştığım bir kalabalığın ortasında "tamam arkadaşlar hepimiz bu işin nasıl yapılması gerektiğini, kitapta yazanı biliyoruz, ama biraz da pratikte yaptığımızı konuşalım" cümlesini kurmuyorum haftada en az bir kere. "Mektubu yazıyoruz ve burada dosyaya koyuyoruz, sonra giderken yanımızda götürüyoruz. Her gün mektup göndermiyoruz tabi ki çünkü let's face it, hocalar okumuyor" diyen, işin teorisinde boğulmamış bir müdürüm var artık.

Yine de, yeni işim için alacağım raporu beklerken önümden geçen birinin torbasında eski şirketimin logosunu gördüğümde içimin cız ettiğini itiraf etmem gerek. Orası için, beni ayrılma raddesine getiren olaylar, kişiler için, orada kalan dostlarım için üzülmüyor değilim. Sapanca’da, gereğinden lüks bir otelin, 2 ay önce departman olarak oturduğumuz aynı toplantı odasında tüm divizyon olarak oturmak bana büyüdüğümü hissettirmiyor. Ama buradaki ilk ve devam eden intibam, denizin benim için küçüldüğü. Görecelilik kuramı bir kez daha kanıtlandı iş değiştirince.

Büyük denizleri, kalabalık akşam yemeği sofralarını özlüyorum zaman zaman; hala “bizimkiler” diye bahsettiğim insanları ve geçen divizyon toplantısını hatırlıyorum, bir Selection şarap açılırken, bir arkadaşın hiç hazzetmediğimiz erkek arkadaşıyla dalga geçişimizi andım, mesajlar attım ona buna: “Sizi seviyorum lan!” Çünkü onlar olabilecek en iyi ofis tanışları olmanın ötesinde, benim ilk iş arkadaşlarım.

İşte o yüzden de geçen iki haftada bu kimlik kartı, bu masa, bu çalışmalar benim değil hala, yabancılıyorum, yadırgıyorum yerimi biraz. Kendimi sıklıkla sandalyenin ucunda otururken buluyorum. Sanki her an kalkacakmışım gibi. Sanki bu bir geçiş dönemiymiş, hatta geçici bir transfermiş ve ben bir gün kalkıp yine communicator'da yeşile dönecek, eski masama oturacak, gerzekçe metriklere kafa yorup, takıldığımız saçmasapan şeylerden şikayet edecek, müdürle takışmamak için çaba sarf edecek ve mutsuz olacağım yine, gibi. Ofis ortamını, çıkan yangından önden kaçan patronu, bahaneyle Starbucks’a sığınan “Dream Team” müdür takımını resmedip yeni ofisime kargolayan arkadaşım Derin gibi, o mutsuzluğu dalgaya vuran herkes gibi ben de akıntıya kapılacağım, gibi.

Oysa ki rüzgarım artık neta. Hem, kanjim de artık orada çalışmıyor, yakında Tuba da çalışmıyor olacak. Neydi, Tuba da giderse ben de giderdim. Eh, sırayı tutturamadık ama, sözümüzü tuttuk.

Hem bir şey diyeyim mi, ben zaten her zaman turuncuyu maviden çok sevmişimdir.

Coco'ya

"Harp, iki kişiyle olur."un başı. Onu Coco yazmış olmalı aklıma girip, cevap mahiyetinde. Vecihe'nin aklından, benim aklıma girip, parmaklarımı hareket ettirmiş olmalı.

Peki, baştacı edilesi değil mi iki kişinin bir diyaloğun iki ucunu yazması, birbirlerinden habersizce, monolog olduğunu sanarak haykırması bir şekilde?

Çok...


