... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

üçyüzbeşyüzpattisköftis

Doğruysa (fotoşop, yapıştırma vb değilse), ibretliktir.

Yalansa, yeni bir slogana gark olduk demektir. "Çıldırt bizi, delirt bizi" vatana millete hayırlı olsun.

bu bile.

O mailleri siler, sen saklarsın.

Bu bile, her şeyi açıklamaya yeterlidir.

Konu: CIP üyelerini cezalandırma politikanız hk.

Kime: customer@thy.com; infogaziantep@dhmi.gov.tr
Tarih: 29.03.2012


Sayın yetkililer,

Sizlere Gaziantep Havalimanı'ndan 2 saat 20 dakika rötar ile kalkacağı bildirilen İstanbul uçağımı beklerken bu e-maili atıyorum. Havalimanı güvenliği ile ve anlamsız CIP politikanız sebebiyle yaşadığımız olay henüz tazeyken bu şikayeti iletmeme fırsat verdiği için, bu rötara ve bunun müsebbibi olan Türk Hava Yolları ile İstanbul Atatürk Havalimanı'na teşekkür etmeliyiz sanırım.

Öncelikle şunu belirtmek isterim: 4 yılı aşkın süredir çalıştığım şirketlerin tercihi olması sebebiyle aktif olarak Türk Hava Yolları'nı kullanıyorum. Neredeyse hiçbir uçağının (özellikle de akşam saatlerinde, yurtiçinden İstanbul'da dönüş seferlerinin) zamanında kalkamıyor olmasının, THY'yi uçak saatlerini yeniden programlamaya itmediğini üzülerek görüyorum. Bu, büyük, güçlü, kurumsal bir şirket imajı çizmek için elinden geleni yapan Türk Hava Yolları'na olan güvenimi oldukça sarsıyor. Bunları yazarken, şikayetimin denizde bir kum tanesi kadar önemsiz addedilebileceğinin farkındayım fakat unutmayın ki, şirket tercihlerimi değiştirmemem kişisel tercihlerimi de değiştirmeyeceğim anlamına gelmiyor. Nitekim, uçak saatleri konusunda yarattığınız bu güvensizlikten ötürü, kişisel uçuşlarımda tercihim hiçbir zaman Türk Hava Yolları olmadı. Hatta, rakiplerinizden tek farkınızın uçakta kaliteli bir dergi okuma imkanı olduğunu söyleyebilirim.

Bugün yaşadığımız olayı özetlemek isterim. 19.30'da Gaziantep'ten İstanbul'a gidecek olan TK2225 uçağı için 19:00'da havalimanına geldiğimde, uçağın belirsiz bir süre rötar yaptığını öğrendim. Bu sürenin 10 dakika mı yoksa 3 saat mi olduğu konusunda herhangi bir panoda bir bilgi veya bana yanıt verebilecek bir yetkili olmadığından, ikinci güvenlikten geçmek üzere sıraya girdim. Gaziantep Havalimanı'ndaki, diğer havalimanlarına göre oldukça yetersiz CIP salonunun neden ikinci güvenliklerden sonra olduğu da ayrı bir merak konusudur; zira bana kalırsa CIP üyesi olmanın en önemli avantajı uçağı beklerken bedava çay içmek değil; ayrı ve tek bir girişten, çok beklemeden uçağa geçebiliyor olmaktır. Bunun üzerinde çalışmanız gerektiğini düşünüyorum (Trabzon Havalimanı için de aynı durum geçerlidir).

İkinci güvenlikte oldukça uzun bir sıranın sonuna geldiğim ve çantamı cihaza koyduğum anda bir görevli gelerek "Onur Air yolcularına öncelik vermemiz gerektiğini, çünkü o uçağın hemen kalkacağını" iletti. Bu, cihaza kadar gelmiş olan benim, güvenlik tarafından belirsiz bir süre "şöyle kenarda", ayakta bekletilmeme neden oldu. Herkesin geçmesini sabırla bekledikten sonra, her zaman yaptığım gibi biniş kartım ve kimliğimi görevliye uzattığımda kendisi, biraz önce kenarda beklememi söyleyen başkasıymışçasına "bu uçağın ne zaman kalkacağı belli değil, gidin içerideki salonda bekleyin" gibi bir ifade kullandı (Tüm bunların, uçağın alanda bile olmadığı bilindiği halde neden en baştan söylenmediğini merak ediyorum.) Geçip CIP salonunda beklemek istediğimi söylediğimde, bana giriş kartımı sordu. Daha önce defalarca geldiğim bu havalimanında hiç böyle bir soruyla karşılaşmadığımdan, Miles&Smiles Classic Plus kartımı istediklerini düşünüp gösterdim. Güvenlikteki beyefendiler bana "hayır, CIP için ayrı bir kart almanız gerekiyor." dediler ve kısa bir süre tartıştıktan sonra beni tekrar check-in kontuarındaki sıraya, daha sonra da tekrar ikinci güvenliğin sırasına girmek üzere kibarca kovaladılar. Bu esnada ben, daha önce bana ne güvenlik, ne de CIP girişinde hiç sorulmamış olan bu karttan haberdar olmadığımı ifade ettiğimde bana verdikleri yanıt şu oldu: "Burası uluslararası bir havalimanı."

