... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Doğru Yol

Politik değil. Laik.

Novo

Dün makarna yaptım da.

Siz nasıl bir mall'sınız?

Bazı reklamların sırf, uykulu halimle bir takside Esenboğa havalimanı - Sıhhiye yolunu kat ederken beni uyandırmak maksatlı hazırlandığını düşünüyorum. Bunların hiçbir arama motorunda karşıma çıkmayışı da yine, beni öfkelendirerek ayakta tutmak için, bu kesin!

Bu reklamlardan biri, hala hiçbir reklam panosunda rastlayamadığım Vakit reklamı, bir diğeri de (işte bu beni uyandıran) Ankamall reklamı. Bir dahaki gidişimde taksiyi yavaşlatıp fotoğrafını çekeceğim, merak etmeyiniz. Gerçi düşündüm de, ben size şurda paint'te yapıvereyim bir taslak, hatta siz de yapabilirsiniz, tek ihtiyacınız olan bir apaçi fotoğrafı. Google it!

Renkleri biraz abartmış olabilirim.

(27 Nisan 2010, Ankara)

Şöyle de bir şey var (içten yanmalı, kendinden tıklamalı)

naçizane: Dönüş (Volver gibin)

Ankara'nın İstanbul'a dönüşü neyse,
Playa'yla gidip Kimata'yla dönmek de o (oh be!)

Feysbuk a.q!

Dün Beyza'mla havadan sudan konuştuk, ben bir konuyu bir türlü açamadım. Yeterince hakkında konuşulası gelmedi bana. Tam kalkarken, sanki o an aklıma gelmiş gibi patlattım soruyu; Beyza da hesap mesap dinlemeyip gerisingeri oturdu yerine.

Verdiği tavsiye belki de birilerine söylemem gerektiğiydi (bu tavsiyeye en son uyduğumda kendimi ne çok yediğimi hatırlamıyor değilim). Beni uyarmayı da ihmal etmedi:
"Ama iyi düşün; ağzından çıktığında, gözünde büyüyor."

Gerçekten de öyle değil mi, birilerine anlattığımızda gözümüzde, içimizde büyümüyor mu aşkyadaherneyse? Kolayca unutulacak bir şeyken belki... Görmezden gelebileceğimiz ve belki de gerçekten görmezden gelinmesi gereken bir mesajı paylaştığımız, üstüne konuştuğumuz ve birbirimizi gaza getirdiğimiz için işler sarpa sarıyor bazen.

Bak şimdi burdan He's Not Just That Into You kafasına girdim, dün aklıma gelmemişti. Kadınlar yapıyor bunu, bu paylaşmayı! Sonra konuşa konuşa, bence böyle, bence o da senden hoşlanıyor yoksa böyle demezdi/yapmazdı, elini kolunu buraya koymazdı diye diye, kendimizi orada olmayan bir şeye inandırıyoruz: Ahmet Ayşe'yi seviyoooo!ya.

Ben bugün -yine- şuna kani oldum ki bir insanı görmek, görmemek filan değil sıkıntı: İki tarafın da feysbuk hesabı olduğu sürece o iş kaldığı sürüncemede lastik gibi uzuyor. Hay bin kunduz, elin gidiyor bir kere başharfine basıveriyorsun, işte karşında: Ne yapmış, ne etmiş, neyi ve malesef kimi beğenmiş, nereye gitmiş, neler çekmiş (fotoğraf babında), ne yazmış vesaire vesaire. Ona da bakayım, buna da, aman da ellerine sağlık, vay be ne yetenekler varmış sende, derkeeeen; "işte ben bu bakışı seviyorum" veya "yav ne komikmiş, yirim!" diye düşündüğün anda hooop başa döndün demektir, kitlenir kalırsın bilgisayar başında. Kitlenirsin evet, anladın işte, zorlama.

Şu sanal paylaşımlar bir gün işe yarayacaksa ben blogumdan ekmek yemek isterim, kayıtlara geçsin lütfen.

Kutlu Doğum İki Haftası

Sıradan ve karamsar (çünkü benim karamsarlığım sıradan) doğumgünü yazımın üstünden takriben on gün geçti ama böyle yaptıysam bi sebebi var: Beyza'mı daha dün görebildim, dolayısıyla annemden gelen ilk doğumgünü hediyemden dün aldığım son doğumgünü hediyesine kadar tam iki hafta etti!

Kutlu doğum haftası herkese nasip olur (haşa! dediğinizi duyar gibiyim, zor kullanmadan dağılınız) ama kutlu doğum iki haftası olmaz, derim ben (bakınız, kendimi beğeniyorum).

Tam da harıl harıl kareoke mekanı ararken, Dodo ve Gülş'ün yazılarını okumamla mekanda yer ayırtmam bir oldu, sonra da hatırı sayılır miktarda adamı doldurdum oraya; iş tayfası, lise tayfası, ENSO tayfası, Portakal Suyu tayfası... Çoğunlukla berbat seslerimizle utanmadan bir de şarkı söyledik :) Bence en başarılıları It's My Life ve Does Your Mother Know oldu, ama haklarını vermem lazım, gelmekle kalmayıp bir de Gamzelim patlatan Sam-Aslı-Erdem-David dörtlüsü de takdire şayandı. Erce'nin kankalarıyla hoplaya zıplaya içeri girişi ve sanki saatlerdir ordaymışçasına aradan şarkıya girişi de öyle.

Bir de Askı'm kanjimle Yaz Yaz Yaz söyledik ki eğer Mor ve Ötesi o şarkıyı gerçekten o kadar kırptıysa, tatlı su sosyalistlikleri dışında bir sevmeme sebebim daha var kendilerini! (Şunu yazmadan dinleseydin ya diye düşünenlere teşekkür ediyorum ve fakat bilgisayarım tıp oynuyor, neden bilmiyorum) Neyse, yine de biz onu aradan çıkardık en azından... Bense, sadece Daha Mutlu Olamam'ı söylemekten vazgeçtim, çünkü daha mutlu olabilirdim.

Yine pasta ayarlamadım kendime çünkü aynı dileği tutacaktım, o yüzden mekandaki üçüncü mutlu yıllar şarkısı çaldığında üstüme alınmadım. Ama madem oldu, ben de bir değişiklik yaptım bu sefer ve değişik bir dilek diledim.

İyi ki doğdum, orkid şarkısı söylemedim, Allah belamı vermedi, gördün mü 25 oldum!

şu köşe otel köşesi

yeterince uğraşırsanız ankara'da, bir otelde ve yalnız olmanın da iyi tarafını bulabilirsiniz.

Astığı astık başbakan (23 Nisan kutlu olsun!)

Hoplaya zıplaya 23 Nisan kutlanmıyor mu artık güzel ve yalnız ülkemde, bir kanalı açıyorum "ulusal egemenlik kavramı" tartışılıyor, bir diğerini açıyorum, sinirim tepeme çıkıyor: Atatürk'e diktatör diyen badem beyinli zihniyetin ettiği lafa bak!
***
Bunları karşımıza çıkarıp da, sonra hiç küfür etmememizi, her daim politically correct bireyler olmamızı mı bekliyorlar?! Ben olamam arkadaş. Ama ben siyasetçi değilim. Başbakan, hiç değilim. O yüzden istediğim kadar anasını satarım bu hükümetin, BÖ! dışında da kimse beni yadırgamaz.
***
Biz kafamızı açalım, Kemal Kara'nın tarih kitaplarının dışına çıkalım, dünyaya at gözlüklerimizin dışından bakmaya çalışalım -hani beynimiz yıkanmıştı ya yıllardır-, acaba olur mu diyelim, tartışalım, özgürlükçü olalım, her şey olalım da bir Türk olamayalım... Siz de fırsattan istifade üreyin, yayılın, büyüyün, öyle mi?
***
Ya sev ya terk et!çi başbakan, sana diyorum:
Ben seni sevmiyorum, sen burayı terk et!
Erdoğan'dan minik başbakana: İster asarsın...

ANKARA - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 23 Nisan geleneği üzerine koltuğunu Orhan Cemal İlköğretim Okulu 4. sınıf öğrencisi Elgin Koçubaba'ya bıraktı.

Başbakan Erdoğan, konuşmaya başlamak için izin isteyen küçük başbakana “Artık yetki sende; ister asarsın, ister kesersin” dedi.

