... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

KCRH

Bugün, yaklaşık iki aydır ilk kez, çekmeceden çamaşır çıkarıp, pijama çıkarıp giydim. Benim için zevkti.

Bu da böyle bir Afrika notu olsun. 
Evime hoşgeldim.

06.45 yazısı

Fermuar açılıyor, duyuyorum ama gözümü açmıyorum, rüyada mıyım gerçekte mi hemen ayırt edemiyorum. Ben normalde, ben uyurken açılan fermuarların sesini duymam ki zaten. Yatağımdayken duymam. Yatağımdayken böyle şeylere uyanmam; ancak başka bir yerdeysem, mesela pek kimsenin bilmediği bir koyda, en yakın yerleşim yerinden kilometrelerce, en yakın arabadan yarım saat uzaktayken mesela, duyarım.

Hem, fermuarı açan bir ayı olsa mesela bir "aslan kaç para-para-pom"lu film gibi, yanımda, çadırımı paylaşan bir adam var ya herhalde uyanır, diyorum. Benden güçlüdür ne de olsa, ellerimiz de armut toplamıyor ya.

Ama fermuarı açan bir ayı değil belli ki, adımı çağırıyor yanımdakini uyandırmamaya dikkat ederek. Kafamı kaldırıyorum; terlemişim. İnsan dağ başında da olsa, yazın uyku tulumu fazla geliyor. "Ne?" diyorum sersem sersem. En geç uyuyan benim, o yüzden uyku sersemiyim, geç uyuyorum çünkü ben hep yıldızlara bakarım, sanki yarım saat daha baksam farklı bir şey olacakmış gibi. (Bir daha göremeyecek olma korkusu mu var bende acaba? Sanmam. Her şeyi içime çekme arzusundan olacak.)

"Uyandır dedin ya" diyor, "güneş doğacak birazdan."
"Geliyorum" diyorum ve hakikaten de kalkıp gidiyorum. Kaçacak bir şey var, önemli. Çıkıyorum çadırdan, birden inanılmaz üşüyorum. Polarımı sırtıma alıp oturuyorum sönmüş ateşin yanına. Beni uyandıran arkadaşım, başka bir arkadaşla beraber, enerjisinin zirvesindeymişçesine dans ediyor az ileride, deniz kıyısında. Gülümsüyorum. İnsanların geçici enerji ikmali, sonsuz gibi görünen kahkahalar için ve sevgiyle dolmak için yaptıkları... Aslında belki de en mantıklısı.

Güneş doğuyor; güzel de doğuyor ama beklediğim bu değil, daha güzel de olabilirdi, ya da ben şimdiye kadar bu konuda müşkülpesent olabilecek kadar çok tan ağarttım, ondan oluyor bunlar. Bozcaada'da da olurdu; anlamazdım insanların neden günbatımına bu kadar önem verdiğini. Sonradan fark ettim, çocuklukları boyunca bisiklete binmemiş, ilkgençlikleri boyunca güneşin denize battığını görmemiş insanlar vardı ve onlara, Bozcaada'daki günbatımı eşsizmiş gibi geliyordu. Oysa güneş Heybeliada'da da batar pekala ve gökyüzü hep aynı (hem aynı, hem de eşsiz) rengi alır. Kabak'ta da öyledir, İzmir'de de. Ankara için bir şey diyemem.

Şanslı olduğumuzu geç anlıyor ve hayatımızı çarçur etmekte beis görmüyorduk ne yazık; boş işler peşinde koşuyor ve bir işe yaradığımızı hissetmiyor, bu durumu önemsemiyormuş gibi davranıyorduk. Bizi, her sabah 06.45'te kaldıran alarma "bana şimdi iki saat daha ver, hayatımdan dört saati sana vereyim" diyecek kadar bıkmıştık hayattan aslında, baksana, ne demek iki saat uyku için dört saat hayat heba etmek? İnsan işi mi bu? (Ya da tam insan işi, alabildiğne mantıksız.) Kaçacak bir şey yok çünkü biliyorsun, önemli değil hiçbir şey yataktan kalkacak kadar bile.

Ama, işte o alarm sayesinde, hayır hayır, o alarm yüzünden biz kalkıp, aniden plan yaparak kendimizi uzak bir deniz kıyısında bulabiliyorduk. Böyle de bir şey vardı, insanın "cebinde parası, altında arabası" olması lüksü: Bir hayattan kaçabilmenin yolu, o hayatın sana sağladıklarını kullanmaktı.

Peki değer mi? Bunu hep düşündüm, hala düşünüyorum ve muhtemelen, hep düşüneceğim.
Alışamama illeti var bende. Yakasını bilerek bırakmadığım bir illet.



(Çok eski bir yazı, Tereddüt'e ikinci ya da üçüncü gidişten kalma. Neden yayınlamadığıma anlam veremediklerimden. 
Erce'me sevgilerle.)

Afrika'nın kulak memesi


"Meğer buraya varana dek ne çok zaman harcamışım... Ben sıkıcı, beyhude bir hayatın peşinde koşarken o adeta sessizce beni bekliyormuş. Burada her şey daha ağır ve yumuşak akıyor. Bu hafif rüzgar tüm düşüncelerimi dağıtıp, bedenimi ürpertiyor."


