... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Ben Ruhi Bey Nasılım

I

Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
Büyük bahçelerin küçük içinde
Saksılardan birinde
Gördüm de
Uyurken uyandırılmış gibi
Beni bir sardunya büyüttü belki.

O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

Ne peki
Yere dökülen bir un sessizliği mi
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
İşini bitirmiş bir org tamircisinin
Tuşlardan birine dokunacakkenki
Dikkati ve tedirginliği mi.

Bekler mi beni
Her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde
Acaba bekler mi beni
Uykularım, o sonsuz uykularım
Yanmış bir limonluktaki
- Ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
Sesini hiç eksiltmeyen -
Ama bilmez miyim ben
Bilmez miyim hiç
Böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
Kısacık bir zaman olmalıydı elimde
Turfanda meyva gibi bir zaman
Yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
Geçerek erguvanların dönemecinden
Leylakların dörtyol ağzından
Yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
Acının dudaklarına ve geçmişin
Bir yaban gülü yaprağı gibi beni
Ama ne gezer.

Korkmuyorum artık solmaktan
Solmaktan ve solgunluktan
Gelmişim nerelerden böyle
Kurumuş bir dere yatağı gibi
Ya da pek kurumamış da
Baygın, hasta ya da cançekişen
Çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
Ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
Yorgun düşerek taşımaktan
Ve ne çıkar ayırmasam kendimi
Suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.

Koylardan
Kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
Eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
Ayırmasam kendimi
Diyorum ayırmasam
Köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
İçindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
Cepleri yüreği cepleri
Ayırmasam da ben
Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
Bu kımıltısız gövde
Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
Görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
Ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
O müşiş öğle sıcağında
Pencerenin önünde örgü ören birinin
- Örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
Görülmediği gibi
Ama var mıydı sanki görülmek isteyen
Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.

II

Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına.

Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
Ağaç da çürümüş zaten
Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-Gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
Yoklamışlar orasından burasından
Kim bilir.

Ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
Önemsiz bir iki anıdan başka
Ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
Sorarım ne bulmuşlar
Çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
Anılar.

Oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
Kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
Buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
Bir şeyler olmalıydı.
Ve sanki
Yıllar var ki saklamışım orda ben

Saklamışım anlaşılan
Odasında yapayalnız doğuran bir kadının
Dışa vurmak istemediği
Ya da pek gereksinmediği
O iniltiyi andıran
Duyurulmayan her şeyi.

III

Ve her şey dönüştü işte
Kahverengi bir çarşambadan
Sapsarı bir cumartesiye.

Ansızın bir rüzgar çıktı demin
Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
Yakıyor gözkapaklarımı da
Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.

Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
1 - İşte bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
2 - Süt emer gibi bir memeden
Bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
3 - Dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)

(Ansak mı anmasak mı
Yeri mi şimdi değil mi
Bir tren yolculuğunda ve her yerde
Her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
Bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
Saatler iyi
Adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
Ve bütün yolcuların dalgın
Koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
Görünüşte kararsız
Görünüşte üzgün, endişeli
Görsek mi acaba, görmesek mi
Açıp da kapalı gözlerini arada
Şöyle bir görünümü tek bir solukta
Yalandan, inatla içine çekenleri
Ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
Belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
Bir tilki çevikliğiyle, acele
Katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
Bilmem ki, görmesek mi
Durunca tren bir istasyonda
Dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
Dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
Bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
Uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
Tutarak parmaklarıyla yalancı
Ve ucuzundan bir kolyeyi
Acaba görmesek mi
Bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.

Ansak mı anmasak mı acaba
Yeri mi şimdi, değil mi
Sırasını bekleyen bir kadının, hasta
Gereğinden fazla abartılmış yüzünü
Besbelli iğrenirdiniz
Çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
Bir duvar saatine ya da kapıya
Telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
Kısaca
Kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
Gördünüz, görüverdiniz bir daha
Sıyrılmış acılardan ansızın
Sevecen, durgun, sade
O yüzü
Belki de, orda, acele
Karar verdiniz
Bir anneniz olsun isterdiniz böyle
Ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
Her neyse...

Söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
Ben uzun yolları hiç sevmem
Doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
Ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)

IV

Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
Denize bırakılmış çöpler gibi
Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.

Bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
Bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
İçinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
Çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
Ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
Kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
Yağmurlu bir sundurmaya
Ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
Pencerelerde ve her yanda.

Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

(Nerdeyim
Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
Amansız bir güceniğim.)

Geri getiriyor bunları rüzgar
Geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
İniltili, hasta bir konağı da
Çatısında baykuşların tünediği
Birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
Ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
Suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
Bir konağı ve konağın olanca görkemini
Geri getiriyor rüzgar.

(Konaksa yandı çoktan
Tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
İyi biliyorum tertemiz bir asfalt
Ezip geçti onu
Kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)

Ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
Caddeler, işhanları kahveler ayarlandı
Meyhaneler, genelevler
Pasajlar, dar sokaklar, geçitler
Soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
Ve bütün ilişkiler
Birden yerini aldı.

Ve her şey yetişti gene
Sarı bir çarşambadan
Kahverengi bir cumartesiye.

V

Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
Kapıyı iyice kapadım
- Kapadım mı, evet, kapadım -
Çitlenbik ağacının altından geçtim
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
Dişlerimle sıyırdım
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
Çakılların üstünden yürüdüm
Yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
İyice duydum
Çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
- Çok yüksekti. Deniz dibi renginde ve demirdendi. Üstünde aslan başı
kabartmalar vardı. İki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
Dışardan çam ağaçları görünürdü. Bir kırbaç gibi görünürdü. Ve
ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu -
On sekiz on beş trenine yetiştim
Geniş kadife koltuğa oturdum
Puromu yaktım - iki kibrit harcadım -
Akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
Haydarpaşa'ya kadar bulmaca çözdüm
İskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
Bakışından tedirgin oldum
Giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
Vapurla Karaköy'e geçtim
Tokatlı'ya uğradım
Köprüden aldığım Fransız dergilerini karıştırdım
Kirazla bir kadeh rakı içtim
Çıkarken boy aynasında kendime baktım
Oldukça yakışıklıydım
Gömleğim temizdi, beyaz ceketim
Tertemizdi ve ayakkabılarım
Pantolonum ütülü
Yelek cebimde ince altın bir zincir
Sarı ve ince bıyıklarım
Tam Ruhi Bey bıyığıydı
Ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
- Zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı -
Boynumda menekşe rengi bir papyon
Hafifçe sarkık
Dudağımda bitti bitecek bir sigara
Kenarında dudağımın
Dışarı çıktım.
Tünele bindim, Asmalımescit'teki Viyana lokantasına geldim.
Avusturyalı karı koca beni karşıladılar
İkisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
karşıladılar
Benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı.
Beyaz Ruslardandılar, gözleri necef taşı gibi sert ve parlaktı
Tezgahta bir Leh Yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
Soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
Üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
Çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
Markiz'e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
Düzeltip arada bir bıyıklarımı
Uçları hafifçe ıslak
Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki, ben Ruhi Bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım.

Oradan Galatasaray'a kadar yürüdüm
Bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
Gezindi ortalıkta bir süre
Ve durdum
Durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
Bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar
Nasılım.

VI

Nasıl olacaksınız Ruhi Bey
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey
Şarapla bira mı içiyorsunuz Ruhi Bey
Böyle sabah sabah Ruhi Bey
Akşam akşam Ruhi Bey
Akşam sabah Ruhi Bey
Cıgara alır mıydınız Ruhi Bey
Yakalım Ruhi Bey, yakalım
Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey
Benim de ayakkabılarım su alıyor Ruhi Bey
Ne olur ne olmaz
Önümüz kış Ruhi Bey
Ee, daha nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim, iyiyim.

(Gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
Kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
Pembe pembe azarlanırım
O ölür ben azarlanırım
Kocaman bir konakta uzarım kısalırım
Ellerim tırnaklarım
Yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
Ve sıcak
Gözlerim, gözlerim benim
Denizi ilk defa gören bir çocuğun
Birdenbire yaşlanması neyse.)

Sizinle görüşelim Ruhi Bey
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey
Kendimle bile, kendimle bile.
(Olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
ama hiç kimse)

Edip Cansever
http://www.youtube.com/watch?v=-Fk63G0kNws&feature=related

eski açık, sarı demesene!

Sevmiyorum lan seni!

Zaten ilk intiba çok önemlidir; ilk gördüğümde de sevmemiştim seni pek, “üff” demiştim “ne kasıntı, kaba saba, soğuk, kocaman!” Ve o gün çok da iyi geçmeyen bir sınava girmiştim ve moralim de bozuktu, o güne dair yolunda gitmeyen her şeyi seninle özdeşleştirmiştim – ben seni görmek istemiyordum bir daha tamam mı; sultan olmak varken, imparatoriçe olmak istemiyordum. Başka ekoller peşindeydim ben.

Daha 10 yaşındaydım.

Büyüdüm sonra, yıllarca görmedim seni. Uzak kaldım senden, mutluydum, aklıma gelmedin.

Kuzenim tanıştı seninle bu arada – ondan seninle ilgili izlenimlerini dinleme fırsatı bulamadım hiç ama birkaç yıllık tanışıklığının onun hayatında çok önemli bir yer bıraktığını sanmıyorum. Zaten hiç bahsetmedi ki senden…

Sonra ben bir sürü insan tanıdım, hepsinde senden izler vardı: Zeka, kavrayış, kibir, mükemmel bir espri anlayışı, bir şey beğenmemezlik, bazen kendine güven ama çoğu zaman da kibirlerinin altına gizledikleri güvensizlikleriyle dolu, hem takdir edilecek hem de yerilecek bir sürü adam: Ben o adamlarla aşık atabilirim sandım, attım veya atmaya zorladım kendimi, ben o adamlarla çok eğlendim, ve ben o adamları sevdim, aşık oldum, kavga ettim -bazen ikisi birden- yapamadım, yürütemedim, bitirdim, bitirdik. Arkadaşlıklarımı da bitirdiğim oldu, onların inadı yüzünden. Ah o inatları yok mu…

Bu arada tanıştıklarım hep adamlar değildi tabi, az da olsa kızlar da vardı listemde. Bazen kıskandığım, bazen anlayamadığım, bazen de hayatlarının zorluğuna üzüldüğüm kızlar. Ama duruşlarına hayran oldum çoğunlukla. Bir bakışıyla bir adamı yıllarca esir edeni de vardı; “anne” deneni de.

17-18 yaşlarındaydım.

(Bu arada seni gördüm yine, daha büyük, daha farklı bir gözle. Senin gözlerinden baktım, çok sevdiğim şehre hayran oldum yine. Kıskandım biraz da, “ayıp” dedim, “insan böyle bir güzellik görmemeli her gün her gün, bize haksızlık oluyor biraz”.)

Bir de bu paragraflardan ayrı bahsetmem gereken bir adam daha geldi az sonra; daha anlayışlı, daha olgun. Yine olmadı, olduramadık. Ama benim payım daha büyüktür beni günah keçisi ilan edenlerce.

23 yaşındaydım.

Aylar geçti; tamam artık yeter, başka bir sayfa açıyorum hayatımda dedim, yeni keşfetmiş olabilirim ama olur ya, dedim; oturttum kafamda. “Biz” fikrini sevdim. Uzun zamandır varmış gibi bu biz, kafamda, sevdim işte. Bazı şeyleri onunla birlikte düşününce anlamlı oldu; bazı şeyleri ona anlatmak için biriktirir oldum.