Haberin devamı için:

Pfizer Türkiye. Nihayet.

Bence Pfizeeer, insaniiin, içindeyken şikayet etmesiyle, şirketten ayrılsa da feysbuk ağından çıkamaması arasındaki ince çizgidir. Ben bellatrix.

No Vain No Gain



Kendini beğenmiş
olmak istiyorum zaman zaman,
yalnız
bunun için önce
kendimi beğenmem gerekmesi
beni biraz zorluyor.

eğlenilecek adam VS evlenilecek adam

Piyale Madra'yı seviyoruz, destekliyoruz :)

Dün gece, hoplayıp zıplarken şunu düşündüm:

Yanımda birinin olmasını isteyebileceğim çoğu yerde,
yanımda olmasını isteyebileceğim adamları gözümün önüne bile getiremiyorum.

Onlar oraya ait değiller gibi.
Benim hayatıma neden ait olsunlar ki?

Daha yapmak istediklerimin çokluğundan mıdır, eğlence yelpazemin geniş oluşundan mıdır, yoksa ayakları yere basan, sahiplenici adamları gözüme kestirdiğimden midir, bilmiyorum. Beraber eğlenebileceğim kendi yaşımda adamlara dengesiz deme kibirim yüzünden çarpılmış da olabilirim :) Başlığa bakmayın, bu ayrıma inanmam. Bu ikisini bir arada bulmadığım sürece parmağımda yüzük olmayacak.

Acelesi Olmayanlar

Haftasonum, yaşasın23Nisan'dan ötürü 3 gün olmasının da katkısıyla, eşi zor bulunur bir haftasonu oldu ve pazarlardan nefret etsem de, hala önümde yarım gün var.

23 Nisan'ı olabildiğince yatay pozisyonda geçirdikten sonra, İzlanda'daki volkanın azizliğine uğradığı için İngiltere'ye dönemeyen Cem'le konuştuk. "Bana gel istersen" lafını söylediğime hiç bu kadar mutlu olmamış olabilirim. Akşamın bir saati olduğu için artık evden çıkamayacağım ve eve kimseyi çağıramayacağım günlere paydos! (Bunun için daha uzunca bir süre şükran dolu olacağım) Cem geldi, uzun uzun sarıldık kapıda eskisi gibi. Ardından Ezgi geldi, Şahin ve Cihan da ve biz, Vec de bende olmasına rağmen liseyi yad etme kafasını yaşadık uzunca bir süreden sonra; bu arada soul kitchen, moonwalker, finding nemo ve ağır roman'dan oluşan, hangi sırayla dizersen diz saçma olacak bir dizi filmi de arkaplanda döndürdük. Ben kalkın demedim, onlar da gitmediler; saat 5 olduğunda artık hepimizin uyuması lazımdı.

12'de Vec ile kalkıp kahvaltı ettik, Sex and the City'ye sardık ve sardırdık biraz; sonra Cem kalktı, geldi yanağıma bir öpücük kondurdu. O an, bu yazıyı yazmaya karar verdim, aha belgeliyorum:

Bu yazı, içeride uyumakta olduğunu bildiğin dostunun sabah kalkıp, gelip yanağına bir öpücük kondurması üzerine yazılmıştır.

Bazı insanlarla araya giren mesafeler, başka insanlar, işler yüzünden görüşemediğime kahroluyorum. Daha önce de dedim ya, beni çok iyi anlayacağına emin olduğum bir adamdır Cem öyle çok sık görüşmememize rağmen ama yine de, telefonda dakikalarda karşılıklı susabildiğimiz tek adam olmasıdır onu inanılmaz değerli yapan. Normal şartlar altında, sustuğumda ya o an daha önemli olan bir iş girer araya, ya da "hadi kapat" der karşı taraf. Normal şartlar altında böyle olur.

İnsanların ortaokul-lise arkadaşlıklarının farklı olduğuna inanma sebebi, 7 yıl beraber okuyup birbirinin evrimini görmenin, normal şartlar dışında davranmaya izin vermesidir. Çünkü bu adamlara tek olurcasına sarılırsınız, koluna girersiniz, çok özlediyseniz sokakta yürürken öpüverirsiniz, otururken elini tutarsınız ve sizi bilen kimse bunu yadırgamaz (bilmeyenler de sevgili olduğunuzu sanarak yadırgamaz). Bu noktaya, hayatınıza sonradan giren insanlarla gelmek imkansız değil ama daha zordur.

Ayrılamadık dün, herkes bir süre günlük işlerine baktıktan sonra akşam buluşmak üzere sözleştik: MiniMüzikhol'de DearHead çıkıyormuş (Vec öve öve bitirememişti). Gecenin bir yarısı, insanlar eve dönme hamburgerlerini yerken biz Kızılkayalar'da aç karnına içilmez hamburgerlerimizi yemekteydik. Mekana girdik, birer içki aldık. Bu mekanlara girer girmez ortadaki pist (veya oradaki halı) üzerinde dans etmeye başlayan kafaya bazen özeniyorum :) Pandaloop'tan sonra tıklım tıklım oldu ortalık, herkes coştukça coştu. Ben en çok crystalized'ın remixi çaldıktan sonra mekanı terk etmek istedim, geceyi zirvede bırakmak için.

So don't think that I'm pushing you away
When you're the one that I've kept closest

Aynı anda da bir karar verdim: Başımın tepesinde Demokles'in kılıcı gibi asılı duran kuklamın hatırına, bu şarkıyı Özgür'e armağan edecek ve onu değilse de kendimi biraz öteye ittirecektim. İğneyi kendine, demişler; biraz da kendime bakmam gerektiğini ve kendimle kalmam gerektiğini fark ettim. En güzel günüm gecem olmuyorsa ve hep azıcık eksiksem, o zaman şarkıyı yanlış kişiye ithaf etmiş olabilirim.

Benim acelem yok. Sakin zamanlar lazım bana ve sakin derken, evde oturmaktan bahsetmiyorum. Hatta tam tersi!

Dün de, biyolojik saatlerimiz önceki gece 5'te kaldığından aynı saatlerde bazal metabolizmaya geçmemiz gerekti, eve bırakıldım ve pazar öğlene kadar muazzam bir uyku uyudum ve ta-da! Karşınızdayım.

Gezi dergisi yazarları veya Yavuz Donat gibi şunu yaptım, bunu ettim diye yazdığımın farkındayım amma velakin, yazmam lazım sevgili blog; ne paylaştığımı anlatmazsam kimi neden sevdiğimi, neden tespit kafalarına girdiğimi nasıl açıklayabilirim?

Bu yazıdan bir şey alacaksanız o da şu olsun: Bulursanız DearHead dinleyiniz.

(Eksen'deki şarkıyı da bulamadık ama yine de minnettarım.)

Çiköfte

Bir aile saadeti gününde daha, yediğimiz en başarılı çiğköfteciye doğru yürüyüşe geçtik annemle. Kaçtır gidiyorum, slogana ilk kez dikkat ettim: Dünyayı Saran Lezzet.

Bizim çiğköftecinin de İstanbul ve çevre illerde hatırı sayılır miktarda şubesi var ama yine de höeh! demekten kendimi alamadım. Herkes ne kadar iddialı yahu!

Alttaki -keşke hepsini bitişik yazsalarmış- bayimizolurmusuz ayrıca dikkatimi çektiğinden, aldım koydum buraya.
Bu arada orada otururken annem, sevgili ofis arkadaşlarımın bana aldığı kitap ayracının ne kadar iyi düşünülmüş ve esprili olduğundan dem vurdu ve "insanlar neler buluyor" diye şaşırakaldı. Sevgili çiğköftecim de "gerçekten çok şaşırtıcı değil mi" dedi, "mesela kocaman demir uçak, nasıl uçuyor?"

Böylece asrın geyiğine varınca, yeterince komiklikli şakalı bir gün geçirdiğimize karar verdik ve eve döndük.

Çimme günlüğü

Bugünü bayağıdır duymadığım ve kullanmadığım bir sözcüğe adıyorum ve kendisini cümle içinde kullanıyorum: "Biz bugün çimdik."

Bu 23 Nisan'da, çimlerdeki öğrencilerin yerini biz aldık. Bakan koltuğuna yalandan oturmaktan daha mutluluk verici olduğuna emin olun.