***

Bahar geldi Coco. Sen seversin cok.. Hava cok taze ve temiz. Yesil erik mevsimi geliyor... hava gec karariyor. ogleden sonra uykulari gereklilesiyor. Senin gezme sezonun da aciliyor, ki ben bunun icin cok mutluyum. Hem bu guzel arazi ve evin de var... Ne buyuk nimetlere sahipsin Coco.. Sen bazen, eger islerin erken bittiyse, bu sehir disindaki guzel eve ogleden sonra gelirsin ya, 3 bucuk 4 gibi.. Yagmuru getirirsin o bizim kadar huzunlu sehirden cogu zaman... o anda hava aniden kararir, bembeyaz evin uzerinde kara, yogun ve sinirli yagmur bulutlari toplanip, , daha hava kararmadan, topragi iclerindeki tum pisligi atarcasina, kufreder-kusarcasina sulariyla yikarlar. Senin bahceni nemli bezelye tanesi rengine boyar, buradan uzak diyarlara dogru yol alirlar- tum ofkeleri hala icinde, kaybettiklerini dikkate almayarak..

Ama sen cogu zaman aksamustu gelirsin Coco.. Yemek saatine az kalmistir ve senin araban bahce kapisinda belirir. Aslinda farlara gerek kalmasa da soforun onlari acip olmeye yaklasmis tum kelebekleri uzerinize ceker. Iste tam da o anda cicek bahcesinde guller acar, hemde kirmizi uclu sari guller. bu ne guzel renklendirmedir bir gorsen. ama gormuyorsun Coco, kor degilsin ama gormuyorsun...

Hatirliyorum, toz pembemsi pudra rengi pantolonunun ustune cizgili bluzunu giydigin bir gundu, herkes bahcedeki veranda da oturuyordu... Sen sarmasiklar ve ciceklerle dolu olan bahcenın sol kosesındeydın. Orada sadece ayakta duruyordun,bir melodi mirildanarak. cok zariftin, durusundan asalet akiyor, saclarin damlalar halinde dokuluyor, gozlerinden uyku damlıyor ve icin kan agliyordu. Anlamadigimi sandin, ama ben anliyordum Coco. Senin ne yapmaya calistigini, neden boyle oldugunu anliyordum. Hakvermek elimde degildi- cunku seni boyle gormeye dayanamiyordum- ama seni anliyordum Coco. neden boyle yaptigini, nasil bu raddeye geldigini anliyor ve saygi duyuyordum. devam etmeni, bu ruh halinin en uclarina kadar gidip biktigini ve birseyler degistirmek istedigini gormeyi istiyordum ama ben yine de bizi cok seviyordum, Coco.. cunku sen benim ilham kaynagim ve birlikte olmak istedigim tek insandin.

***

Coco, senın bir ara cok mutlu oldugun anlar da vardı, derin muhabbetlerinin oldugu zamanlardan bahsediyorum. O zamanlar beni daha gozden cikartmamistin. Herseyi yapabilecegini, bundan sonra sadece daha iyi olabilecegini dusundugun zamanlar var ya, onları anımsıyorum.. Aslinda cok da uzakta kalmis, eskimis, sararmis bir zaman degil bu bahsettigim- ama simdi bu guzel evde sana gore o zamanlarin ustunden bir omur gecmis gibi geliyor olmali, oyle degil mi Coco? biliyorum Coco, biliyorum.. yuzunden okunuyor zaten.. baskalari anlamaz, gormez, belki de dikkat etmez, ama ben anladim Coco. Sen bu duyguyu hissetmesi gereken bir insan degildin, ama oldu, napalim.. Buyudun Coco, buyudun.. Hala ne kadar saf ve naif gorunsen de sen beni oldurrmeye karar verdin Coco. yok edecek, yıkacak, donusturecek ve degıstırecesın. Yapmak zorundasin ve yapacaksın. Ve ben artik sana uzaklardan bakmak zorundayım, seni, guzel yuzunu, harıka sıluetını, yerimi kapan umarsizlik ve bosvermisligi hayranlikla izliyorum.. Onlar elbet basaracaktir, ama ben basaramadim...

