... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Nefret söylemi


Sizin de kimliginizde T.C. yaziyor, benim de. Ne siz beni reddedebiliyor, aforoz edebiliyorsunuz, ne de ben sizi. Gucumuz birbirimize yetmiyor. 

Ama siz beni utandiriyorsunuz. Kimligimden utandiriyorsunuz. Kendi halinde, kendi inancindaki insan Islami siyasetten, Islami terorden, cihatcilardan, kafa kesenlerden nasil utaniyorsa, siz de beni memleketimden utandiriyorsunuz. Devlet hakkinda kotu konusmaya zorluyorsunuz beni. Turk oldugumu her soyledigimde baska bir skandalla ilgili bir soruya yanit vermek zorunda birakiyorsunuz. Hangi teroristlere karsi, hangi -daha buyuk- teroristleri desteklediginizi herkese anlatmak zorunda birakiyorsunuz. Ilkokul cocugunun bile inanmayacagi yalanlarinizi, tutarsiz masallarinizi acik etmek zorunda birakiyorsunuz. Bundan hic beis duymaksizin anlatmak ve boylece, icinden cikamadigim, sokaga cikarak ya da oy vererek degistiremedigim sizlerden kendimi soyutlamak zorunda birakiyorsunuz. Bu yariya degil, diger yariya dahil oldugumu defaatle vurgulamak zorunda birakiyorsunuz. Turk olarak degil, herhangi bir dunya vatandasi olarak var olmaya, iyi olmaya, ahlakli olmaya devam etmek, bunlari olmak icin fasist yahut din tuccari olmak gerekmedigini surekli, surekli, surekli tekrarlamak zorunda birakiyorsunuz. 

Cok kotusunuz (belki hep oyleydiniz, ama sahne sizin degildi). 

Ben sizin yuzunuzden, gonullu isime daldigim bir persembe gununden kafami kaldirip, pisliklerinizi ortaya dokmeye tesebbus eden gazetecilerin tutuklandigi haberiyle karsilasiyor; kitap okuyarak basladigim sessiz, sakin bir cumartesiye suikast haberleriyle ve onlara sevinen davarca yorumlarla devam ediyorum. Bunlarla artik bas edemiyorum. Gormezden gelemiyor, ama mantikli dusunceye tesrif etmediginiz icin yanit da veremiyorum. Ben cok bir sey oldugumdan degil de, insanliga dair tum temel degerlerimi kaybetmedigimden, sizinle ayni seviyeye inemiyorum. Parayi ozgurlukten, devleti insandan ustun tutmadigim icin sizinle konusamiyorum.

Ben sizden artik gercekten, ama gercekten, nefret ediyorum.


Makongo

Bu hafta sahadaydım. Pazar gecesi çıktığımız yolda, 5 gün içinde 4 farklı yerde geceleyerek ve gece gündüz çalışarak kendimi iyice yordum. Öyle ki, döneli 1 gün oldu ve ben sanırım bunun 15 saatini uyuyarak geçirdim. 


Yolculuğun büyük bölümü gerçekten yolda geçti, bir cipin içinde, neredeyse patika denebilecek bozuk yollarda hoplaya zıplaya... Gana'ya geldiğimden beri ilişkimizin birkaç basamak birden atladığı Kindle'ım, en azından hava kararana kadar bana eşlik etti. Portakal Kız'a yolda başladım, yolda bitirdim. Bi gülümseme yerleştirdi yüzüme. Sonra da aşağıdakileri karaladım, ileride lazım olur...

///


Tamale'de dünkü toplantıdan sonra, engebeli yolların elverdiği en yüksek hızla, mis gibi bir günbatımında Makongo'ya ulaştık. Amacımız, uçlarından turnike yapılarak göle dönüştürülmesine rağmen herkesin hala nehir diye andığı Volta gölünü geçecek "platoon" denen feribota binerek önce Pru, oradan da Sene bölgesine doğru ilerlemekti. 



Hikayenin gerektirdiği üzere feribotu kaçırdık, ve bu, "o zaman köprüden geçeriz Harem'e" ya da "körfezi dolaşıveririz canım" diye halledebileceğimiz bir durum değildi. Gölü geçememek, gölü geçtiğimizde bağlanacağımız yola karadan ulaşmak için 3,5 saat uzaklıktaki Tamale'ye geri dönmek, daha uzun bir yolu tekrar karadan gitmek, dolayısıyla neredeyse 8 saat kaybetmek demekti. O da, sürücümüzün uyuma payını hesaba katmazsak... Gölü geçmekte diretmek ise, ertesi sabah 9.30'da kalkacağı söylenen (çünkü Gana'da böyle şeyler ancak bir iddiadır), feribota binmek üzere bir gece kaybetmek demekti.