Yeşilliklerde yuvarlanasımız var demiştim ya, kalktık okuluma gittik. Yanağını sıktığımın okulu! Çok özlemişim alternatif çimlerde oturup etrafta sotelenmiş çiftlere (get a room!) sarmayı; yandaki grubun konuştuklarını, dünyayı kurtarışlarını dinlemeyi; muhabbet etmeyi / susmayı; yatıp gökyüzüne, erguvanlara bakmayı ve kısacık bir süre için bile olsa hiçbir şey düşünmemeyi başarmayı çok özlemişim!

Bundan üç yıl önce, yine 23 Nisan'da fotoğraf çekmiştik okulda; babalar, İrem, Pedram ve ben. Tekrar bir araya gelecek olmanın; daha doğrusu tekrar bir araya geleceğini bilmenin gerginliği vardı İrem ve Pedram'ın üstünde, babalar ve ben ise mutlu bir çifttik. Öyle zamanlarda insan ayrılığı hiç düşünmüyor. Öyle zamanlarda insan, ayrılırken aklına gelen "acaba biz de bir gün bu gerginliği yaşayacak mıyız?"ı da hiç düşünmüyor.

Okula arabayı park ederken tarihi fark edip, anlattım bunu Vec'e. Dinledi. Böyle şeyleri anlattığında insanı eski erkek arkadaşını özlemekle yargılamayacak, üstünden ne kadar zaman geçtiğini hatırlatmayacak veya kafasını başka tarafa çevirmeyecek adamlar lazım insana.

Sonra uzunca bir süre oturduk okulda birkaç kişi, biz de üşümeye başlayana kadar Derya'yla yazsal planlardan bahsettik, 'aslında Zeitgeist'a gitsek ne güzel olurdu'dan, onların geçen yılki Çeşme maceralarından, road trip'lerin güzelliğinden, hani yamaç paraşütü yapacaktıklardan, haftasonu kaçabilmeklerinden... Konuştuk öyle, yapmak istediğimiz ama çevremizdekilerin üşengeçliğine kurban giden planlardan konuştuk. Düşünmesi bile güzel, onları düşünürken yılda 15 gün olan iznimiz çok azdı.

Yine de enseyi karartmamak lazım, geçen yıl listeme aldığım Assos-Cunda-Bozcaada üçlemesinden birine gitmeyi garantileyip iznimi aldım bile! Böyle düşününce insan "hepsini görürüm, her şeyi yaparım lan, ne ki" diyor kendi kendine. Biz de evrene verdik pozitifi, verdik pozitifi. Hadi hayırlısı...



(23 Nisan 2010)

Faking fabulosity

(birkaç saat önce, tek başına gidilemeyecek bir edirne'den bahsetmişken üstüne izlediğim şey - belki de gitmek lazımdır?)

As for me, after I was recycled...
I decided instead of running away from the idea of a life alone, I'd better sit down and take that fear to lunch.
-Waiting for someone?
-No, it's just me. Thanks.

So, I sat there and had a glass of wine...alone. No books, no man, no friends, no armor...
No faking.

(Sex and The City 204, They shoot single people, don't they?)

ordan burdan

ne yazacağını bilmeden yazası olması insanın, çok çelişkili bir durum ama elini kalemden/klavyeden de alamıyor insan.

hava inanılmaz güzel dışarıda, birazdan vec ile biyerlere gidip çimlerde yuvarlanacağız. uykusuz da almadım ben bu hafta, giderken alacağım ki bu iki ıssız kadın, ıssız adam kafası yapsın şööyle.

uzun uzun araba kullanasım var, bir dahaki bursa ziyaretimi iple çekiyorum desem yeridir. bir gün bir çılgınlık edip edirne'ye ciğer yemeye mi gitsem napsam ama bu işler tek başına yapılmaz ki. tek başına yemek yemekten hiç gocunmuyorum ama sırf çılgınlık olsun diye yaptığım bir şeyi de yapamam tek başına, zavallı gibi. zavallılığımı kimse görmesin diye evde otururum daha iyi :)

bazen bazı insanları çok kıskanıyorum. inanılmaz ama! kafasını kıskanıyorum, o kafanın içine girmek istiyorum, being roald dahl diye film çekmek istiyorum misal. bir insan, dev şeftali'yi, fantastic mr. fox'u nasıl yazar ya? nasıl bir insan alice in wonderland'i kurar kafasında, ne yapar da l'homme qui plantait der arbres'ı çeker, howl's moving castle'ı yaratır?

bunun için nasıl bir beyin ve cesaret gereklidir, bilmiyorum ama hani sorarlar ya kiminle tanışmak isterdin diye, o soruya benim verebileceğim bir yanıt gerçekten yok!

bu arada dün 2-3 tane film izledim; ferzan özpetek'in mine vaganti'si de bunlara dahil. vec mutsuz, ben mutlu çıktık filmden, tekrar tekrar izlediğim bir cahil periler, bir karşı pencere kadar olmasa da bence özellikle ikinci yarısı oldukça ilginçti. bir keşfim var ki beğeneceğinize eminim: nicole grimaudo. inanılmaz bir tarz. ben tabi ki gidip en raoul bova'ya benzeyen adamı buldum: carmine recano. kemik gözlüklere karşı bir zaafım var sanırım (bu insanları da birbirleriyle film çekebildikleri, fırsattan istifade öpüşüp koklaşabildikleri için kıskanıyorum desem?). bir keşfim daha var, o da çok iyi bir intihar yöntemi.

gece 9'un yarısında dayanamayıp uyumuşum. huzurlu bi uyku uyudum, o ayrı. bu sabah da, uyanmama rağmen zamanım var diyerek kendimi uykudan aşağı ittirdim, bu lüksü haftasonlarında bile çok az yaşayabiliyorum. bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşayabilirim demiş oscar wilde. tabi.

devam edicem ama inanılmaz açım, daha kahvaltı etmedim, uyuşmuş gibi bilgisayar başına oturdum ama sanal dünyaya değil, yazmaya bağımlılığımdan. bana bi kahvaltı molası verin efendim, saygılar.

Zaman kaybı

Her hafta düzenli toplanma fikri bizden çıktı, tamam. O birkaç saat iyi kullanılsa çok da etkili olabilir gerçekten ama sırf toplantı yapıyoruz diye boş gündemler üstünden gitmek nedir?
,
Bir kere, ben kendimin bile olmayan bir tezin anket soruları için neden üç toplantımı ve takriben 5 saatimi harcıyorum? Kendimin bile olmayan çalışmaların pisliklerini temizlemek için neden günlerimi harcıyorsam, o yüzden herhalde.
,
Sonunda elde edeceğim şey "her şeye hakim olmak"tan ibaret olacak. Bu ne tür veya ne kadar bir tatmin sağlar insana? Düşünceliyim.
.

Nakka!

Sonra bana dönüp de TDK'yı neden sevmiyorsun, demeyin.

"Nakka" dinleyesim geldi bugün, açtım bi grooveshark, bir de bu nakka tam neydi diye hani elimin altında TDK var bi bakayım dedim, yok ki arkadaş!

ekşisözlük'te var ama, ne de olsa kutsal bilgi kaynağı. Tabi.

O zaman Türk Dil Kurumu ne yapıyor, koyalım oraya da iki tane suser (ya da Tuser -t büyük-) onlar da takılsın sözlükte, açılan başlıkları cümle içinde kullansınlar Halit Ziya'dan filan...

Zaten TDK deyince aklıma masanın altına örgü şişini saklamış, Türk kahvesi içip Çalıkuşu okuyan hanımteyzelerden başka bir şey gelmiyor. Kimse kusura bakmasın.

Satürn

Susan Miller bana demiş ki (bana!):

You may be thinking, "If Saturn won't be in my close, committed relationships house for most of April, May, June, and most of July, then where WILL Saturn be?"

Ben de kendime hep bu soruyu sormuştum yaaa, ah yaaa...

Meraklılarına: http://www.astrologyzone.com/forecasts/

69'u çok seveceksiniz!

Bu da reklam ha :D

Bi tane daha var ama yeterince açık ve saçık değil, o yüzden ikinci planda kaldı: Tıklayınız.

Seyircilere "donsuz geceler dilediği" için işten kavulan TRT Hava Durumu spikerinden bu yana, açıksözlülükte bayağı ilerleme kaydetmişiz.