Sayın yetkililer,

İki kapısı olan havalimanından kalkacak topu topu üç uçağın saatlerini ayarlayamayarak, insanlara rötarlarla ilgili düzgün bir haber vermeksizin onları sıranın sonundan çevirerek, sırf CIP üyesi olduğu için veya online check-in yapmayı akıl ettiği için insanları cezalandırırcasına, onları tekrar tekrar sıralarda bekleterek uluslararası havalimanı olunmaz. Dünya markası olmayı da, uluslararası havalimanı olmayı da yanlış anladığınızı düşünüyorum.

Bugün hayatımda ilk kez CIP Lounge kartı diye bir kart gördüm. Gaziantep Havalimanı yetkilileri bunu sormayı şimdiye dek akıl etmediyse, bunun benim hatam olmadığını düşünüyorum. Eğer CIP üyeleri için bir uygulama yapacaksanız bunu THY uçaklarının uğradığı tüm havalimanlarında yapmalı, ya da online check-in'in varlığından haberdar olan CIP üyelerini besbelli cezalandırmak için koyduğunuz bu uygulamayı tüm havalimanlarında kaldırmalısınız.

2012 yılındayız... 19:30'da Gaziantep'ten kalkması beklenen uçağın 19:22'de henüz İstanbul'dan yola çıkması gibi akıl almaz rötar durumlarında en azından bir SMS ile haberdar edilmek zor değil. CIP salonu girişinde kişilerin 9 haneli TK numarası alınarak giriş hakları olup olmadığını anlamak ve böylece hem zaman, hem de kağıt israfı yapmamak da mümkün. İnsaniyete ve mantığa olan inancımla, bu konularda duyarlı davranacağınızı umuyorum.

İyi çalışmalar diliyorum.
Saygılarımla,

.

neden ölmek

Hiç gerçekten ölmek istediğim olmadı, ama insanların neden ölmek isteyebileceğini her gün daha iyi anlıyorum.

sırt kaşınması

O kadar çok şey karaladım ki aslında bu aralar.

Ama yazdıkları üzüyor insanı bazen. Öyle, tokat gibi.
Elim gitmiyor o yüzden. Somurtup oturuyorum bilgisayar karşısında.

Bunu da uzatasım vardı, uzatmayacağım fazla. Yayınlamaktan vazgeçesim vardı, ondan da vazgeçtim.

Bir şey diyeyim bari de boşa gitmesin...
Leyla ile Mecnun'un 48. bölümünde, konuk oyuncu Ceyhun Yılmaz'ın malum kafede bir sahnesi vardı "romantik haydut" İskender ile. İskender muhabbetin bir yerinde kalkıp gidince Ceyhun yalnız kalıyordu ve oturduğu yerde sırtını kaşımaya çalışıyordu. Murphy bu ya, sırtının en çok kaşınan yerine de kesinlikle yetişemiyordu.

Diyordu ki: "Şu an şurası kaşınıyor ve uzanamıyorum bile."

Kocaman gülümsedim, çünkü olmayan sırrımı yazarken benzer bir laf etmiştim...
http://bellatrixbegins.blogspot.com/2011/05/bir-srrm-olsun-da-dunyaya-soyleyeyim.html

İnsan beğendiği, sevdiği insanlarla bir aynılık bulunca öyle seviniyor işte. Sanki kendisinden öğrenmişler gibi.

Olsun.
Kafamızın küçücük bir dakika bile aynı şekilde çalışmış olması beni mutlu etmeye yeter.

foo fathers



keşke foo fighters benim babam olsaydı.

faithless, dido'nun ablasıymış mesela.



bir de ben teoman'ın renkli rüyalar oteli'ni hep "sarhoş olsak ya / ikimiz unutsak ya" anlayıp acaba neyi unutuyorlar, demek ki her şeyi, diye düşünmüşümdür. "kimiz"miş aslında o.
ve bu benim hiç aklıma gelmez yanlış anlaşılan şarkı sözleri konuşulurken.
varsa yoksa "sustu haykıran şehir / tonguçlar havalandı"



bunu uzun zamandır yapmamıştım. iyi geldi.

Midem.

Şimdi ben belki de yanlışlıkla yazılmış şu tiviti neden favorilediğimi anlatamam, çünkü çok uzun hikaye. Yok yok, anlatması uzun değil o kadar, ama bu sözcüğün bana hatırlattığı Zeyyat'ın "Aramızdaydı O Gün" hikayesi uzun.

O hikayenin, benim için birçok şeyin sebebinin o olduğunu söylemiştim daha önce.