Hayat cok kisa Coco, ve hicbir seyin buyuk anlamlari yok. onun icin bu yuvarlak merdivenlerden bu kadar huzunle tirmanma. Mermer kadar beyaz tenin en az onlar kadar soguk olmayi haketmiyor. Beklentilerin teker teker yokettiginde izdirabin cogalmis olabilir ama neticeye bak Coco, ozgurlestin. Denklemlerdeki her sembol o kadar degisken ki, sonuca asla ulasilmiyor. Cunki aslinda bir sonuc, bir anlam, veya bir onem de tasimiyor hicbirsey ya. hic birseyin anlami olmamasi kadar oldurucu ama ozgurlestirici birsey daha duymamis olabilirsin hayatında, bunu anladigin an beni yoketmeye karar verdigin andi zaten. ama ben bunun icin cok mutluyum coco, ama keske boye olmasaydı demeden de duramiyorum tabi..... anladim, beni bitirdin ama ozgurlestin. hayat sana guzel, sakin sucluluk duyma, sakın duygusallik yapip benim geri gelmeme izin verme. Sakin ol Coco, ve kendini kotuluklerden sakın...

***

Kararini verdin, simdi bu ev, bu sutunlar, bu bahce derin bir sessizlige burunmus biraz sonra olacaklari bekliyor. Sen tum huznunle mermer merdivenleri tirmaniyorsun. uc adim da bir durup siyah cilali trabzanlari koyuya boyanmis tirnakli ellerinle tutuyor, bedenini hafifce geriye, asagiya cevirip bir elinle karnini tutuyorsun. kararsizlik yasiyor, hala kuruntulu davranislarina devam ediyorsun Coco. Bu sabitlesmis, takintili, herseyin iyi olacagi dusuncenden kurtulamadin gitti. Bu yalan yanlis, bu adice, bu kuralci dusunce tarzini yok etmek icin kararli davranip siyah beyaz ipek elbısenin içindeki bedenini yukari katlara yoneltmen lazim! Iyi gidiyor Coco, ben hala yanindayim, devam et. sana su an cesaret verebilmek benim su ana kadar yaptigim en iyi hareket olsa gerek. zaten bundan sonra hic bir yaptirimim olamayacak. en azindan son dakikalarimda senin isine yarayabileyim Coco, en azindan icice gecirdigimiz bu son saniyelerde hakkimda iyi dusunmeni saglayabileyim...

Bu guzel evin ucuncu katina ulastin Coco, artık dönüş yok.. holden sola donerek koridorun sonundaki, disaridan kule gibi bır goruntu vermesi icin yuvarlak mimariye sahip olan odaya giriyorsun. Yerler siyah beyaz karolarla bezenmis, odanin yuvarlak olan cephelerinde uzun pencereler, kapidan hemen girince sag tarafta kocaman bir somine mevcut. sominenin hemen onundeki iki buyuk yumusak mınderlı kırık beyaz renklı ıki koltuk odun atesinden gelen renkle ahenk icinde duruyorlar. Duvara dayatilmis siyaha yakın cevız agacı büfenin ustune asilmis uzun bir ayna bundan sonra yapacağın hreketi bekliyor.oda da kı ıkı beyaz koltuk, bır uzun kanepe ve küçük kahve masaları dışında bulunan tek mobilya olan büfeye yöneldin. işte benim son dakikalrıma yaklaştık. büfenin anaharını aynanın sol köşesınden arkaya elini sokup buluyorsun. dolap kapaklrı açılıp 4 çekmece sunuyor. sondan ikincisii açıp içndn zümrüt yeşili parlayan tırbişon benzeri bir aletı elıne alıyorsun. işte ruh söken de ortaya çıktı. bndan sonrası kolay dvam et coco, boyle devam et.

odunu bitmek üzere olan şöminenin önünde bir kaç saniye bakınıp kocaman koltuklardan pencereye bakanına oturuyorsun. elinde ruh söken, içinde hala ben, aklında hala bir umut var. neden bu kadar zor coco? sök bırak artık daha neyi düşünüyorsun? acı her dilde aynıdır.. ama hep anlamsızdır. canının yanacağını düşünme, büyük düşün, geleceğin için akıllı ol coco.

sarmaşıkların sonunda ki cıcek bahçesindeki kırmızı uçlu sar güller tüm myhoş ve davetkar kokularını saldı. tüm yaşanılan anlara ve modlara uygun melodiler bulundu. ıslık sesleri ve boguk çığlıkar eşliğinde serin bir yaz rüzgarı esti. emirler yazıldı ve uygulanmakta..