"Siz fesatsınız yahu, biz öyle bir şey demek istemedik"e yatılamayacak kadar bariz bu dalga; 69'u da özellikle seçmedilerse ne olayım!

Rüya :)

İçimde dışarı çıkmaya çalışan bir mutluluk vardı birkaç gündür, sabah dün gece gördüğüm rüyayı hatırlamamla beraber pırtladı ordan.

Rüya da öyle anlatınca benden başkasına bir şey ifade edecek bir rüya değil; kadınların ayakkabılarının topuğunu kıran cinsten bir arnavut kaldırımı, deniz kokusu, iki araba, siyah renk, bir sırt çantası, bir kulaklık, bir günaydın, bir o, bir ben. Bundan ibaret.

***

Geri taşıyoruz ofisi, söylemiş miydim?

Lost Highway

Dün gece Lost Highway'i izledim.

Daha göreceğim çok şey var lan hayatta...

Bana hiç uymasa da, adamın kameralardan nefret etmesini sevdim; "çünkü bazı şeyleri kendimce hatırlamayı severim" diyordu adam, "onları illa ki oldukları şekliyle hatırlamam gerekmez."

Ayrıca canımın içisin Bill Pullman.

Evcil

İlk "bloglamaya" başladığım zamanlarda sanırım cesetizleri'nin blogunda gördüğüm bayağı içten bi yazı vardı, tam da hatırlayamıyorum ama hissiyatı bana çok tanıdık gelen "beş yaşında gerizekalı çocuklar gibi seni her sevdiğini söyleyene sonsuz güvenmenin salaklığı" konulu birkaç cümleyle başlıyordu.

(Bu arada ayıp olmasın diye link verdim ama gittiniz gördünüz ki yazıların yerinde yeller esiyor... Bu birden yazmaktan vazgeçme nanesini de anlamıyorum -hem de yedi yüz bilmemkaç kişinin izlediğini bilirken-; zaten yoktu kız bir süredir, hazır yokum toptan yok olayım bakalım kimse fark edecek mi, mi dedi nedir?)

O hissiyattan hareketle, kendi yazımıza dönelim...

***

Biri hayatına giriveriyor, tamam diye mesafeli mesafeli yakınlaşıyorsun; canın ciğerin oluyor, seviniyorsun... Evcil hayvanı olması gibi aslında insanın, öleceğini bilerek hayvanı almak ve sonra acısının üstesinden gelememek gibi; hayatına soktuğun adamı da bitebileceğini düşünerek kabul ediyorsun ama bittiğinde üstesinden gelememenin salaklığını yaşıyorsun. "-sız yaşayamamak" değil bu ama içinde hep bi hüzün kırıntısı oluyor, bir yerlere batıyor sen hareket ettikçe.

Artık hoşçakal demek veya hoşçakal demeden veda etmek (düşünülemez, ama) daha kolay gibi geliyor; sürekli kavga edip barışan çiftler gibi ama hiç kavga edemeden ayrılmak... Kavga-bile-etmeden.

Çünkü yoruluyorsun. Onu düşünmekten yoruluyorsun, onun için veya onun adına bir şeyler düşünmekten yoruluyorsun, o seni mutlu etmezken senin onu nasıl mutlu edeceğine kafa patlatmaktan yoruluyorsun; onu gülümsetmek istiyorsun, ona yardım etmek ama nasıl, bilmiyorsun ki; belki çok sıkmak, belki rahat bırakmak gerek, bilmiyorsun (hani onu tanıyordun?), bilmiyorsun işte ama deniyorsun; bozuluyorsun, düzeliyorsun; en kötüsü de ne biliyor musun, o seni bir mail, bir şarkı, bir bakışla her düzelttiğinde ona daha çoğunu vermek istemen ama ters giden bir şey var hala, o beş yaşındaki gerizekalı çocuğun salaklık hissi işte... Bir yerde "tamam o mutlu olsun da" ermişliğine ulaşıyorsun belki de; geç oluyor, güç oluyor.

***


"Sözgelimi sen benim için şimdi yüzbinlerce oğlan çocuktan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var, ne de benim sana. Ben de senin için yüzbinlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimize gereksinme duyarız. Sen benim için dünyada bir tane olursun, ben de senin için"

(...)

"Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, insanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkanlardan. Ama dost satan dükkanlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan, beni evcilleştir işte"

***

Ayrılmak ilişkisel bir şey midir illa?


Bir süre sonra yazacağımı düşündüğüm bir yazıdır. Bu akşama kısmetmiş.
(20 Nisan 2010)

Günün Sözü



Eksik(lik) Yazı(sı)

Telefonu kapat, kendini yine eksik hisset. Üşü. Sırtına bir battaniye alıp, koyduğun salak filme bakmaya devam et. Canın sigara istesin, savuştur isteğini çünkü aslında canın zehirlenmek istiyor. Sehpanın üstündeki kadehe bak, bak öyle ama kolunu kaldırıp alacak takatin olmasın. Filme bakmaya devam et çünkü bırakamazsın yarısında.

Hiçbir şeyi bırakamadın yarısında. Gerekti, ama silkelenemedin.

Uyumaya bile halin yok, değil mi? Uyumadan önce yapacağın şeyler mi gözünde büyüyor, dişini fırçala, makyajını sil, kültablasını boşalt, kapıyı kilitle, kombiyi kapat... Of. Kalkama yerinden. Keşke seni yatırıp üstünü örtse biri, elini tutsa, sarılsa, uyuyana kadar da yanından gitmese.

Kimse yok.

Herkesin ne kadar çok bahanesi var değil mi herkese karşı? Senin de var, yok mu, bahane demeyelim de mazeret işte. Beğendiğin bir adamın çocuğu olmuş; evli miydi ki? Fark etmemişsin,

neyi fark edersin,
ne fark eder?

Mazeretlerin hep hazır, savunman ya onlar aynı zamanda... "Çünkü o arkadaşımın kankası da ondan", "çok yakın çalışıyoruz, ondan", "zaten soğuk nevalenin tekiydi", "it's just a little crush". Tabi.

Yüzleş: Hiçbiri seninle ilgilenmedi.

Uçurumun ağzında, ikiniz arasında seçim yaptıracak olsalar gözünü kırpmadan "o" diyeceğin adamlara sayfalarca döşenmek istiyorsun; "neden?" diye bağırasın var böyle onlara vura vura. Öyle bir var ki, o kadar olur.

Ama yakışmaz sana.

Filmden bık, tam o sırada film bitsin.
Tepedeki Çimenlik'i aç, dinle.
Dizlerini karnına çek, küçül, ufacık ol, vazgeç birdenbire, her şeyden vazgeç.

Uyu.

(16 Nisan 2010)

"Çok güzel olsam... Naz Elmas olsam?"

Naz Elmas güzel kız Allah için, gerçi bu reklamda olduğundan çok daha güzel zamanları olmuştur bence ama konumuz o değil.

Hala yakmadıysanız buyrun burdan:



Arkadaş, bi bisküvi için bu kadar heder olmayı bir kenara bıraktım (çünkü orası Kanyon olduğu için bisküvi pahalıdır, birini kafalayayım da enayi bisküvisi yiyeyim diye küçük hesaplar peşinde koşuyor olabilir kızımız, ne de olsa son dizisi de yalan oldu, parası yok garibin)

Tarzan-Ceyn-Ceyn-Tarzan bir Naz Elmas, abiye kıyafetiyle kendisine (bisküvi) vermemiş bir adama "filmlere sığmasam, uçsam, kaçsam" diyor - ee, yani?

Benim merak ettiğim, bu herifin veya biz zavallı izleyicilerin şu görüntünün nesinden etkilenmesi bekleniyor? Sevimli bile değil, şımarık, mikmik diye gözünü kırpıştıran bi acayip kızcağız.

Amaaan, işte.

Eksen 21 derece 42 dakika

Bu akşam Radyo Eksen'de, saat tam 21:42'de çalan şarkıyı bi bulsam başka bir şey istemiyorum.

21:42'nin de içinde bulunduğu birkaç dakikada kan basıncım düştü, arabam yavaşladı, 25 yaşımı bitirdiğimi idrak ettim, kocaman mutlu oldum (bunun yaşımla hiç ilgisi yoktu), bir karar verdim, hafifledim, dün tuttuğum dileğin gerçek olacağına inandım, eve gidip kuzenimin hediyesi Küçük Prens'li pijamalarımı giyip güzel bi film izlemek istedim...