Sabah sabah beni nerelere götüren şu sözcüğün de bir tek noktası eksik sonunda.

Aslında'larınız size kalsın.

(Redd-i Aşk'a yerleştirmedir.)

Hep ne kadar kafa dengi, ne kadar süper biri olduğumu duyacak; benimle olan erkeğin acayip şanslı olduğuna, her erkeğin benim gibi bir sevgili istediğine dair zırvalar dinleyecek ama ne hikmetse, bunları söyleyen adamların yanında beş para etmez kızlar varken ben üçüncü teker olacağım.




Evet evet, gerçekten böyle olacağım! :))

Şurama kadar geldi bu zırvalarınız, tamam, kabul ettim.
Artık "aslında"larınızdan bahsetmenize gerek yok yani.
Sonsuza kadar susabilirsiniz.

sade, tan-go, rahat!

Pek sevdiğim Sade'nin pek sevdiğim Soldier of Love şarkısı bana Paulo Coelho'nun Işığın Savaşçısının Elkitabı'nı hatırlatır. Eyyamından ötürü pek sevmemişimdir o kitabı gerçi, Coelho'nun her kitabında hafifçe hissettirdiği "Yüreğinin Götürdüğü Yere Git" tarzı bakış açısı bu kitabın temasını oluşturur. Işığın savaşçısıymış... Yüksek Sadakat şarkısı gibi bir şey (allah bilir onlar da Coelho'dan esinlenmişlerdir).

Soldier of Love'ı uzun zamandır ilk kez dinledim ve izledim bu sabah, Ne kadar güzelmiş klibi, unutmuşum.



I've lost the use of my heart
But I'm still alive
Still looking for the life
The endless pool on the other side
It's a wild wild west
I'm doing my best

I'm at the borderline of my faith,
I'm at the hinterland of my devotion
In the frontline of this battle of mine
But I'm still alive

I'm a soldier of love.
Every day and night
I'm soldier of love
All the days of my life

I've been torn up inside
I've been left behind
So I ride
I have the will to survive

In the wild wild west,
Trying my hardest
Doing my best
To stay alive

I am love's soldier!

I wait for the sound

I know that love will come (that love will come)
Turn it all around

I'm a soldier of love (soldier of love)
Every day and night
I'm a soldier of love
All the days of my life

I am lost
but I don't doubt
So I ride
I have the will to survive


Dinlerken sözlerin ne kadarına katıldığımı hesapladım filan. "I'm at the borderline of my faith" mesela. Gerçi ben bu sınırın öte tarafına geçtim gibi hissediyorum. Sade'ninse hala umudu varmış.

//\

Tango meselesi var bir de. Hani şimdi erkekler mızmızlanıyor ya "kadınlar şöyle anlaşılmaz, böyle bilinmez" filan diye. Halbuki olay tangodaki kadar basit. Kadın seni itiyor, sen onu çekiyorsun. Senin hamlen bu. Sen itersen, o peşinden gelecek. Yoksa dans biter.

Kimse kimseye git demiyor aslında. Gözünün içine bakıp açıkça söylemedikçe her şey, esas oğlanla esas kızın "güya birdenbire" öpüşmeye başlayacakları (ama sizin bunu daha önce izlediklerinizden zaten bildiğiniz ve beklediğiniz) tırt bir senaryo. Yazılmış, oynuyoruz. Ya da oynuyorlar, neyse işte. Sade oynuyor olabilir.

//\

Bir de rahat duruş var ki, o sıkıca rahat duruş... Asker rahatı hani, yalandan.

Rahatmış...

"Rahat duruşum askerdeki rahat gibi benim. Ünlem işaretli, dimdik, ayaklar omuz genişliğinde açık, kollar dirsekten kırılıp arkada kavuşturulmuş, bir el diğer bileği tutuyor. Rahatlığım bu, nasıl rahat olacağım kurallarla belli."


İşte o rahat duruşlardan gerçek rahatlığa erişebilmek için görüşmeye devam etmediğim, artık kim ne düşünürse düşünsün ve kimin hatrı için olursa olsun karşı karşıya oturup, içip, memleket meselelerinden veya edebiyattan bahsetmeyeceğim adamlar var ki ben ertesi sabahlar çirkin uyanmayayım dünyaya ve onlar da sevdikleri edebiyatla yaşayıp gitsinler. Benim kaybım değil, diye düşünüyorum.

Beni kaybım değil diye düşündükçe de, çarptıkça acımasın diye kendimi pamuklara sarmaya çalıştıkça kibirli biri olup çıkacağım diye korkuyorum.

Neyse, belki bahaneyle dengeleniriz. Fazla alçakgönüllü olduğumu duymaktan çok sıkılmıştım zaten.

salonsuz kadın

damarıma basılmasından hazzetmiyorum aslında. çirkin bir insan oluveriyorum, hop, salon kadını çizgimden çıkıveriyorum.