Şaşılacak şey. Sanki 3 yıldır bu gönüllülük işini yapmak isteyen ben değilmişim, kafamda hiç kurmamışım, daha başvururken kabul edileceğimi (çünkü kesin edilecektim, hiçbir şeyde değilse de böyle konularda kendime güvenim tamdır) bilmiyormuşum gibi; gecenin köründe, kaldığım hostelin balkonunda oturup ürperirken şaşırıyorum. Afrika'ya geldim. Üstelik geleli bir ay oldu neredeyse. Bu da yetmezmiş gibi, uzun süredir burada yaşıyor gibiyim. Bir yatak ve iki sehpadan ibaret odama ilk girdiğim gün, iki gün içinde kendime başka bir yer arayacağımı düşünmüştüm. Üstelik ilk hafta ne kadar uzun sürdü! "Geleli 5 gün oldu" dediğimi hatırlıyorum tıpkı benim gibi buraya geçici olarak gelmiş olan, tanışıp muhabbet ettiğim ilk insanlara. Sanki bu akşam, daha birkaç saat öncesi gibi geliyor. Sonra yer değiştirmemeye karar verdim. Alıştım çünkü. Sevdim hatta.

Buraya kafam çok dolu geldim. Kendimle dolu. Hala da öyle.

Bir sürü de amaçla geldim, ama hiç sözcüklere dökmediğim amaçlardı. Sanki yılbaşıymış da, yeni yılda yapacağım/yapmayacağım şeyleri farkında olmadan belirlemişim gibi. Pazartesi kesin diyete başlayacak birinin sözde iyimserliğiyle. Ben iyimser biri değilim. Belki bu bile değişir diye düşünüyordum galiba. 

İyimser değilim, öfkeliyim ben. Değersizleşmekten ötürü öfkeliyim, her şeyin değersizleştiğini görmekten ötürü. Aksine beni inandıracak bir şey olmadıkça da değişeceğini sanmıyorum.

Değişmeyeceğini söylemek için erken belki ama, değişmez. ("İnsan nereye giderse gitsin kendisini de beraberinde götürüyor" dememek için yeterince kıvrandım diye düşünüyorum. Bu klişe de buraya not düşülmüş olsun. Yazıdaki alıntılar Hamam filminden. İstanbul'u anlatıyor. Oysa asıl sıkıcı ve beyhude olan İstanbul'du hatırladığım kadarıyla.)

Mutluyum burada. Rahatım. Yalnızım. İşini yapıp yapmadığından ziyade her gün belirli bir saatte masanda oturmaya başladın mı diye seni kontrol eden bir sürecin çok dışında (üstelik o süreci de yıllarca geride bırakmış gibi hissederek) çalışıyorum. İşim var, ama sabah erken kalkmak için her gün bir sebebim yok. Yine de 7'de, bilemedin 8'de kalkıp kahvaltı ediyorum: Tereyağlı ekmek, reçel, muz, ananas, duruma göre papaya ya da mango. Bir de kahve (yılların çaycısı olan ben!) Sonra bir müddet boş boş tavana bakacak, bir şeyler seyredecek ya da kitap okuyacak bile olsam erken kalkıyorum, çünkü uyumakla geçen zamanı ziyan ettiğimize dair o düşünce yine geldi yapıştı beynime bir yerlerden. 

Buraya çabuk alışacağıma hiç şüphem yoktu (bu da kendime güvendiğim konulardan biri). İnsanların bakışlarından, dikkat çekmek için çıkardıkları thısssssssss sesinden, "obroni" (beyaz tenli insan) diye seslenilmesinden rahatsız olmamaya ya da hava karardıktan sonra çarşıdan eve yürümekten çekinmemeye bile başladım. Akra'da tamamen rahatlar rahatlamaz bir diğer şehre, Kumasi'ye geçecek olmam işin cilvesi tabi. İlla bir heyecan olacak.
 
Afrika'ya gidiyorum dedim insanlara buraya gelmeden. Bir yere gidecektim ama nereye? "Gana neresiydi ya?" diyenlere kuzenden öğrendiğim yanıtı verdim: Afrika'nın kulak memesi. Afrika'yı -isabetle- bir fil kulağına benzetsek, burası gerçekten de kulak memesi olur.

İnsan burada yumuşar, kulak memesi kıvamına gelir mi peki? Yaşadığı dünyada ve zamanda, içten içe memnun olduğu kendi haline bir yer bulur mu? Memleketten ve sonsuz sıkıntılarından uzaklaşamaz ama, daha az endişelenir mi? Farklı bir bakış açısı edinir mi? Mutlu olur mu? Mucizelere inanır mı?

"Şimdi, nihayet yeniden hayata başlayabileceğimi hissediyorum."

Göreceğiz.

En azından, yeniden yazmaya (paylaşacakmış gibi yazmaya) başladım. Bir şeye de benzememesi içimi rahatlatıyor, iyi mi?


14 Ağustos 2015, Akra
00:09
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!