İzlanda'da volkan patlamış. Size bir şey diyeyim mi, Küçük Prens hala yaşıyor ve yanardağlarını (sönmüş olanları bile - ne olur ne olmaz) düzenli olarak süpürüyor olsaydı bu olmazdı.

Yine de avunabiliriz: Belki de sadece çiçeğine veya günbatımlarına fazla kaptırmıştır kendini...

1. Geleneksel

Bugün annemlere giderken yolda bir indirim ilanı gördüm: Çokokrem'de indirim varmış Rammar diye bir markette. Marketin sloganına dikkat:

Yeni bir gazete çıkarıp ilk günden Türkiye'nin Gazetesi iddiasında bulunmak gibi, bellatrix HT diye bir kanal açıp en iyi kanal demek gibi, ilk olan bir organizasyona gelenekseli yapıştırmak gibi bir şey (umut fakirin ekmeği tabe).

Yaratıcılıktan yoksun metin yazarlarını çayıra salıp rammar'a kayırtırsan böyle olur işte, bi Allahın kulu çıkıp da napıyoruz lan biz, dememiş. Bir umudum, değişmez adres derken "biz bu marketin olduğu yeri satın aldık, kiralık değil o bakımdan değişmez" diye düşünmüş olmaları.

Çok ilginç anne, çok.

Arpa boyu

Arkadaş, az gittim uz gittim, bir de baktım bir arpa boyu yol gitmişim; tüm bunlar gerçekmiş, yarın öbür gün bir arpa boyu yol gittiğine inanıyorsun da babanın beşiğini tıngır mıngır salladığına neden inanmıyorsun demezler mi adama?

1 petri kabı arpa = bilmemkaç cfu (colony forming unit)

Yalnızlık kafa yapıyor bende, anlaşılıyor mu? Martinimdeki bozuk zeytin de çarpmış olabilir. Veya aldığım kas gevşeticinin üstünden yeterince zaman geçmeden bünyeye alkol soktuğum için olabilir. Veyahut bugün attığım, yok lan kalbimin attığı parendeden de olabilir (ben parende atamıyorum ama kalbim atabiliyor). Evet, bundan olabilir. Bak şimdi ben ayakta duruyorum böyle tamam mı, ayakta duran insan ne yapar? Ne yapmayacağını söyliym: Düşmez. Düşerse de tak diye düşer işte adam gibi, temkinlidir, incitmez bir yerini. Ben parende atarken düşeceğim diye korkuyorum. Hem korkuyorum hem de denemek istiyorum böyle içim içimi yiyor ama bir yandan da diyorum ki abi bak, yanlış anlıyorsun her şeyi kendine gel, bir kere oldu bir daha olmaz, gözden uzak gönülden uzak diyorum... Yok arkadaş!

Ne oluyor? Bilmiyorum ama ne olmadığını söyliym: Bitmemiş.

Kafamı skeyim -afedersiniz-, size bir şey olmasın.


Ama bu demek değil ki sahalardan çekiliyorum... Bu sefer değil :)

Shopping and F**king

Dün Tiyatro DOT'taydık; iş ve aile ortamında kolay kolay dillendiremediğimiz bu oyuna gittik.

Herkes bir şey gördü bu oyunda; birimiz sıkıldı biraz, birimiz karmakarışık ve bas bas bağırmalardan rahatsız oldu, müzik çıktıkça biraz kıpırdandık yerimizde, hepimiz seyirciler arasındaki üst perdeden soprano soprano gülen oyuncuya gıcık olduk, biraz kafamız karıştı, azıcık kendimize geldik...

Oyun tanıtımından alıntılamam gerekirse "...Mikrodalgaların ısınmak için kullanılabilecek tek şey olduğu bir dünya..." sözüdür beni benden alan. Bağlanmaktan ne kadar kaçsalar da hayatları ve kendileri fiziksel ve ruhsal olarak iç içe geçmiş o üç arkadaşın hali, tavrı, doğallığı
- bunca yakınlaşmanın yıkıcı bir tarafı olduğuna kani olsam da -
ve o birbirlerine hesapsızca sarılmaları çok içimde kaldı.

Her şey uçlarda, her şey "çok": Kavgaların çok şiddetli, öpücüklerin çok anlamlı, küfürlerin çok ağır, sevişmelerin çok tutkulu ve her şeyin çok anlamsız olduğu bir zaman diliminde iki saat... Oldukça iyi bir doğumgünü etkinliğiydi bence; şaşırtıcı, yasaklı, sıradışı bir şeydi izlediğimiz; gördüğüm birçok oyundan da daha başarılıydı.

Ayrıntılı bilgi için:
http://www.go-dot.org/html/shopping.html

Sıradan bir doğumgünü yazısı

Bu sevimli bir yazı değil, önceden uyarayım. Mutluluk eşiğimi geçtiğimde eminim daha iç açıcı bir yazı yazmak gelir içimden


http://entel-dantel.blogspot.com/2010/04/bazen-boyle.html

Ben yazmadığım için değil, ben yazabileceğim için çok kıskandım.

Ama bir ekleme yapabilirim ki uyandığımdan beri beni dürtmekteydi...

***

İyi ki doğdun, dedi. Sizi seven bir adamın doğumgününüzü kutlayışı farklıdır. Hangi saatte doğduğunuzu bilir, hiçbir şeyin sesinizi duymasına engel olmasına izin vermez, siz mesaj atmasını tercih etseniz bile.

Bilirsiniz ki yanınızda olsa size sarılacaktır. Kendisi için değil, sizin için sarılacaktır sımsıkı, siz bırakmadan bırakmayacaktır asla.

Ve siz aslında başkasına sarılmak istemektesinizdir ki işte bu, çok suçluluk duygusu dolu ve çok çözümsüz bir durumdur...

***

İnsanın kendini alabildiğine sıradan hissetmesi en sıradan olmaması gereken anda dahi... Çok fena. Sıradan olmamak bir fiil değil, durumdur ama ben bir andan, bir günden bahsediyorum, tüm ömürden değil. Işıkların altında olmak gereken bir zamandan bahsediyorum. Gereken. İnsanın kendisine gerekir bu an. Bu doğumgünü olabilir (benim için önemlidir doğumgünü), saçımı kestirdiğim ilk gün olabilir, okulun ilk günü olabilir, bir adamın ("o" adamın) bana ismimle hitap ettiği ilk gün olabilir... Olabilir de olabilir. Ama olmalı.

Kendime bir söz versem, desem ki ben "tabi ki"ler insanı olmayacağım, hayatımızda en çok eksikliğini hissettiğimiz bir günü yaşamak için plan yapmayacağım, şimdiden tee gelecek yıl için ve hem de karşımdaki adam için, hiç!

Biliyorum tutamayacağım bu sözü. O zaman, tutulmayan sözlere içiyorum bu haftasonu; 25 yıllık sıradanlığıma bir doğumgünü daveti konduruyor ve aslında sadece kendime içiyorum.

Şerefe!


Your Own Personal "It's Raining Men"



El hubb, yani "muhabbet" veya filmde anıldığı şekliyle "kayıtsız şartsız aşk" şarkısının söylendiği hamam sahnesi, herhalde şu 7 Kocalı Hürmüz'ün en eğlenceli sahnelerinden biriydi.

çok şükür bu gece yatsıdan sonra / gökten adam, gökten erkek, gökten koca / gökten sapır sapır herif yağacak

:)

Kimse sevmedi bu filmi (izleyerek veya daha izlemeden) ama gelin görün ki, Ezel Akay'dan beklenecek kadar masalsı ve eğlenceli! Evet, ben de Nurgül Yeşilçay'ı fazla abartılı oynar buldum ama olay işin abartısında zaten: Türkan Şoray da kocaman göz kapaklarının altından baygın baygın bakarken çok doğal görünmüyordu herhalde.

Çerezlik kontenjanından izlenmeli bence...


Azıcık ansiklopedik bilgi isteyenler için tam teşekküllüyüm: http://sozluk.sourtimes.org/#18112719 veya el hubb yazıp altındakileri okuyun; özellikle 13. entry'yi.

Pame!!!

Altı haftadır sirtaki öğreniyorum ve bununla ilgili oturup iki satır yazmamışım bugüne kadar - şaşırtıcı!