(basmasaydın iyiydi.)

ulan benim içimin iki oda bir salon olduğu günler de gelecek be!

o zaman görüşelim tekrar.

- yol

"çok yanlış yollardasın" diyesim geliyor bazen.

sonra, bana ne, diyorum.
bizim yollarımız ayrıldı zaten.

nereye gittiğin beni çok da ilgilendirmiyordu, unutmuşum.

denklem açık, denklem basit.
yolu çıkardık, arkadaş kaldı.

geçimsiz

duvar dediğin ne işe yarar ki? seni dışarıdan korur -çünkü sen hep iyisindir de dışarıdakilere güvenilmez*- dışarıdakileri de içeri sokmaz. deneyenler çarpıp yaralanırlar. geçemezler. geçimsizdir, uuu çok serttir duvar.

teselliyi veya kurtuluşu değişmekte bulmadım. hala kalkıp psikoloğa filan gitmiş değilim, belki de hiç gitmem, bilmiyorum, düşünmüyorum. çözümü çözümsüzlükte buldum, insanları gözümde nerede olmak için uğraştılarsa oraya koydum ve bitti. daha iyisi olsun, daha güzeli olsun diye uğraşmadım; neden olmuyor diye de üzülmedim bir süre sonra. napayım, dedim, koy götüne. demek ki böyleymiş. demek ki onlar duvarımın eksik parçalarıymış, şimdi yerlerini bulmuşlar ve böylece tamamlanmış benim kalkanım.

şimdi olduğu yerden memnun olmayan kimse için yapacak hiçbir şeyim yok, ne saçma zaten kaçan balık kovalanır hesabı aylarca, yıllarca uğraşıp didinirken olmayan iyileşmelerin ben vazgeçmişken olması? umurumda olamıyor. bilgisayar ekranına bakıp, bir an sinirleniyorum, sonra gülümseyip tsss- diyerek dışarı veriyorum ağzımdaki havayı.

tsss-sikerler.

benim duvarım da bu. bu adamlar ile, bu adamlara, ama benzerlerine, ama daha tanışmadıklarıma karşı ördüğüm şey. tamamen organik, yüzde yüz doğal, yüzde yüz geçimsiz.

geçinmeyeceğim. yanında kendimi iyi hissetmediğim, yanında kendimi ben hissetmediğim kimseyle geçinmeyecek, gereğinden fazla zaman da geçirmeyeceğim. o kadar boşa harcayacak zamanım yok.


benim savuma mekanizmam unutmaya dayalı işlemiyor. bir sabahın bir sekizinde, levent'te bir evin pencere kenarındaki koltukta sigaramız bitmiş ve gece hiç uyumamışken söylediklerim gerçek ve geçerli -ne değişti ki sanki?-, duyduklarım da daha dün duymuşum gibi aklımda.

şimdi kalkıp içinde -ve diğer herkesle beraber hiç- olagelmediğim mutlu aile tablolarına sonradan fotoshopla eklenmisçesine dahil olmasam, kim garipseyebilir ki beni?




*anne, ben anne olmadan anladım dışarıdakilere güvenilmeyeceğini. hata yapmadığım tek konu, ne kadar utanmaz, yüzsüz, pişkin, saygısız, düşüncesiz ve ağızlarına vurmalık da olsalar, iyi insanlar olduklarıydı.

demem o ki ben yine onların birileri için canını feda edebileceğine güveneceğim anne. hayatta çok değer verdikleri şeyler olduğuna, sırf insan olduğum için bana kötü bir şey yapmayacaklarını hep bileceğim.

sırf insan olduğum için ama.

ben olmamın hiçbir değeri ve önemi olmadan.

Madonna Görüş Günü: 07.06.2012


O yukarıdaki zımbırtı var ya, Johnson's bebek şampuanının üstündeki "no more tears / gerçek göz yakmayan" ibaresi gibi kondurmuşlar oraya... Bakın orada ne yazıyor:

Bu iki anlama gelebilir:

1. Bir sütunun arkasına denk gelecek ve Madonna'yı kısmen izleyeceksiniz (ama olsun, belki güzel şeyler hep sizin tarafta kalır*)

2. Madonna'yı parmaklıklar veya teller ardından görebilecek, lakin yanınızda getirdiğiniz temiz don-atlet, sigara veya baklava gibi şeyleri gardiyanlara teslim edip kendisine iletileceğini umacaksınız.


Benim anladığım bundan ibaret.

Teşekkürler Biletix, yarısını karaborsacılara yedirdiğin Madonna biletlerinin aynılarını, farklı kategoriler altında farklı fiyatlara sattığın için vezgeçilmezsin.



* DOT Tiyatro'nun Güzel Şeyler Bizim Tarafta'sını mutlaka izlemelisiniz.
Biletler -ne yazık ki- Biletix'te.