Sonra şaşırarak öğrendim ki onun hayatından da sen geçmişsin - sanki öncekiler kadar derin değil gibi ondaki izlerin ama kim bilebilir? Belki beceremedin bu sefer (ki inanırım, kabuğu daha kalın bunun) veya belki öyle bir içine işledin ki, bastırsa da, derinden bir yerden çıkıp gelecek o kibir günün birinde… Ben görmem herhalde.

~

Ben senin canını acıttım mı hiç? İlk görüşte seni sevmedim diye mi yapıyorsun bunları, yoksa senin sevdiklerine yeterince değer vermedim, ihanet ettim diye mi? Alacağın vardı benden, şimdi onu mu tahsil ediyorsun?

Ne zorun var benimle? Ne yapacaksın, duvarlarında yankılanan mutsuzluğu bana verip, benim mutluluğumu, sevincimi, enerjimi o koca kasa kapılarının ardına mı gizleyeceksin?

Bırak peşimi artık, bırak.


Sevmiyorum seni…

(Ekim 2009)

ANG343: Anger Management

Advanced Class (not available to freshmen / not recommended for sophomores)

MMTTThTh 668877 (so that you have enough time to get upset during the day)


Professor: STAFF

Location: TBD

Lesson 1: Dishwashing (Mandatory Laboratory Practice / Items Included)

Şunu fark ettim ki, bana tek başıma (ama tek başıma ve olabildiğince mutlak sessizlikte) bulaşık yıkamaktan daha iyi gelen çok az şey var.

Yani tabi ki üstümdeki ölü toprağını atmak için arkadaşlarım yanımda olsa, efendime söyliym, okulda olsam, çok sevdiğim bir şeyi yapıyor olsam veya fasıla gitsem daha iyi olur; ama eldeki, evdeki ve cepteki imkanlar buna elvermediğinde inşallah, diyorum, inşallah evde saldırılacak tencere vardır!

Hepimiz biliyoruz ki o bulaşık deterjanı reklamlarının hepsi, etiketlerindeki adamlar ne kadar kaslı veya limonlar ne kadar büyük ve sulu olurlarsa olsunlar, külliyen yalan - Neyse ki! Bir de doğru olsa, inatçı yemek artıklarıyla uğraşmamam gerekecekti ve o zaman bu sinirimi neyden çıkarırdım, bilmiyorum.

Tavanı başıma yıkmak uğruna kum torbası almak şart olurdu herhalde.

(27 Ekim 2009, İstanbul)


"İnatçı yemek artıkları" evet, biliyorum - ama konu bulaşık olunca yaratıcılık namına yapılacak pek bir şey yok ne yazık ki.

Ve o deterjanlarının "elleri koruma" iddiası gerçek olsaydı bari - mutfak eldivenini takınca kendini mikrobiyoloji laboratuvarında gibi hisseden benim gibi insanlar için, bulaşığın tek yıpratıcı yanı bu galiba.

çok mutsuzum be Atam!

büste tutunup ağlayınca oluyor mu bilmiyorum, kadir inanır misali.
ama benim birilerine tutunup ağlayasım var, hem de çok var!

Kaos

Bir arkadaşın uzun bir izin dönüşü attığı bir e-mailin içinde bana bir teşekkür geçmemesi, düşündürdü beni (Ben ve üç-beş kişi dışında kalmışız özel teşekkürlerin, bu kadarına diyeceğim yok; teşekkürü hak etmek için bir şey yapmamışızdır.)

Düşündüm ki biz, mesela bu dört kişi, bir kümeyiz departman içinde. Belki de tek ortak noktamız bu, şu evrende.

Evrensel kümenin ne kadar minik minik kümeleri var birbiriyle her yönde kesişen: Tam bir kaos!

İzinden dönüp teşekkür edilmeyenler,
40 numara ayakkabı giyen kızlar,
Gözlüksüz erkekler,
Kanserliler,
Kara kedi sevenler,
Noel Baba'ya inanmayanlar,
Çocuklar,
Çocuk olduğunu düşünenler
Çocuk olduğunu zannedenler...
...