Çok yazacak bir şey yok halen, sadece şunu söyleyebilirim -ki şimdiye kadar ne salsalar ne tangolar istedi de gitmedim- sirtaki öğrenin. Feleği Rum meyhanelerinde söndürmeyecekseniz de öğrenin, en fazla evde bi Despina Vandi açar, olmadıysa bi Bahar patlatıp Candan Erçetin'den, kendi kendinize dans edersiniz bence. Edersiniz çünkü içiniz kıpır kıpır olacak, ertesi günkü bacak ağrınıza da değecek, garanti!

Halay misaki hasapiko'dan ziyade, kendi kendime yaptığım ve daha nice rakı bardaklarıyla yapacağım zeybekiko'dan keyif almaya bugün başladığım ve akabinde de inanılmaz rakı aşerdiğim içün, bu yazı yerini buldu aslında. Beni bu mutlu günümde yalnız bırakmayan ve feci şekilde kalkası olduğu halde saatler 12'yi vurana kadar da gitmeyen kadim dostum Aslı'ya da çok teşekkür ediyorum; zira özgürüm kanatlandım, durmadım ayaklandım an itibariyle :)

Daha yazacak çok şey olur, arkası sonra :)

tutmak

bugün
o tuttuğum omzu bırakmasam ne olur diye düşünmedim değil
bir an...

Balıkçı Dede

Kaçtır geliyorum Trabzon'a, şöyle haşır haşır dalga sesi duyarak bir balık yiyememiştim işten güçten zaman bulup da... Bilen bilir, damarlarımda kırmızı et akar aslında ama böyle fırsatları da kaçıracak değilim. Bugün işim erken bitti, taksiciden beni güzel bi balık yiyebileceğim bir yere götürmesini istedim.

Haftaiçi gündüz vakti; hava soğuk, yağmurlu; ortam loş ve bomboş! Bir porsiyon barbun, bir de salata söyledim. Mısır ekmeği önden geldi Allahın emri kabilinden... Arkada da gözünü sevdiğim sanat müziği çalmakta, "gönül kapım açıktır / çalmadan gir içeri". Bi' tek de rakı söylesem sofram tamamdı aslında ama o kadar romansı tek başıma kaldırabileceğimden emin olamadım. Görev başında içmedim, diye çevirebiliriz de.

bluetooth arızası giderilemediği için yine bir temsili resim ile devam ediyoruz, ama merak edecek bir şey yok; zira benim çektiğim resim de bunun aynısıydı.

İşinin nesini seviyorsun diye sorana, işte bunu, derim, ofis dışında olduğum zamanlarda kırk yılda bir de olsa, bana nefes alma imkanı sağlamasını. Tabi ki evimde içmeyi tercih ederdim şu kahveyi, sekiz buçukta kalkacak uçağımı beklerken içmek yerine ama napalım, derler ya kaderde varsa düzülmek, neye yarar üzülmek diye; biz de keyif almaya bakıyoruz işte.

Mutluyum bugün yahu :)

Sitem içindeyim

"Bazen isyan edip yalnızlığıma
Sana karşı ince bir sitem içindeyim"


Sitem içindeyim de, kime sitem içindeyim bilmiyorum ki a.k.
Sitem içinde olmamın hiçbir anlam taşımadığı insanlara karşı sitem içindeyim.
Nafile.



Candan Erçetin, normalde de kaprisli kadının tekisin ama bu şarkıları yaptığın için çok pis bi insansın. Bu büyük iltifatı bir daha da duyamazsın benden; hele de Sütaşkı reklamından sonra.

Soru İşareti

Hala (evet, hala!) karışık olan odamı düzenlemeye çalıştığım bu gecenin iç karmaşasına gel:

Eskiden CD almazdım, alamazdım daha doğrusu (hala da korsana yüzde yüz karşı olduğum söylenemez de).

Bugün "Özgürlük Emek İster"i dinlemek için aldığım CD'yi, ancak kendimi, kendime CD alabilecek cendere içine soktuğumda alabilecek duruma geliyorum - özgürlüğe doğru mu, yoksa özgürlüğün sözdesine, müziktesine doğru mu emek veriyorum?

***

Güzel bir şey düşünmem lazım bunun üstüne...

Günlerden bir refleks gümüşüne bindiğim ilk gün, karşı yakaya geçer ve sağdaki arabaların hepsine galiba çarpacağımızdan endişe ederken hiç yoktan sordu bana dostum "Sen ne dinlerdin eskiden?" diye. Herhangi bir lafın geldiği veya gittiği yoktu o soruya.

"Nasıl yani?" dedim, "işte, lisedeyken mesela" dedi. Saydım üç-beş şey. Farklı şeyler dinliyormuşuz çoğunlukla, önemsiz.

Bulutsuzluk Özlemi bana onu, hiç yoktan sorduğu o soruyu hatırlattığı için, o an hiç önemsiz gibi görünen bi "işte o an" olduğu için aslında, şu an arkaplanımda çalan müziğe çok uydu.

***

İki tane soru işareti.
Seç beğen al.

(11 Nisan 2010, Akaretler)

Not: Bulutsuzluk Senfoni'yi dinlemeniz lazım. Geçmişinizde bu grup olmasa bile.

Arkası Yarın Reklamlar

Aslında baştan beri kılım şu son model Avea reklamlarına; kanımdaki testosteron seviyesi mi yoksa içimdeki Bir İstanbul Masalı izleyen kızdan mıdır bilmiyorum, erkek tarafını tutacağım izin verirseniz: Ozan Güven ne zaman Melis Birkan'ın karşısında Blendax reklamı triplerine girecek bir adam mertebesine düştü ülen? Yerlerde sürüklenmeler, konuşamamalar, aptal aptal hareketler filan...

Hayır Melis Birkan'ı seviyoruz, gıdısını sempatik buluyoruz, Issız Adam'ı izleyip bağrımıza da bastık, evet bazı afişlerde bildiğin inceltilmiş-uzatılmış olarak karşımıza çıkıyor falan fişman ama Ozan Güven lan! İkinci Bahar çekilirken Melis Birkan daha ergenlik sivilcelerini sıkmıyor muydu?

Bu konuyu bir kenara bırakıp, oturup bu Avea reklamı hakkında döktürmek için cuma akşamımı neden harcadığıma gelelim (ehm, umutsuz ev kadınlığımı yüzüme vurmazsanız sevinirim; ne yapalım, çok gitmek istediğimiz bir partiye beraber çok gitmek istediğimiz adamlar gitmiyordu). Bu reklam ne zaman Ozan'ın salyalarını akıtarak Melis'in peşinden koştuğu noktadan, dedeyle beraber muhallebicide oturma, dedenin "al sen al bu kızı" demesi ve kızın yüzünün kızarması noktasına geldi?

Artık reklamları da diziler gibi arkası yarın çektiklerinden olsa gerek, takip edemiyoruz. Veyahut, dizilere çok mana verdik efendim bi bölümde anlatılacak şeyi beş bölüme yayıyorlar diye, o yüzden hızlı çekim gidiyor reklam senaryoları. Yahu madem mantıklı bir seri olmayacak, o zaman neden çekiyorsun arkadaş? Dizi reyting aldıkça reklam alıyor, sen ne alıyorsun?

Aslında yanıtı biliyorum: Çekip çekip sonra maliyet yüzünden yayınlamaktan vazgeçilen ara bölümler yüzünden oluyor bunlar. Ben sayısalcı adamım, reklamdan satıştan filan anlamam, ama bildiğim bir şey varsa o da bir tüketici olarak bu saçmasapan reklamların beni bu markalardan soğuttuğudur. Güncellerden bi halı reklamı, bi bisküvi reklamı bi de pencere reklamı var ki sırada, pencere reklamı için lafı göbeğine oturtan bir yazı için buyrun diyor ve diğerlerini yazmaya söz veriyorum, çok içimde kalır yoksa (Eski reklamlarıysa hiç kurcalamıyorum, yoksa içinden çıkamam bu işin).

Beni izlemeye devam edin!

Melankolikim

Yonja'dır, Feysbuk'tur (bunlara ne deniyorsa işte, sosyal paylaşım ağları filan mı?) çeşitli alanlarda profillerinde mütemadiyen siyah-beyaz, melankolik gibi, babalar'ın deyişiyle ufka-bakar-gözleri-nemli fotoğraflara yer veren kızlara sesleniyorum:

Ben sizi hiç anlamıyorum, bana kendinizi bi anlatır mısınız?