Redd-i Aşk

Hep bi hayranlık. Hep bi bişey, böyle. Ne oldu o aşık mı değil mi, ne kadar abarttı ama gerçekten seviyor mu acaba zart zurt diye konuşurken, birden, adamın redd-i aşk cümlesini anlatır anlatmaz "ama onun sana olan hayranlığı..."na döndü işler.

Hayranlıkmış. Candan Erçetin o. Hayranım Sana'nın en en en sonundaki "sana aşığım"ı kes at, var mı o şarkıda bir aşk meşk durumu? Yok.

Tanırım kendimi
Hiddetim taşar benim
 
Dalga dalga,
Hırçın hırçın


Hatırlayamıyorum sinirden, ne demişti tam olarak? "Sana aşık değilim haberin olsun da" mı, "Çok merak ediyorsan, sana aşık değilim" mi?

(Ol diyen vardı sanki.)

Tokat gibi vurur sözlerim
Yıpratır bedenini


Ol istedim, olur dedim sanki. Olma, olmayanlar kervanına katıl. Bana herkes hayran olacak bi kere, aşık olmayacak kimse. Hiçbir zaman yalnız olmayacağım hayatta, hep kalabalık, hep kalabalıklar içinde olacağım. Herkes beni hep görmek, benden fikir almak, bana bir şeyler anlatmak isteyecek; anlam veremediğim şekilde ve benim onlara anlatmak istediğimden çok daha fazla ve ben hepsine yetmeye çalışan, hep de zamansızlıktan yakınan olacağım. Hep ne kadar kafa dengi, ne kadar süper biri olduğumu duyacak; benimle olan erkeğin acayip şanslı olduğuna, her erkeğin benim gibi bir sevgili istediğine dair zırvalar dinleyecek ama ne hikmetse, bunları söyleyen adamların yanında beş para etmez kızlar varken ben üçüncü teker olacağım. Erkek olan arkadaşlarımın sevgilileri bana hep, bu kızda ne var ya, dercesine bakacaklar uzun uzun, delen bakışlarla. Otururken karşımda, ben onlarla mümkün olduğunca göz göze bile gelmemeye çalışırken bana dikecekler gözlerini, icabında bana "evet ya bizimki seni çok seviyor" diyecekler yine, minicik bir iğne gizli olacak cümlelerinde ama çuvaldız -belli ki- onlara batmış olacak.

Hayranım sana
Sabrına


Hiç yalnız olmayacağım hiç, bana herkes hayran olacak.
Ve bi yarımlık olacak hep. Öyle görünüyor.

O yüzden üzülemiyorum artık "ben" olmayan o kızlar için, çünkü neticeye bakarsak ben olmakta bir maharet yok belli ki. Onlar da bana bakmasın artık, beni göremeyen gözleri ve beni kesinlikle anlamayan beyinleriyle sevgililerine baksınlar, onları anlasınlar işte.

Sakince karşımda durup
Meydan okuyan o tavrına
Varlığına


Tuvaletin aynasına baktım. Uzun uzun baktım, yeterince bakarsam değişik bir şey görecekmişim veya o gün kendimi sevecekmişim gibi. Aynadaki görüntümün ağzını açtığını fark edemeden daha, sesini duydum.

_ Beni kimse istemeyecek Özgür,
dedi.

Ağzımdan kolay kolay çıkmayacak bir olumsuzluğun sonuna, böyle cümleler içinde geçmeyeceği artık belli olan bir ismi koymuştum. Hiç tahmin etmiyordum böyle olacağını, zaten gerçekte de hiç böyle olmayacaktı.

Ağlamaya başladık, aynadaki görüntümle ben.

Kimsenin bana aşık olmayışından bir süre sonraydı.



(14 Ekim 2011, Gayrettepe ~ 15 Mart 2012, Levent)

ayfonun beni mutsuz ettiği ilk günün kayıtları

Ben ne zaman çok üzülüyorum biliyor musunuz... Birileri benim baktığım şeye bakıp benim gördüğümü görmediğinde. Bu illa ben haklıyım demek değil, inatçılık değil, vallahi değil. Çaba göstersinler istiyorum. Mesela ben o taraftan bakmaya çalışıyorum. Anlamaya çalışıyorum hep, nedir dert, sıkıntı ne, nerede tıkanıp kalıyoruz, aklından çıkmayan ne var, üff, kim var, kim o, nasıl biri, neden hala orada?

O taraftan bana bakıyorum, hıh, ben kendi gördüğümü kaç kez beğendim ki beğeneceğim başkasının gözünden baktığımda kendimi?

İşte o zaman daha bir sevmiyorum beni ve sonuçta, biri ne kadar mutlu olabileceğimizi göremiyor diye ben kendimden nefret ederken buluyorum kendimi.

Aşık ol(mak) istiyorum halbuki. Birini sevebilmek istiyorum, o bile değil be, sevme ihtimalimin olmasını istiyorum. Benim ihtimalim o, birinin değil, peki o ne karışıyor?