On yüz bin milyon kümeye aidiz her birimiz.
Yine de bir şeylere ait olmak için uğraşıyoruz.
İnsan ne acayip varlık yahu...

(2 Eylül 2009, Hacettepe-Ankara)


Bugün, bir GS-FB derbisi günü Özgür'le konuştuğumuz 'taraftar kafası' üzerine hatırladım bunu. Evet, mantıklı veya doğru veya gerçek veya külliyen kolpa; aidiyet bizim için çok önemli; siyasi de, spori de, dini de veya sadece insani de olsa. Harıl harıl birilerine veya bir şeylere ait olmak insanların tüm çabası.

(25 Ekim 2009, İstanbul)

naçizane (altı): Barışıvermek

Öyle arkadaşlıklarım var ki biten, arkalarından aylarca, yıllarca üzülüyorum ve kesinlikle kestirip atamıyorum.

Haklı olduğumu; daha doğrusu bir hatam olmadığını kesin olarak bilsem bile; başkaları bunu onaylasa bile. Aslında karşımdakinin zayıflığına, tutarsızlığına, kararsızlığına kızması gereken ben olsam bile.

Tek bir şey var o üzüntüyü ayakta tutan: Bir gün karşı karşıya geldiğinde o konuşmadığımız günlerden birinde, bir dürtüyle "salak!" deyip karşılıklı, sarılıvermek düşüncesi.

Hani açıklamalar, özürler, arabulucular olmadan... Barışıvermek.

O arkadaşlıklarımın bunu hak edecek değerde olduğunu düşündüm (, düşünmek istedim) hep. Bir tanesi, eski bir tanesi beni yanılttı. Bir kısmından hala umutluyum.

(Ağustos 2009)

naçizane (beş) kafası

yemeksepeti.com, ickisepeti.com iyi de, aslında şunlar olsa biz daha çok takdir ederdik bu isimleri:

yemekkafasi.com, alkolkafasi.com, cicekkafasi.com, tatilkafasi.com ...

sonuçta, "ne kafalar bunlar?"

(22 Ağustos 2009, Amasra)

you are the variable in the equation of love

"I like finding typos in menus. And I know my shellfish pun is stupid, but I’m not all of the sudden going to stop making stupid jokes. Shouldn’t we hold out for person who doesn’t just tolerate our little quirks but actually kinda likes them?"

(Ted Mosby, How I Met Your Mother, Episode 5x02)

and

"I like you. Just as you are."

(Mark Darcy, Bridget Jones's Diary)

But then again;

"When you develop an infatuation for someone, you always find a reason to believe that this is exactly the person for you. It doesn't need to be a good reason. Taking photographs of the night sky, for example.

Now on the long run, that's just the kind of dumb, irritating habit that would cause you to split up. But in the haze of infatuation, it's just what you've been searching for all those years."

(Richard, The Beach)

I suppose it's merely dumb to look for the person to love you 'just as you are' - Because love will vanish after s/he gets used to you, your looks, your talks and all your behaviour. It is plain stupid to hope that someone will really like you or tolerate you for a long time, even though you care enough to change for her/him just a very little bit.

You have to change, or vary, a lot; to be loved constantly.
Otherwise, you are alone.

And I'm plain stupid.

(And I, too, like to find typos in menus.)

(25 Ekim 2009, İstanbul)

martini, krem şanti ve pop kek

Birisi bana çıksın desin ki: "Olmaz".

İnandırıcı olsun ama, Candan Erçetin gibi "olmaz" dediğinde "lan gerçekten olmazmış" dedirtsin; veya çok sevdiğim, çok inandığım biri olsun. İnanacağım. Valla. Ve kendimi alıştıracağım, ve vazgeçireceğim. Kendim üstünde o kadar hükmüm var (hiç kaybedemediğim bir hüküm. O "ayakları yere basan" kişilik benim aslında).