***

Hayat, değildir.



"Korkarım" bir cümle başlangıcıdır, Cem Yılmaz esprisi unsurudur, Yeşilçam klişesidir olsa olsa.

Hayat, değildir.

Harp, iki kişiyle olur.


Eeeh tamam artık be bir ararım, iki ararım, bırakırım sonunda ben de!


Off, hayır sinirli değilim, sadece yorganı kafama çekip yatmak istiyorum ve hiç kalkmamak...

Nasıl bu kadar berbat olabildi her şey? Ne zaman böyle unutturdum kendimi, ne zaman inanmamaya başladım karşımdakine, "bak, sonunda kötü olacak"larını "tehdit ediyor, ültimatom veriyor pis" diye karşıladım da, hiç sallamadım? O kadar güveniyordum da, neden inanmadım bir an bile? Ondan çok kendime güveniyormuşum demek.

Tek tesellim, yanımdaki. Sevgili, merak etme, bozulmayacak aramız bunlar yüzünden. Sen benim (bazı şeyleri) konuşabildiğim tek insansın (artık). Bil ki gerekirse, seni seçerim mutlaka. Seçtim bile hatta? Seçim yapmam hiç gerekmedi ve gerekmeden bile ben, bağıra çağıra seni seçtim! Gerçi neden bağırdım, pek emin değilim. İhale bana kalsın istemedim sanırım. Senin sevilmemen daha kolaydı, daha çok işime geldi. Sevgilini bilirsin, ben yüzleşemem böyle şeylerle.

Hayat çok garip, vapurlar falan. Ayrıca hayat berbat. Üzülüyor insan, tek başına kaldığında ya da sadece o ikinin anlayacağı anlar olduğunda ama artık hiç önemli olmadığında, bunlar sevimli, hayat dolu bir gülümsemeyle değil de böyle acı, buruk bir dudak kıvrımıyla karşılandığında filan -ki aslında hayat dolu gülümseme onlar değil mi, e hayat berbat, dedik ya?- öyle boşa gidiyor, uzaya gidiyor, kimsenin umrunda değilmiş gibi oluyor ya artık (ve bir süre sonra da gerçekten umrunda olmuyor kimsenin), o umarsızlığa ulaşırsam ölürüm sandım. Ölmedim. Ölünmüyormuş. Tevekkeli değil, ben de öldüremedim karşımdakini. Güçlendiremedim de ama. Yenişemedik biz. Yenişemedik, oynamadık çünkü, çünkü harpler iki cephelidir en az. Bizim sinir harplerimizse tek. Teke tek bile değil, sadece tek, o da ben değilim. Ben sinirlenmem ki.

Neyse neyse, bir yerde bitecek bunlar biliyorum. Benden bir şey beklemeyen herkes gibi bırakacağım kuyruğunu, yakındır. Tamam yani anladım, elimden geleni de yaptım, eh, vademi doldurdum sayılır.

Ne çok konuştum, hiç adetim değildir oysa ki. Hem ne kadar konuşsam boş. Hissettiklerimi ifade etmekte o kadar başarısızım ki...

Keşke böyle olmasaydı demekten başka çare yok artık galiba.
İşin kötüsü, bunu kimseye veremiyorum. Bu benim keşkem.

Hadi sen yat, ben biraz daha görmezden gelip, geliyorum.

Önümde de "keep" yazıyor üstelik.

_ Looks like he's smiling.

_ How can you tell? You can only see the back of his head!