(Gödekoğlu "bu kadar zor olmamalı ya..." mı demişti?)

Biliyorum konumuz bu değil. Konumuz hiçbir zaman bu olmadı. Hiç olmadı. Hiç oraya gelmedik biz. Hiç oraya gelmeyeceğiz de. Bir süre sonra ben bunu umursamayacağım bile. Zaten giderek daha az umursuyorum. Bana ne be. Yok yok daha değil. Ama bana ne, olacak.

Zaman, zaman. Bana biraz daha zaman. Dedim ya, hiçbir şey söylerken hiçbir şey hissetmediğim günler gelecek günün birinde. O yazıp yazıp kaydettiğim şeylerin hepsi, böyle başına oturup yazıp bi sinirle, bi itkiyle, hızla nefes alıp verirken yazıp son anda yayınlamaktan vazgeçtiğim ne varsa, duygusuzca temize çekilebilecek o zaman.

Şimdi o kadar duygudan eksilmemişken, redd-i aşkı yazıverdim şu an, şu dakikada ve aynı anda aklıma gelen bunları yazarken. Bir onu, bir bunu. Bir sonraki yazı da o olacak. 14 Ekim 2011, Gayrettepe demişim altına onun da, yarın öbür gün bir şey olur diye bırakmışım, hoşuma gitmemiş, o kadar üzgün görünmek istememişim, üzgün ve umutsuz. Matrix hesabı, Kayahan hesabı: Asırlardır yalnızım demese yine yalnız kalır mıydı?

Yazmadığımda bir şey olacak sanıyorum.

E aptalsam ben demek ki?

karmaşık olmayan kadın fantezisi

"Eğer eski karısı Pembe ile tanışacak olsa onu basit ve düz bulur, bilmiş bilmiş gülümserdi. Bütün erkeklerin arzuladığı tam da bu değil midir, derdi. Karmaşık olmayan bir kadın - onları sorgulamayacak, dırdır etmeyecek, eleştirmeyecek biri. Yine de, diye eklerdi Annabel, boş bir fantezi bu, çünkü aslında karmaşık olmayan kadın yoktur. Kadınlar ikiye ayrılır, derdi. Bariz biçimde karmaşık olanlar ile karmaşık olduğu ilk bakışta anlaşılmayanlar."

(
İskender, Elif Şafak)

Bazen, ikisi birden.


True Story.
31.12.2011

Yumurtanızı hangi bakış açısıyla alırdınız?

_ Bakış açısının farklı olması ne demek anne?

_ Farklı yönlerden bakmak, veya aynı yönden bakıp farklı şeyler görmek demek yavrum. Mesela bak, ununu elemiş, eleğini duvara asmışlar için bu sadece bir tava. İnsanların aşka ihtiyaçlarından beslenen kişiler ve i'lere nokta yerine yuvarlaklar veya kalpler yapan ergen ruhlar için bu bir "romantik tava". Benim gibi gerçekçiler içinse, bu bir dört yapraklı yonca. Dört yaprağında birer yumurtanın kırılabildiği, iki kişi yumurta yiyecekken üçüncüyü nasıl bölsek diye endişe etmedikleri... Şanslı insanların tavası yani.

Bakış açısı farkı budur yavrum; tavayı kalpli ya da yapraklı,
bardağı dolu veya boş, tıklarsan onlarca pencere açtıracak internet sitesi reklamlarındaki kadın silüetlerini sağa ya da sola dönüyor görmektir. Bakış açın ne olursa olsun değişmeyen şey ise, bu tavanın indirimde 9,90 tülay lalesi oluşudur. Çünkü, bazı somut gerçeklerden kaçılamaz.


ayfon!

"aldim genc 920 dolarimi hazirla(850+tax)"

Son zamanlarda aldığım en güzel mesaj bu. Pepe(e) gibi teeey tey diye halay çekmek, oradaki zürafalar gibi içimden kıkırdamak istiyorum.

iPhone 4S, siyah, 64gb (olmuşken büyük olsun, tüm hayatımı içine alsın dedim).

İlk indireceğim uygulamayı tahmin eden?

Bittiniz olm, kaçacak yer arayın bundan sonra.


Bu notcağızın asıl sebebi ise, sözün sözde kalınca uçup gidecek olması.

İki kişi karşılıklı otururken telefonu elinden düşürmeyen buldumcuklardan olmayacağıma söz veriyorum.

Bu.

This is Trabzoooooon!

Ekran görüntüsünü ellerimle almasam, ben de inanmayabilirdim.

Pokeimam'a inanıyorsunuz da...

Pokeimam'ı özleyenler de buraya, vıyvıyvıyvıyvıyvıyvıyh...

Krek'te kafa çatlamaları

Dün Bayrak'ı izlemek üzere Krek'e gittik. Seyrettiğim en iyi oyunlardan biri değildi ama bayağı güzeldi. Canan Ergüder'in çıldırmaları çok gerçek, Okan Yalabık'ın "hassiktir!"leri çok içten, "hoşgeldin"ler çok manidardı.