Pozitif bir nötrlük ile negatif bir nötrlük içinde salınıp duruyorum yoksa - sıfıra-sıfır-elde-var-sıfırla orijinde takılırken, kendimi eksenin en soluna nasıl yerleştireceğim?

Yapamıyorum.

(25 Ekim 2009, İstanbul)

Şimdi Reklamlar

"Kocaman bir terası olacak; içinde gerçek ağaç ve çiçeklerin olduğu - öyle ot mot değil. Derin bir nefes aldım mı, temiz hava dolacak içime. Ziyaretçim hiç eksik olmayacak. Ben istediğim sürece dostlarımla dolup taşacak o ev; ama bir yandan da en huzurlu mekan olacak yeri geldiğinde, uzaktan gelince 'evim, güzel evim' dedirtecek."

Bellatrix hanım, monitör. İstanbul'un orta yerinden evini aldı. Şimdi seçkin (ve zaman zaman gürültüye dayanıklı) komşularını bekliyor.

[mesela...*]

* İstanbul'un orta yerinin neresinde olduğunu anlayamadığım Avrupa Konutları reklamlarından alıntıdır. (İstanbul'un orta yeri ya Nişantaşı'dır bence, ya da Sultanahmet - dünyanın orta yeri!)

naçizane (dört): Sakızlı Yazı


Çeşmeliler, eğer ellerinden gelse,

sakızlı çilek, sakızlı nane yetiştirip sürecekler piyasaya...

naçizane (üç)

Ege'nin suyu tuzludur; çünkü tatlı olmasına gerek yoktur. O kadar berraktır, şeffaftır ki zaten; dibi görünür onca metreden... Gözün kapalı güveneceğin denizdir Ege.

Karadeniz ise karanlık, kurnaz, bi' filanlardan yer gibidir hep. Uyanık olacaksın, gözün açık olacak Karadeniz'de. Eh, bari suyu da tatlı olsun.

(mühendis kitap okur; genetikçi de hep bilimsel olmaz)

naçizane (iki)

Kız arkadaşı olan erkeğin olduğundan etkileyici gibi görünmesi ile,
eski sevgili birini bulunca kıskanmak aynı şey değil mi?

("Acaba bir şey mi kaçırıyorum?" ila "Demek ki benim göremediğim bir şey var")

meali anlamayan nesle aşina değiliz*

Bir keresinde Erce, iki insanın öpüşmesi için illa ki ortada bir aşk olması gerekmediğinden; çok mutlu olduğu için, anın coşkusuyla arkadaşını öpen insanları gördüğünden bahsediyordu.

Pek yorum yapmasam da katıldım bu lafa. Üstelik benim de zaman zaman içimden gelen ama nasıl karşılanacağını bilmediğim için yapmadığım birçok şeyi (dürtüyü, diyebiliriz sanırım – ama fiili değiştirmek gerekir) de açıklıyordu:
Fiziksel temas seviyorum arkadaşım!

Çok sevdiğim adamlar vardır, heyecanlı heyecanlı bir şey anlatırken o kadar tatlıdırlar ki, ellerini tutmak isterim örneğin. Bazen birisine, nedensiz, uzun uzun sarılmak gelir veya içimden. Ama öyle bir sarılmak ki, “alıp içime sokasım gelir” lafına uyar gibi, tek olurcasına sarılmak. Yolda yürürken arkadaşlarımın koluna koala gibi yapışmışlığım çoktur. Birinin dizine yatmak, veya dizine yatan birinin saçını okşamak, film izlerken arkadaşının omzuna başını yaslamak… ve daha bir sürü şey, çok önemli benim hayatımda. Bunları yapmak içimden geliyorsa, kendimi tutmak zorunda olmamak istiyorum.

Yalnız, sorun bunun dışarıdan, bir daha beni görmeyecek insanlara nasıl göründüğünden ziyade, karşımdaki insana nasıl göründüğü. Altında anlamlar arar mı, acaba beni yanlış anlar mı, bu temastan rahatsız olur mu, etrafındakilerin ne düşündüğüyle ilgilenir mi; bunları düşünüyor insan. O zaman da o anın, o temasın veya hevesinin tüm büyüsü bozuluyor zaten.