(Friends S05E06, TOW The Yeti)

Evin en güzel yeri yatağım falan demiştim ama vazgeçtim.

Evin en güzel yeri burası.




(Yukarıdan aşağıya: Zeyyat'ın Edebiyatçılar Derneği ödülü ile, yazdığı ve çevirdiği kitaplardan sadece bendekiler, Cats müzikaline gerçekçi bir bakış, yakında dünyayı ele geçirecek olan kitap ayraçlarım, Zeynep'in benim için tee Paris'lerden getirdiği Küçük Prens ile Derin'in bıyıksız bırakmadığı origami tilkisi -evcildir-, benim dergilerim-Erinç'in dergileri-ENSO-Boğaziçi)

Bir ömür

Bir arkadaşımın sevgilisi kaza geçirdi. Çocuğu tamamen ezilen kapıdan değil, bagajdan çıkardılar. Kafada 20 küsür dikiş, kaburgalardan birkaçı kırık.

Arkadaşım ertesi gün tezini sunacaktı ve üzüntüden sesi kısıldı. O kısık sesle, zorlanarak;

_ Şimdi benim sunumum var, bir şekilde yapacağım. Ama aslında onun yanında olmak istiyorum. O da benim yanında olmamı istiyor, biliyorum. Ona iyi geliyorum. Elimi yanağına koyup öyle uyuyor, daha rahat nefes alıyor sanki. Ben hep orada olmalıyım, hep orada olmak istiyorum ama olamıyorum işte. O kadar zor ki.

dedi.

***

Bir hayat var hepimizin dilinde, sürekli ondan bahsediyor, nasıl geçeceğini, nasıl iyileşeceğini, nasıl daha mutlanacağını konuşuyoruz. Hayat var, biliyoruz. Peki, bir ömür var mı?

***

Adlarını yanyana görmekten tiksinegeldiğim insanlar sürüsünün fotoğraflarına bakmam, mazoşist değilim o kadar.

Bu da onların fotoğrafıydı, içinde onlar yoktular (ama çoktular). Onlar çok güzel bir olayın çok şanslı şahitleriydiler.


Olay, bu çok güzel yerdeki, çok uzun zamandır beklenen izdivaçtı.

Kutlama nihayete ermiş!

Ömür varsa, onca, mutlulukla...

mad as a hatter

19. yüzyılda şapka yapanlar, postu düzleştirmek için cıva kullanırlarmış. Cıva buharı solunduğunda, vücutta birikerek kalıcı beyin hasarına sebep olur, şapka yapan bu adamlarda titremeler, diş dökülmesi, koordinasyon bozukluğu, hafıza kaybı, depresyon ve endişe görülürmüş.

Buna günümüzde "The Mad Hatter Syndrome" denir, "mad hatter", Lewis Carroll'un yarattığı harikalar diyarından gelirmiş...

Kaynak: Fringe S03 ve sonra, http://www.naturalnews.com/016544.html#ixzz1P16YUkJA

kahrolmaya devam

Ece Temelkuran'a pozitif bir nötrlüğüm vardı ama hayran değildim öncesinde.

Ağzımdan aldınız sayın bayan, ahh, inşallah benden çok yaşarsınız.



http://www.youtube.com/watch?v=bbsVjvtHupU

cleaning out my closet


Aklıma düşen her kişiyi kutsal addetmekten, hepsini dünyadaki yegane aşkmışcasına bir Sezen Aksu şarkısıyla özdeşleştirmeye, bir şarap şişesine tıkıştırmaya çalışmaktan acilen vazgeçmem gerektiğine karar verdim ve... bunun için, aklıma düşüp de kalkamamış iki adamı, bir hafta içinde belirsizlikten kurtardım.