Hayatı süperötesi giden; arkadaşları en bi kral arkadaş, en bi dost olan; her an herkese şımarabilen ve bu şımarmaları kesinlikle garip karşılanmayan ve tanıştığınızda etrafa neşe saçıyor olan ve en çok konuşan ve sesi teee sokak kapısından duyulan... bir kişi olduğu halde, sanki hayatta tutunacak bir dalı kalmamış gibi pozlar vermek nedir allaseniz?

Ben bilemedim. Ben bu aralar hiçbir şey bilemiyorum zaten. O yüzden, bana anlatsınlar istiyorum tüm samimiyetimle. Beni koruyun-kollayıncılık mıdır bilinçaltında; çünkü erkekler güçlü kadınları sever ama güçsüzleri seçerler midir? Bu işin raconu bu mudur?

İyiymiş.


-ama mütemadiyen dedim, bir olur iki olur, profesyoneldir, arkadaş çekmiştir güzel olmuştur falan, öyle değil-

ben bu fotoğraflara baktığımda hep şu alttaki gibi bir kompozisyon görüyorum:



Geç Bunları

"Bunlar genç dinolarsa biz yaşlı mıyız?"
"Bu grubun sıkıntısı içindekilerin sayısı"
"Girmek için hak etmesi gerektiğini düşünüyor insan"

Aslında her şey tek bir cümleyle açıklanabilirken uzatmaya gerek olmamalı:
Kim söylemiş beni Süheyla'ya vurulmuşum diye?

:)

hiç.

beni kurtaracak bir şey var diye düşünüyor insanlar, biliyorum

ama şimdiye kadar yapamadım bunu.

ne ironik!



günaydın.

...yahut vakit olmadı.

Büyük bir zevkle büyük konuşacağım şimdi.

Hayatımızda "hiç" zaman ayıramadığımız şeylere hiç zaman ayıramamamızın sebebi, onların öncelik listemizde bayağı aşağılarda olmasıdır. İş, güç, sevgili, aile, Ankara'dan gelen teyze, bayram... Bunlar hep bahane.

Bir insanın inanılmaz yoğun olması onun hayati öncelik olarak gördüğü şeyleri daha az yapmasına, istediği kadar geniş vakitlerde yapamamasına neden olur. Yoksa gerçekten istediği kişiyi görür kişi; gerçekten istediği filmi gecenin bir vaktinde yorgunluktan ölüyor da olsa izler, gerçekten istediği kişiyi arar veya geri aramayı hatırlar, birini gerçekten sevdiğini söyleyecek fırsat yaratır, dans eder, içki içer, kitap okur, sevişir veya hayati gördüğü şey neyse, ne yapıp edip yapar onu işte!

Keşke çok geniş, hayatımızı içine alacak kadar geniş zamanlarımız ve yerlerimiz olsa; "hep bana" şarkısındaki gibi ama sırf zamanla ilgili, bir haftasonumuz var onda da herkesi görebilsek ve kimseyi dışarıda bırakmasak, hem aile saadeti hem arkadaş geyiğini bir araya koyup aynı anda da sevgilimizi somurtturmasak filan, dimi?

Bu olmayacak arkadaş.

O yüzden biz birbirimize "çok yoğundum, hiç görüşemedik" derken, karşımızdakiyle görüşemediğimiz zamanlarda yaptığımız o gerçekten yapmak istediğimiz şey ile avunabiliriz...

end ay laykd it

Bir kızı öpecek olsam bu kim olurdu diye hiç düşünmedim dersem yalan olur.

Bu soruya net bir yanıt verebileceğim insanlar gelip geçiyor hayatımdan gerçi; verdiğim yanıt dönem dönem değişse de, o an sorulduğunda "işte şu" diyebileceğim bir kişi oluyor.

M.V.A.B.

Uzun zamandır hak ettiğim gibi güzel bi döşenicem kendime ama öncesinde, bir sahne anlatmam lazım.

***

Bridget Jones'un Günlüğü'nü okuyanlar (okuyanlar dedim!) bilirler, bilmeyenler de gözünde canlandırsın isterim. Zira anlatacağım sahne, Bridget Jones'u benim kafamda ahanda diye bir yere oturtan ama filmde ne yazık ki atlanmış bir sahnedir (hele ikinci filmin kitapla zerre alakası olmayan telli duvaklı kafasına çok kızıyorum, ama konumuz o değil).

Bridget bir gecenin kör vaktinde yalnız başına, hafiften tırsarak fakat belli etmemeye çalışarak evine doğru gitmektedir. Bir inşaatın önünden geçerken, mola vermiş oturan işçileri fark eder ve kendisine laf atılacağını düşünerek pençelerini çıkarır, hemen yanıt vermeye hazırlanır. Önlerinden geçer, arkasından kopan gürültü ve ıslıklar hiç iç açıcı değildir:

_ Heeey!
_ Vay vay vay, şuna bak!
_ Benim altıma da bi tane verseler ya bundan...

Bridget hışımla arkasını döndüğünde işçiler kendisine zıt yöne bakmaktadır: Hızla uzaklaşan spor arabaya!

Bridget bu duruma çok bozulur.

***

Düşünüyorum da, laf atmanın yaygın olduğu ülkelerde yaşayan ve kendisine hiç laf atılmayan her kadın buna bozulurdu! Laf atmak derken iğrençleşmekten bahsetmiyorum elbette; asansöre beraber bindiğiniz adamın sizden önce inerken "iyi günler" dememesi, bir mağazaya girdiğinizde satıcının size özellikle ilgi göstermemesi, son park yerine adamın tekinin sizden önce girivermesi...

Bu verdiğim örnekler (tırnak içinde) pozitif ayrımcılık diye bahsedilen şey değil ve olsun da demiyorum. Bunlar tamamen ilgiyi çekme meselesi ve güzellik haricinde birçok şeye de bağlı: Kadının kılık kıyafeti, saçı-başı, o gün kendini nasıl hissettiği ve etrafına ne kadar özgüven saçtığı, güleryüzü vesaire vesaire.

Ama bir kadın her şartta herhangi bir ilgi görmüyorsa ve kendisiyle inanılmaz barışık biri değilse dikkat etmek gerekir: Sinirini en yakınındaki kişiden/şeyden çıkarması yakındır!

***

İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır demişler. Ben de bir yerden alamadığım ilgiyi, sevgiyi, enerjiyi başka bir yerde/birinde/birilerinde aramıyor muyum?

Ve bulamıyor muyum?

Hah, öyle işte. Neymiiiiş, kızlar annelerine benzermiiiiş.

Süt mü Kaşar mı?

Çalışmadan çıkalı bir yıldan fazla zaman olmuş hastanın, şimdiye kadar sorulmayan takip vizitleri yurtdışı tarafından hortlatıldığında insanın neler hissedebileceğini ancak ve ancak bir meslektaşım anlayabilir.

"Çalışmanın başında olmak" her babayiğidin harcı değil görünen o ki. Her hafta başında bir yerlerden çektiği excel raporlarını gönderip hadi hadi hadi! diye yanıt istemekle olmuyor.

Artık bu konulara daha esprili yaklaşıyorum, tabir-i caizse kaşarlandım sanki, sonuçta 3 yıldır bu işi görüyorum/ yapıyorum. "Gene iyi fark etmişsiniz, better late than never" mealinde bir mail attım, cevabı şöyle oldu:

"Unfortunately you’re right… thanks for doing what you can."

Yapabileceğimin en iyisini yapmama gibi bir opsiyonum yok, onu kafadan eledim. Ama zamanında fark edilmeyen, protokolde açıkça yazmayan veya bizimki gibi sıkı kuralları olması gereken bir işte gözden kaçan şeyleri fark etmek mutluluk vermiyor insana bir yerden sonra. Aman da bana teşekkür ettiler, diyemiyorum.

Yani, eskiden olsa bunları fark ettiğime sevinirdim, artık işin angaryasına kaldığıma ve benim fark ettiğim şeyleri benden daha kalifiye olması gereken insanların akıl edemediğine üzülüyorum. Kaşarlanmış mıyım gerçekten, yoksa hala bu durumlara şaştığım ve tepki verdiğim için tam bir süt mü sayılırım?