Yine de dakikalar boyu sarıldığım, sırf içimden öyle geldiği için elini tuttuğum, yolda illa ki koluna girdiğim adamlar var – ve beni hiç yanlış anlamadıklarını biliyorum. Bir insanın size kesinlikle aşık olmayacağını bilmek gibi, büyük bir mutluluk bu.

Dün, bir adamı ilk kez sadece şefkatle öptüm. Anlayacağını düşündüm; bilmem. Tutkudan, aşktan, hoşlanmadan ya da her neyse çok uzak, ufacık ama benim için çok değerli bir andı.

Annelerin çocuklarını öpüvermelerine, artık hiç şaşırmıyorum.

~

Bu sabah uyandığımda, yönkurluğun vaftizi ilk ICAMES’imin ilk günü hatırlattı bana kendini.

Önceki gece neredeyse sabaha kadar süren toplantıya, yorgunluğa, karşılamalara rağmen, o kırmızı formayı üzerime geçirir geçirmez öylesine mutlu ve enerji dolu olmuştum ki!

Allem edip kallem edip BTS’nin önüne kadar getirdiğimiz minibüsten atladım, koşarak kulübe daldım, bir şey alacaktım herhalde - bu hikayede hatırlamadığım tek şey o. Yüzümde kocaman bir sırıtışla olduğum yerde zıplamamak için ya zor tutuyordum kendimi ya da zaten zıplıyordum ki; içeri Sinan girdi. Sinan bana baktı, ben ona, sonra ona doğru koştum, sarıldım sıkıca, o da beni havada döndürdü.

Minicik bir şey, değil mi; ama aynı anda iki kişi tarafından hissedilen ve paylaşılan duygu, kocaman.

O duyguyu şu an hatırlamak bile birçok şeye bedel.


(23 Ekim 2009, İzmir)

* Evet, melali değilse de (biz de Rıfat Ilaz gibi çarpıtıp kullanalım) 'meali' anlamayan nesle aşina değiliz. Bu yazdıklarımı anlamayacak olanlar, kendi iç huzurları için, benim yazdıklarıma aşina olmayabilirler.

Survival of the Fittest

Eğer yolda yürürken dönüp tekrar tekrar bakılan bir hatun kişi iseniz, dikkat çekmek için sadece boş olmamanız yeterlidir çoğu zaman.

Eğer alabildiğine sıradan olduğunuzu düşünüyorsanız ('düşünmek olmanın yarısıdır') o zaman "Aa o çok ... kızdır" cümlesine manen iyi bir şey yerleştirmeye ihtiyacınız vardır ve ancak konuşarak olacaktır bu; o zaman görüntüden daha fazlasını sunmanız; güldürmeniz, akıl dolu konuşmanız, leb demeden cevabı yapıştırmanız gerekir...

Ve bunları yapacak fırsatı bulmanız.*

(09 Ekim 2009, Ankara)


* Fırsat çıkmadıkça, kabiliyetler pek az işe yarar. (Napoléon Bonaparte)

gündüşü

[Gündüşleri hep gündüz ve hep iyimser olmaz ve illa ki mutlu sonla bitmez, ya]

Er kişi, hatun kişi, iki kız iki erkek daha, oturmaktadırlar her gün rastladıkları gibi bir masada. Her şey herkese malumdur da, bir tek er kişi bihaberdir her şeyden. Belki de hissiyatı dahilinde olan bu durumu hatun kişiye kondurmamakta, belki de kondurmak işine gelmemektedir (bilmezden gelmek, ilgilenmediğini söylemekten daha kolaydır her zaman. Rol yapmak, bu hikayede çaresiz deyip geçmemiz ve hakkında başkaca bir yorum yapmamamız gereken taraf için daha zordur).