Nehir kenarında, iş arkadaşlarım oranın yerlileriyle konuşup ne yapacağımızı kararlaştırmaya çalışırken ben gülmeye başladım. En son Eylül ayındaki gezimizde böyle olmuştu; kestirme yolu kullanmak için bizi telefonların ve dolayısıyla harita uygulamalarının çekmediği orman yollarına sokan (ve aslında o bozuk yollarda saatte 30 km ile giderken, ana yolda olacağından çok daha fazla zaman kaybeden) şöför sayesinde aç karnına bir miktar daha sallanırken gülmeye başlamıştım böyle. Sinir bozan ve hatta çaresiz diye adlandırılabilecek durumlara karşı gülme refleksi geliştirdim farkında olmadan. Fotoğraf falan çektim. Güzel oldu fotoğraflar.


Yakında, bitişiğinde çalışanlarının kalacağı ufak bir ev de olan bir klinik vardı, oraya gittik bizi misafir edip edemeyeceklerini sormak için. Benim dışımda herkes Ganalıydı ama bu, herkesin tanrı misafiri kabul edeceğini garantilemiyordu elbette. Hele de ortada, güvende tutulması gereken ilaçlar da varsa, sorumlu hemşirenin "ah benim kör merhametim yok mu, nasıl aldım seni o depodan içeri" trajedisinden kaçınmak istemesi çok doğaldı. Onlar ne yapacaklarını tartışadursunlar, bizimkiler de en yakın yerleşim alanına geri dönüp bir misafir evi bulma seçeneğini daha mantıklı bulmaya başladı. Böylece sabah kalkıp, erkenden iskeleye (iskele dedimse, gölün kenarındaki herhangi bir alçak seviyeli alan) gelebilir ve 9.30 feribotunu yakalayabilirdik. Bu esnada ben yıldızlara bakıyordum. Mole Doğal Parkı ve Cape Coast sahiliyle beraber, Afrika'ya geldiğimden beri gördüğüm en yoğun yıldızlara. Bellatrix'i buldum, bakıştık. Mutlu oldum.

Sonra hemşireye tuvaleti sordum, o da bana soruyla karşılık verdi (bunu, anlamını kaybetmemesi için Türkçeye çevirmiyorum):

_ Do you need a place for a wee-wee or is it the nature's call?

Güldüm. Dedim "kardeş biz ona number 2 diyoruz turist olarak gittiğimiz yabancı ülkeler ve repliklerini ezberlediğimiz yabancı dizilerde" dedim. Dışımdan sadece "we call it number two" dedim. Hemşire de güldü. Sonra bir kapıyı açtı ve bana, içinde bir gider dahil hiçbir delik bulunmayan bir odacık gösterdi. "Buraya mı?" dedim, "Buraya" dedi herhangi bir yeri işaret ederek, "you can squat here". Ulan squat kim, ben kim; gören de spora başladım zannedecek... Neyse, böylece, 19 Kasım 2015 Dünya Tuvalet Günü'nde alaturka tuvaletin dahi ne büyük bir nimet sayılabileceğini düşünerek, paçamdaki ıslaklığı görmezden gelmeye çalıştım.





Sonuç olarak, yaklaşık 30-40 dakikalık mesafedeki Salaga adlı yere (köy? kasaba? bucak?) geri dönüp kendimize kalacak bir yer bulduk. Yemek bulamadık ama; bir adet karpuz bastırdı açlığımızı. Misler gibi uyuduk, ertesi gün aynı iskeleyi sabahın erken saatlerinde görmek üzere... Sonrası da, harmattanın kuru rüzgarları ve yeni keşfettiğim şarkılar eşliğinde bir feribot yolculuğu ve sahadaki son gün, remember remember the twentieth of November. Yolda pazar görünce satın alınıveren yavru keçiler ve onlara çok benzeyen dev yerelmaları. Dev yerelmaları ve dev yapraklar. 




Devler ülkesindeyim adeta. Dev yorgunluklar ve plansızlıklar ve de dev gökyüzleri ve ormanlar ülkesinde.


20 Kasım 2015
Kuzey Bölgesi, Gana

Fotoğrafların gerisi için: https://instagram.com/bellatrixbegins/

O kadar kolay ki şu an panik olmak.

Erce'ye,
















O kadar kolay ki şu an panik olmak. İstemediğim garantili hayata geri dönmekle, alıp paramı çıkıp bir daha ilaç isimlerini sadece eczanelerde göreceğim bir hayata cüret etmek arasında kalıyorum. Gecenin bir yarısında bundan sonra özel sigortam olmayacağını düşünerek uyanıveriyorum. Yine gecenin bir yarısında kafama esip de tee nerede oturan arkadaşımın yanına gidemeyebileceğim geliyor aklıma. Bunların ne kadar önemli olduğunu -güya- tartıp, önemsizleştirmeye çalışıyorum. Diğer alternatiflerden ve onları kullanan diğer insanlardan örnekler buluyorum kendime. Bir teklifi reddederken içimden "ikinci bir teklif göndermezlerse olay benden çıkmış olur" diye kısmet pazarlığı yapıyorum. Gördüğüm her şeyi, içten içe istediğim şeyin bir işareti sayıyorum. Okuduğum her alıntıyı. O kafayı yakaladığımda kaybetmemeye çalışıyorum. "Sikerler kariyerini" diyorum. Kefenin cebine CV'mizi mi koyacağız, diye düşünüyorum. Kurnazlık yapıyorum. Tabi aslında hocayı değil, sadece kendimi kandırıyorum.