Ne var ki, biz en arka sıradaki beş kişilik seyirci grubunu da en az oyundaki kadar gerçek çıldırmalara sevk eden, önümüzdeki beş kişilik seyirci grubuydu. Önümüzde oturanlar, gelmiş geçmiş en görgüsüz ve terbiyesiz tiyatro seyircileri olsa gerekti: Tüm oyun boyunca konuşmak ve oyunda gördükleri her şeyi birbirlerine anlatmak, sürekli kıpırdanmak, su içmek ve gülüşmek suretiyle bizi ve salondaki herkesi deli ettiler.

Gidenler bilir, Krek'te oyun bir cam vitrin içinde oynanır ve seyircilere girişte kulaklık dağıtılır. Oyunu kulaklıkla dinlersiniz. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğu tartışılabilir, çünkü kendinizi anneniz babanız uyanmasın diye bilgisayarda film izler gibi de hissedebilirsiniz. Öte yandan, kulaklık sayesinde oyuna uygun ve isabetli seçilmiş fon müziğini ve oyuncuların fısıldaşmalarını dahi kaçırmadığınıza emin olursunuz. Muhtemelen bu durum oyuncuların da işine gelmektedir; sahnedeyken, tüm tiyatro salonuna yayılması gereken bir fısıldaşmayı bağırmadan seslendirmek zor olsa gerek.

Sonuç itibariyle, hepimizin kulağında sesi sonuna kadar açılmış kulaklıklar olmasına rağmen, önümüzdeki insanların kulaklığın içinden geçen muhabbetleriyle dikkatimizin dağılmaması mümkün değildi. Önümüzdeki beş kişi, iki ayrı gruptan oluşuyordu. Kulaklığını alırken neden kimliğini vermek zorunda olduğunu tartışan bir modern görünümlü baba ile kemik gözlüklü, elinde Starbucks tumbler'ıyla gezen yirmi yaşlarında hipster görünümlü kızı (anne, ilk perdenin ortasında paldır küldür kalkıp dışarı çıkmış, sonra da kapıya yakın bir yerde oturmuş olduğundan yanlarında değildi) ilk grubu oluşturuyordu. İkinci grupta ise şunlar vardı: Yetmiş yaşlarında -yani yeni tiyatro akımı için bedenen ve belli ki ruhen yaşlı kalmış- bir kadın; kafasına batik şal doladığı için entel olduğunu zanneden fakat dantel olmaktan öteye gitmeyen, oyunla ilgisiz olduğundan mı yoksa oyunu çok iyi bildiğinden mi bilmiyorum, kulaklık takma ihtiyacı hissetmeyen bir kadın ve başka bir kadın daha. Bu son kadında bir olay yoktu, yanındaki batik kafanın söylediklerine kıkırdamak dışında tamamen etkisiz elemandı.

Bu seyircilerin yüz karası grubun hemen önlerinde oturarak oyunu seyreden Şener Şen bile, kulaklıklarını kulağına göstere göstere ve iyice bastırarak onları yola getirmeye çalıştı. Ben kendisi gibi bir salon insanı olmadığım ve pasif agresyona inanmadığım için, önce yüksek perdeden "şşşt"ledim. Ne kadınlar, ne de baba-kız üstüne alınmadı bu uyarıyı, yüksek sesle"bize demiyorlar ki, biz konuşmuyoruz ki" diyerek önlerine döndüler tekrar. Az sonra kız yine babasına dönüp oldukça uzun bir tirada girişince "biraz konuşmaz mısınız, lütfen ama" diye atarlandım. Kız kemik gözlükleri üstünden dik dik bana bakıp anlamadığım bir şeyler söyledi. Her lafı böyle geveliyorsa, o yüzden uzun sürüyordur babasına meramını anlatması ve o yüzden susmuyordur, diye düşündüm.

Bu arada, oyunun orta yerinde durduk yere alkış tutturan şahsı filan hiç saymıyorum, o bizim yurdum insanının her haltı alkışlama alışkanlığından nasibini almış kırolarından biriydi sadece ve gülüp geçtik ona.

Çıkışta, bizimkiler kapının önünde sigara içerken baba kişisi gelip tam dibimizde bir süre dikildi. Bir şey söyleyecek sandım, ama ağzını açmadı. Kızı ağzını açsaydı ona sadece gülecektim, fakat eğer baba bir şey söyleyecek olsaydı, ona tiyatro konsepti ve çocuk yetiştirme konularında verecek çok cevabım vardı. Konuşmadık bunları; demek ki baba hayatına aynı mal baba, çocuk da aynı "özgür bırakalım ki istediği yerde bağırsın çağırsın" şımarık yetişme tarzından gelen züppeliğine devam edecekti.