"Aşk bitti"yi dinlerken "ne saçma şarkı bu yaa, yok aşk çorap fiyatında kalırmış da, yok yer yatağında falan... üf allahaşkına!" diyen arkadaşım var benim. Halbuki ben dalıp gitmiştim şarkıyı dinlerken, aşk daha nerelerde kalırdı, illa ki kalırdı da, o kalan şeye aşk deyip diyemeyeceğimize karar vermek gerekirdi, bu cümle daha çooook uzatılırdı... Ama hayat arkadaşımınki gibi de olabilirdi. "Çıkalım mı?" "Çıkalım" basitliğinde, yıllar süren ve içinde kimsenin sıkılmadığı (içinde kimsenin sıkılıp sıkılmadığını sorgulamadığı) bir ilişkide, ayrı evlerde, ayrı hayatlarda ama haftasonu görüşerek illa, sinemaya falan gidip, zamanı gelince evlenerek, tıngır mıngır da gidebilirdi hayat.

Ama benim için gitmiyor ve madem böyle, madem böyle hızlı, sürekli sollamacasına yaşıyoruz, yanımızdaki araba uzun süre yanımızda durmuyor ve a-aa, hemen yenisi geliveriyor oradan, madem her şey normal artık... O zaman ben de kalbimde karşılığı olmayan bir ilgi varken başka biri kapıyı çaldığında panik olup, kendimi birini aldatıyor gibi hissedip de, dolaba falan saklamaya çalışmayacağım kimseyi. Sonuçta, dolaba tıktığım adamın umurunda değil ki tek olmak, çok olmak, yoğun olmak falan...

Bundan sonra daha değişik bir hayatım olacak değil ama, daha değişik bir ben olduğum kesin.

yabancı, 6 harfli

Alın size Sfenks bilmecesi: Girdiğinde gururlanılan ve çok sevilen, 3+ yıl içinde hayalkırıklığı ile gitme planları yapılan yer neresidir?

***

"There can be no happiness if the things we believe in are different from the things we do."

Freya Madeline Stark

Ben yapamadım. Benim beklentilerim gel-gitin hep gellerinde, gitmiyor bir türlü. İnanmadığım şeyi yapmayı beceremiyorum. İnanmadığım şeylerde boğulup, inandığımı yaptırmayışınıza içerliyorum. Bu idealistlikse, idealistim patron.

38 yaşıma kadar nefesimi tutup şunu diyemem mesai saatlerinin dışına çıkar çıkmaz: "Tıbbın henüz bulamadığı birtakım şeyleri, kanser gibi, yayılan enerjiyle tespit etmek mümkün." Ya yürü git allasen. Bunları söylediğim şirket telefonunu kapatıp sonra aman da araştırma, aman da insan yararı diyemedim, diyemem, bir ben varsa bile benden içeri, ikisi de aynı şeye inanıyor. Elimden gelen bu, ben aynı şekilde düşünen iki kişiyim.

***

_ Kırgınlıkla gidiyorsun değil mi sen şimdi?
dedi patron.
_ Hayır, doğru kelime bu olmazdı. Bana bir yıl önce "sen istifa edeceksin" deseler, "yok canım!" derdim ama işte, gidiyorum. Biraz şaşkınım. Gidiyor olduğum için üzgünüm, sonuçta 4 yıl oldu, ama gidiyor olduğum için içimde var olan bu sevinç ve heyecandan ötürü de üzgünüm. Daha üzgün olmak isterdim çünkü.

Söyledim, oh. Yetmedi, veda konuşmamda da söyledim. Departman, hatta dışarıdan da birileri duydu -ah, en büyük sıkıntı bu değil mi zaten?- patron boncuk boncuk terleyip konuyu dağıtmaya çalıştı, kimse de yemedi.

Yok efendim hayata karşı isyanım varmış da, yok ana muhalefet lideri olsam çok iyi olurmuş da, bana verdikleri feedback'ler her yerde geçerliymiş de... Oraları geçiyorum. Türkçe konuşamayan ve yazamayan birinin bana "senin yazdığın anlaşılmıyor" demesine, tüm çalışanlarının tiksindiği birinin beni "senin insanlarla iletişimin kötü" diye eleştirmesine izin vermeyeceğim. Arkadaşlarım da vermeyecek. Nitekim, vermediler.