Belirsizlik sevmiyorum. Hiçbir belirsizlik benim yüzümden orada olmasın istiyorum (sürekli bir yanıt arayışım da bu yüzden, bir şeye hakkım olduğunu düşündüğümden değil).

O kadar kolay ki şu an panik olmak. Ama dönünce, lazım gelirse beraber karalar bağlayacağımıza söz verdiğim bir dostum var. 

O yüzden, panikleri ikinci bir emre kadar erteliyorum.



22 Kasım 2015
Kumasi, Gana





Bölüm 2

Dün gece ilk kez, burnumu ve uyku düzenimi hakimiyeti altına alan nezlenin de etkisiyle olacak, sabaha karşı uyandım. İlk kez absürd bir saatte uyanmış değilim tabi, ama uzun zamandır ilk kez, tekrar uyuyamadım. İş konusu takıldı kafama. İnsan her gün kovulacağını öğrenmiyor, ya da her gün kendisine çalışabileceği belirli süre bildirilmiyor. 

"Açlıktan ölecek değilim ya canım" diyorum herkese. Açlıktan ölmeyeceğim tabi ki. Ama iş benim için, nasıl desem, heyecanını yitirmiş 7-8 yıllık bir ilişki gibi. Hiçbir zaman tam anlamıyla kendimi veremediğim, başlarda heyecan verici olup sonradan monotonlaşan, tavsayan, ama işte orada olan, güvenli olan, yer yer işime gelen bir ilişki... Arabam olmayacak, dedim kendi kendime. Bu, peki. Özel sigortam olmayacak (ama SGK primimi kendim yatırırım).

Joey oldum yani. I guess "there's never a good time to stop... catching on fire."*

Bazen her şeyi yapabilecekmiş gibi hissediyorum ya, özellikle buraya geldiğimden beri -Afrika'dayım lan! Kendi başıma yaşıyorum, filan- ama işte bazen de "ne işe yararım ki ben başka?" diyorum. Ne biliyorum başka, nede uzmanım, neyi kurup, neyi geliştirebilirim? Hiç, gibi geliyor. Yapamazmışım, başka türlü başaramazmışım gibi. İşte o zaman çok üzülüyorum.

Bir de döneceğim ortam için üzülüp endişeleniyorum tabi. Tüm gençliğimizin bu cahil ve yobaz iktidarla geçtiği ülkeye, onlara daha da fazla direnmek için geri dönmek, bu ülkede yaşamaya devam etmek istiyor muyum gerçekten? Bir kez daha katliamlarla beslendikleri seçimden, "mosmor oldular" lafını ağızlarına almaya cüret edecekleri bir oranla çıktıklarını düşününce, ülkede daha ne olabilir diye ürperiyorum. Biz daha kaç kez sokağa dökülebiliriz? Gücümüz var mı buna? Ya da isteğimiz? Neyle savaştığımızı hatırlıyor muyuz, umudumuz var mı hala?

Bilmiyorum, bilmiyorum.

Seçim sonuçlarıyla boğuşurken gereğinden uzun ve yorucu bir yolculuk yaptım geçen haftasonu. Tüm bunlar aklımdan geçiyordu, ben, Türkiye, ben, ben, Türkiye... Sonra arkadaşlarımın kartlarını aldım. İngiltere, Fransa, Türkiye.


Bazen hiç tanımadığı ya da çok az tanıdığını sandığı kişilerin en çok yardımı dokunuyor insana. İnancını yeniliyor. "Olur ya!" dedirtiyor. Bir kartpostal arkasına sığacak kadar şeyle seviniyor, hafifçe gururlanıyor, içine su serpiliyor, gülümsüyor, kahkaha atıyor, arkalıksız bir sandalyede uzun bir süre oturduktan sonra, sonunda bir yerlere yaslanabilmiş gibi hissediyor.

"Biz şehir grileri olarak nöbet tutuyoruz" diyor biri, zaten başka kime emanet edebilirdim ki gündemi? "Sanki geldiğinde her şey daha farklı olacakmış gibi" diyor biri, vallahi inanasım geliyor! "Hayatına hep hayranlık duydum" diyor öteki, kalakalıyorum bir an, içime bir ışık yayılıyor.

Ben de göreyim, oradaymışım gibi hissedeyim diye özenle çekilen videolar gibi, ben severim diye gönderilen şarkılar gibi, uzun uzun konuşabilelim diye ertelenen uykular gibi kartpostallarım.

Bunların hepsi, hepsi, hepsi için bundan daha müteşekkir olamazdım.

Sonra işte, "olur ya" diyorum, "yaparız."



8 Kasım 2015, Kumasi

* Hala mı Friends izlemediniz? E yuh.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!