Senin özgürlüğün, benimkinin başladığı yerde biter,
lafını hatırlattı Tsum.

Kabul etmeliydim: Dünyayı ben düzeltemiyordum ve bu dünya, bazen benim keyfimin içine ediyordu.

İnsanları hizaya sokmak için yazılı veya yazısız belli kurallar vardır. Mesela, Ankara'da şöförler berbattır. Ankara'da şöförlerin berbat oluşu, çevreyoluna aylarca şerit çekilmemesinin; kırmızı ışıkta geçenlere, en sağdan göbeğe girip sola dönenlere ceza kesilmemesinin sebebi değil, sonucudur. İstanbul'da şöförler daha öfkeli olmalarına rağmen daha düzgün araba kullanırlar; çünkü öyle yapmak zorundalardır. 3 şeritlik yere 6 araba girmek gibi Ankara Ulus'sal saçmalıkları kaldırmaz İstanbul trafiği. O daha öfkeli sürücüler, oracıkta tekme tokat girişebilirler birbirlerine. Trafik kuralları aynıdır ama trafiğin daha düzgün akması, yazısız kurallara bağlıdır.

Dün gece Krek'teki sorunun bir kısmı, seyircinin bu grup gibi insanları dışlayacağı, onlara kötü kötü bakacağı ve onların da ders alıp, hayatlarına bu utançla ve sessiz olarak devam edeceğine güvenmekten kaynaklanıyor. Benim hiç gocunmadan hatırı sayılır bir ücret ödediğim tiyatro keyfimin içine edilirken, kulaklığından ses gelmiyor diye veya tüm uyarılara rağmen siyah tuşa basıp sesi kesti diye (insanımız merak eder çünkü yapmamaları söylenen şeyleri yaptıklarında ne olduğunu) insanların yanlarında bitivermeye hazır görevli çocuk, salondaki uğultu karşısında kılını bile kıpırdatmadı. Krek'in müşteri kaçırmama politikası bu olabilir ve bunu tartışamam. Sadece şunu söyleyebilirim: Yarın Krek'e bir biletim daha var. Aynı rahatsızlıkları tekrar yaşarsam, Krek usturuplu 1 (bir) tiyatro seyircisinden mahrum kalmış olacak.

1 seyirciden hiçbir şey olmaz gibi gelir... de, denizyıldızı hikayesidir bu.

sonunu sonra-

baktığınız her şey size yazılacak bir hikaye çağrıştırıyorsa
ve siz buna rağmen atalet içinde yüzüyorsanız,
bitmişsiniz demektir.



bir şey var, kayıp, bulamıyorum onu. o yazmamı engelleyen, oraya buraya fotoğraf, çizim, alıntı, görsel kaydederken aklımda olan her şeyin uçup gitmesine sebep olan şey, zamansızlık değil sadece. sadece dikkat dağınıklığı değil. sadece kendimi daha değişik, daha güzel bir şeyler yazmak zorunda hissedip oraya buraya çiziktirdiğim ve sonunu sonra getiririm diye bıraktığım notlar değil, plansızlık değil - belki hiçbiri, belki de hepsi birden.

sonunu sonra getiremiyorum, çünkü o sonra hiç gelmiyor.

mutsuzum aslında da kitaplarıma abanarak, yazmayışımın acısını çıkarıyorum sanki. sanki onlar varmış gibi klavyeyle, kağıtla aramda.

çok mutsuzum hiçbir yere varamayacak olduğumu idrak ettiğim için.

bu kadar işte.

pakize

_ Bilmiyorum artik ne tarzi, pakize tarzi olabilir zira laboratuvarda alip incelenesi vaka.



(içimdeki manyağı ortaya çıkarıyorsun asluuu)

engineered jeans

On saniye gözünü ayırmadan kalbe bakarsan, yer yerinden oynayacak.


Müdürüm yazdığım bir şeyi okudu ve, hangimizin yazdığını bilmeden,

"Ben böyle bir şey yazabiliyor olsam, kariyerimi değiştirirdim."

dedi.

(Sevinse miydim, üzülse miydim?)
Hiçbir şey hissetmedim.
Kimse de bir şey demedi, ben hariç: "Ama değiştiremiyorum işte."

İstediğim bir iş vardı, olmadı, onlar bana bir şey demediler ama ben öğrendim:

"Bizde sana göre bir iş yok."

Bu ne demek biliyor musunuz?
Hiç yapmadığın işlerde fazla kalifiye kalabiliyorsun, demek.
1000 lira stajyer maaşına düşebilecek bir hayatın yoksa, hayatını değiştirmeye çalışma, demek.
Hayat bir Trainspotting afişi veya bir motivasyonel poster değilmiş, demek.
(Sevineyim mi, üzüleyim mi?)


Değiştiremiyorum.

Engineered Jeans oldu artık benim pantolon ve bilen bilir, ben o modeli hiç ama hiç sevmemiştim.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!