_ Ben bellatrix'i çok özleyeceğim, yan masama bakınca onu görmemek çok zor olacak. Gerçi biz, onun için sevinmekten üzülmeye fırsat bulamadık bu dönemde...

Şıp! Bir ter damlası daha.

***

4 yılı ve bana "işten bir tanıdık"tan öte olanları bırakmamın haricinde, zerre kadar da üzülmeyişim... Aidiyetimin alabildiğine önemsiz şeylere oluşu... (belki de dünyanın en önemli şeyleri olmalı onlar?)

Starbucks'ta adımı hep doğru söyleyen ilk barista Yener örneğin, veya "Chai tea latte mi bellatrix hanım?" Zafer (Vec'in pek tipi olan hani!)

Her sabah bana günaydın diyen güvenlikler.

Ali abi.

(Çok uzun) sevdiğim adam.

Karanlıkta sonu görünmeyen tek koridor olabilen koridorumuz.

Şirkete yürürkenki deniz kokusu, en sıcak havada bile esen rüzgar, o sahneden müzikle geçmek. Otoparktan şirket, bir şarkı mesafesinde (bir normal şarkı, veya iki "Yesterday is Here").

15 dakika daha fazla uyumama imkan veren Miles&Smiles Classic Plus kart.

Hacettepe'deki hemşirenin masaüstümdeki Soul Kitchen duvarkağıdını görmesi, bir sonraki vizitimde izlemiş olması, film muhabbeti yapmamız... Şiir yazıyor olması, ona blog açma fikri vermem... Bir başka hocanın, kravatında böbrek resimleri olan ürolog arkadaşına "iyi ki jinekolog değilsin" demesi, bizi kırıp geçirmesi... Uludağ'daki kelli felli profesörün "asıl ben teşekkür ederim, siz olmasanız yapamazdık" demesi... Çukurova'daki çiçeği burnunda doçentin bana kafasını sallayıp Erce kanjim gibi "aynen aynen" demesi... Dönem toplantısının Ice Ice Baby ile açılması ve espriyi yapanlar haricinde sadece benim anlamam; sonra da çıkıp ICE'ı anlatmam... Bodyworlds'ü gezerken MONET'nin, DEGAS'nın göz bozukluklarıyla ilgili yazanlara anlam yükleyerek gülümsemem... İlk kez gördüğüm her yer; Trabzon, Antep, Adana, Bursa, Viyana, Londra...

Bu kadar.

***

The Last Supper (by Kırçiçeği)

Giderken güzel gittim. Tüm dolaplarımı boşaltıp, çöplerimi attıktan, son mesai yemeğimi yiyip son masrafımı yaptıktan sonra, elimde bir koli eşya, çıktım bizim binadan, sola döndüm, köprüyü gördüm ışıl ışıl, gözlerim doldu. Toparladım. Güvenliğe girdim, "ben bugün işi bırakıyorum da, kimliğimi vereyim dedim" dedim giderek kısılan bir sesle. "Hayırlı olsun" dediler. Son kez iyi geceler dedim kapıdakilere, sonra taksiye bindim, bu sefer toparlayamadım.

Ağladıysam da yalnız ağladım ama, daha birkaç saat önce veda pastam kesilirken gözleri dolan tek kişi olan kanjimi aradım taksiden.

***

Ha, bir şey daha...

"Sene-i devriye" diye bir laf vardır, biz eskiler çok kullanırız. Yıldönümü demektir. Devreden yıl demektir. O yılda devreden içimdekiler de demektir naçizane fikrimce.

İki sene oldu, bana yüzyıl gibi geldi zaman zaman.

Cevap almayacağımı biliyordum ve ona rağmen (ya da cevap almayacak olmam önemli değildi ve o yüzden) bir veda maili daha yazdım ben, "Hoşçakal (#2)" Yine elim titredi.

Ve draft sent.

Sıfırlandım, devretmiyorum artık.