(06 Nisan 2010, Gayrettepe)


* Ve ben demiştim en iyisi study manager olmak diye...

naçizane (on dokuz): Dipteyim Sondayım Kuafördeyim!

Kadınlar için doğru kabul edilen klişelerle yeldeğirmenleriyle savaşır gibi savaşırım ama zaman zaman beni aşan durumlar vuku buluyor: Bu, kadınların kendilerini kötü hissettiklerinde kuaföre gitme nanesi menşeini nereden almıştır bilmiyorum ama kesinlikle doğru!

Peki nasıl sürekli yaptıracak bir şey buluyor kendine, diye sorabilirsiniz kadınlar için. Veya, "bi değişiklik de yapmamış ki, neden gitmiş kuaföre" diyebilirsiniz.

O zaman kadınlar hakkında çok önemli bir noktayı atlıyorsunuz demektir dostum: Kadınlar kendileriyle ilgili bilinçaltında dahi kafa yorarlar. Bir an evinde otururken rastladığınız bir kadını bir saat sonra Bodrum yolunda görmek, bir saat sonra kuaförde saçını kestirmek gibi geriye kolay kolay dönülemez bir eylem gerçekleştirirken görmekten daha olasıdır.

Velhasıl, deli gibi saçının rengini değiştirenleri saymazsak, normal bir kadın depresyonun sınırlarına varana kadar kuaföre gitmeyi erteler, ama can sıkıntısı eşik değerine ulaşınca soluğu kuaförde alıp o bayağıdır düşündüğü şeyi yaptırır, diyebiliriz.

Denendi, onaylandı.
Kısfmet...

Girdap

Dünyada en kötü şey kaybetmek.
Neyi ama?

Aklını,
Duyularını,
Duygularını,
Dostlarını,
Seni dinleyenleri,
Seni okuyanları
(yazdıklarını değil, seni okuyanları)

Düşünsene,
her şey boş,
her yer boşluk.

Sineklik

Bugün beni ne okulum, ne de evim mutlu edemedi. Yine de evimden daha mutlu olacağım bir yer olmadığı için kırdım dizimi, oturuyorum. Değerim bilinsin.

Kapıya geldiğimde hayalkırıklığına uğradım. Nedenini tam kestiremiyorum ama ellerinde çiçekler bir şey görüp şaşıramadım diye herhalde, hem hava yağmurlu da değildi.

*fırt*

"Okumasalar da yazarım" palavra değil, "okumasalar da blog yazarım" palavra, o kabul. Kağıt kokusuna kurban ve en büyük korkularından biri çocuklarının kitap değil e-book okuyacak olması olan biri için, ben oturur yazarım arkadaş. Hatta aslında ucu açılabilen kurşunkalemlerle yazarım, zaten her gördüğümde büyükeşitbir tane alıyorum ama kullanım alanım sıfır, böylece işe yarar herhalde. Onlar da silinip gidiyor, aman yarabbi.

Kalem açmayalı ne kadar oldu ha. Gene de ofisteki tek kalemtraşa sahip olmakla övünebilirim.

*fırt*

Kalem açmakla ilgili bir anım var, aslında iki anım var ama birinde başrol sümüklü bir kız ve onun sümüğüne ait olduğu için onu anlatmıyorum. Bir gün kalem açmak için çöpün başındaydık -ki iddia ediyorum; kalem açmak için çöpün başına gidip dikilme kafası ilgi çekmek için kullanılan en çevreci yöntemdir!- örtmenimiz kapıyı kapatmamı rica etti, ben hoplaya zıplaya kapattım geldim. Saçlar atkuyruk tabi, o zamanlar Agatha toka olmadığı için... Kurdele çağına yetiştik biz.

O günlerde bir gün örtmenim anneme, hiç abartmıyorum, geçen gün bellatrix kapıyı kapatırken arkasından aynı Niki'nin kızına benzettim, dedi. Niki kim diyenler için sevindim, zira biz Yalan Rüzgarı çağına da yetiştik.

*fırt*

İlkokul dedim de... Yok lan buna sararsam çıkamam şimdi. Ama birkaç bişey var ki onları da bir ara yazıcam. Yakında. Hayır, hiçbiri feysbuktan bulunan ilkokul arkadaşlarının asıl emelleri hakkında değil (gerçi bu yaftayı yapıştıranlar hakkında da sayfalarca yazılır da).

*fırt*

Boyfriend jean aldım, çünkü burası İstanbul annecim İs-tan-bul değil; çünkü salaş bir şey olsun dedim onu getirdiler. Halbuki bana hiphop'çı gibi ağı dizinde olacak bollukta bir şey lazımdı ama nerde o bolluk!

Kimse salaşlıktan bir şey anlamamış, bol diye getirdikleri jean'in beline oturmaya çalışırken cornflakes reklamı gibi hınk diye kalıveriyorsun. Allah bilir yarın öbür gün, yıllardır salaş sözcüğünü duyunca aklıma gelen ama hiç gitmediğim (eğer veya hala varsa onlardan) tahta tabureli/iskemleli, duvarları balık ağlarıyla dolu balıkçıları da tutup daraltacaklar: Boyfriend balıkçısı!

Engineered jean: Bunu yapan mühendis olamaz!
*fırt*

Zaten şu engineered jean'leri de bi sevememiştim.

*fırt*

Grooveshark'a saralı beri hiç dinlemediğim bir grubun bir sürü şarkısını arka arkaya dinliyorum, indirmek yok, beğenip beğenmediğini dert etmek yok, para vermek yok, ne ala memleket... Hem bir sürü güzel şey giriyor kulağımdan içeri, hem de yapmadıklarım listemden çatır çatır, beşer onar bir şeyler siliyorum ya, benden mutlusu yok.

Aynı şey filmler için de olsa keşke.

*fırt*

Dr. Parnassus veya merakın böylesi

Şuna bakar mısınız bi:

Spoiler yok bu yazıda çünkü hiçbir yorum yapamayacağım, filmin adını geçen cuma ilk kez duydum. Zaten bayadır sinemaya da gittiğim yoktu falan ama bu afiş nedir arkadaş ya? Bu kadar mı başarılı olunur, bir film bu kadar mı merak ettirilir?

Eğer bir manim olmazsa yarın kesin sinemaya gidiyorum!

* Ben de sizi merak ettirdimse, fragman burada.

Huysuz ve Tatlı Kadın?

Sinem'imin doğumgününü kutlamak için fasıla gittik bugün; kızkıza gideceğimizi sanıp aman yarabbi demedim desem yalan olur... Ama öyle olmadı, Sinem'in ve kızkardeşlerinin sevgilileri filan da vardı ortamda, bir de nadir erkek arkadaşlarından biri.

Bu gece not edecek şeyler olmadı değil: Burdan çıkıp nefes almam ve eşzamanlı olarak da kaçmam gerekirse diye bizim danalara "Taksim'de olanınız varsa haber etsin" diye mesaj attım, cevap gelmedi, tekrar attım, tekrar cevap gelmedi, biri aradı "Şile'delermiş, gidiyorum, balık yicez" dedi. Balık sevmem, içmeyeceğim yere gitmeyi sevmem, Sinem'in doğumgününe gitmeme ihtimalim de yok ama beni niye çağırmadılar lan? Ben de aynen böyle "Lan." diye başlayan bir mesaj attım; dedim ki neyse triple date'e 7. teker olmaktansa hiç olmamak daha iyi.

Nesi varsa yalnızlığın dedim Yasemin Mori'den alıntılayarak. Sonra son zamanlarda kafamı kurcalayan adamı anlattım en yakınlardan birine, galiba pek ciddiye almadı.

Sonra ortamda nereye baktığı belli olmayan bir çocuğun yanımdaki arkadaşa baktığını öğrendik.

Sonra üç kez "kuaförüm saçımı yaparken düğününde de saçını böyle yapar, şurasına da bi çiçek koyarız dedi" muhabbetine maruz kaldım.

Birazcık kurt döktüm "o da Allah kuludur / her kim olursa olsun"

Ve eve döndüm.

Bu akşamın özeti bu; posasını atarsak geriye iyi bir şey kalmıyor ama konumuz o değil. Bir uçtan bir uca İntizar veya Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar çalmadı ya, ben ona yanarım.

*Huysuz olup tatlı olmadığımu yüzüme vurmazsanız sevinirim bi de.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!