(29 Kasım 2010 ~ 03 Haziran 2011, İstanbul)

eğer-

eğer bu iki günün yoğunluğundan kafamı, duygu yoğunluğundan da kalbimi kaldırabilirsem,
eğer bilgisayar başına oturabileceğim boş, ertesi gün annemlerin taşınıyor olmadığı veya evimde IKEA dolapları kurmadığım, kitap ve CD yerleştirmediğim birkaç saat bulabilirsem,
eğer çok yorulmazsam, her yerde arayıp yine de bulamamış olmazsam (hani olur ya),
eğer uyumak zorunda olmazsam,

çok güzel şeyler yazacağım. üzücü şeyler, ama üzücü olduğu için güzel şeyler.

ama ben çok yorgunum blog. her dışarı çıkış bir işkence bana. çok uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımın doğumgünü olsa da.

ve sanırım bende bir hastalık var, yanımdakinin duygu durumunu edinme hastalığı. o kişiden daha mutlu/üzgün/sinirli vesaire olup çıkıyorum sonunda. sevgili elkitabım paranoyak, nerdesin, bana bu hastalığın ne olduğunu söyle ya da yetiş hızır acil, lokman hekim, hipokrat, ya da yar bana bir eğlence medet...

kahrolmak

Bugün İK görüşmesinde müdürlerin kariyerine çomak soktum. Cuma günü, yani son gün, bi gayriresmi görüşme daha yapıp ittirebildiğim kadar ittireceğim o çomağı. Devirmesem de tekleteceğim onları.

Aslında gidişe bırakmamak lazım bu olayı, da dedim İK'ya. Millet patır patır dökülmeden belki, goygoyu bırakıp yapmaları gerekeni yapmaları, milleti "dinlemeleri" gerekiyor. Sen işe aldın sen takip et, hesabı.

Ülkedeki olayları konuşmak için de ülkeden ayrılıyor olmak gerekmiyor illa ki, ama o kadar yorucu ki. Konuşalım mı? Bugün gerçekten kahroldum ben. Hopa'da yaşananlar (gerçekten yaşananlar ama) ne? KORKUNÇ! Birtakım insanlar, ki icabında 5-10 pornocu, icabında 200 kişi olan ama iş başbakana karşı durmaya gelince nedense devleşen, kalabalıklaşan ve üstlerine polis sürüsü salınmadan kontrol altına alınamayan bir topluluk, başbakanın miting yapacağı yerde halay çekmiş ya... Polis biber gazı sıkmış, bir öğretmen ölmüş -BİR ÖĞRETMEN ÖLMÜŞ!- başbakan çıkıp "kalp krizinden öldü, üstünde durmaya bile gerek duymuyorum demiş, Hopa'da elektrikler kesilmiş, telefonlar dinlenmiş ya... Mizah dergisi almak için 18 yaş sınırı getirilmiş, dün ağlak barınç çıkıp 5-10 pornocu demiş (belli ki altı sıfır atıp söylemiş ya), yandaş medya havalara bakıp ıslık çalmış, bunların hepsini görmezden gelmiş ya...

Yasaklarınıza, rezilliklerinize, ikiyüzlülüklerinize ben yetişemiyorum artık.

ULAN!
Ben bugün çılgın projeyle ilgili atıp tutacaktım, kinayeli, komikli, şakalı bir şeyler yazacaktım, hal bırakmadın bende RTE. Senin yüzünden yazamıyorum, daha beni doğrudan engellemedin (o günü de bekliyorum ya), ama ülkem için üzülmekten yazamıyorum, içimdeki öfke o kadar büyük ki o öfkeyi kusamamaktan ötürü yazamıyorum, memlekette olan biteni birtakım halka nasıl da anlatamadığımıza, nasıl aciz olduğumuza, elimizden nasıl da bir şey gelmediğine şaşırmaktan yazamıyorum. Yazamaz oldum. Düşünemez oldum.

İstediğin buydu, al.
İnsan müsveddesi...


(01 Haziran 2011, İstanbul)
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!