Er kişinin bir arkadaşı, bir fotoğrafını gördüğü; fakat hiç tanımadığı hatun kişiye yaklaşmaya çalışmaktadır. Elbette arkadaşına açılmıştır, bu arkadaşını bir punduna getirip kendisiyle tanıştırması için ısrar eder.

Er kişi, otururken bu her gün rastladıkları gibi masada, hatun kişiye bu arkadaşından bahseder.

Gereken soğukkanlılığı gösteremeyeceğini bildiği için, masadan kalkıp gitmekle oturduğu yerde ağlamaya başlamak arasında kalan hatun kişi bir süre baktıktan sonra er kişiye boş olduğunu düşündüğümüz gözlerle (ki er kişinin hatun kişiden bu kadar gözünü kaçırmadığı olmamıştır daha önce hiç - ironinin eski dildeki karşılığı ne ola ki?);

- O arkadaşınıza iletirsiniz, o iş olmazmış, çünkü hatun kişi benden hoşlanıyormuş; dersiniz. Deli gibi, öyle, sebebi olmadan, sonucunu bilmeden ilgileniyormuş benimle, beni merak ediyormuş; önemi olsa da, olmasa da...

Hatun kişi kimsenin konuşmasına fırsat vermeden masadan kalktığında hiçbir şey filmlerdeki gibi olmamıştır - hiç olmaz ki zaten -.

(21 Ekim 2009, 22:30 suları, Nişantaşı)

Worlds Theory

Can this be right?

Hope not.

...

GEORGE: You couldn’t figure out the “World’s Theory” for yourself? It’s just common sense. Anybody knows, ya gotta keep your worlds apart.

JERRY: Yeah, I guess I slipped up.

GEORGE: Ah you have no idea of the magnitude of this thing. If she is allowed to infiltrate this world, then George Costanza as you know him, Ceases to Exist! You see, right now, I have Relationship George, but there is also Independent George. That’s the George you know, the George you grew up with — Movie George, Coffee shop George, Liar George, Bawdy George.

JERRY: I, I love that George.

GEORGE: Me Too! And he’s dying Jerry! If Relationship George walks through this door, he will Kill Independent George! A George, divided against itself, Cannot Stand!

bay meraklı

Osvaldo Cavandoli'nin yarattığı, Cenk Koray'ın bize tanıttığı, Vestel'in hatırlattığı sevimli asabi, zeka dolu karakter. Şöyle bişidir işte:
Hmm, daa - abarakandifonindesi?!

Şurdan izlenmeye başlanabilir (ve fena bağımlılık yapar) :)

http://www.youtube.com/watch?v=skb2gKR7rOk

gel tanışalım önce ... sen bana uzun uzun 'seni seviyorum' de

Çok görüşmediğiniz, yakalamaya fazla uğraşmadığınız ama tesadüf bu ya, bir yakalasanız saatlerce sohbet etmekten sıkılmayacağınız adamlar vardır ya, böyle dolu dolu, değerli adamlar… İşte onlardan biri Koray’dır benim için (ICAMES 2004’ün bana hatırlattığı hiç kimse değersiz değildir gözümde ya, o da henüz yazılmamış bir yazının konusu)

StepS zamanlarından kalma alışkanlıkla Facebook’un imkanları birleşince, Koray’ı takip etmek kolaylaştı. Zaten severdim denemelerini, şiirlerini, notlarını, her neyse; daha çok sever oldum. İnsan neler yaratıyor yahu! (“insana inanmıyorum ama bir güç var”)

Ve bazı yazdıkları Koray’ın, farkında olmadan düşündürüyormuş beni. Okuduktan 3 saat sonra birden başka bir yere çağrışıveriyormuş. Mesela…


Ya da uzaktan sessizce konuşmaya devam etseydik birbirimize
sen ben değil de,
belki de en güzeli,
sizli bizli bir cümlede...
(“Tanışma...” adlı şiirden)

Sen sensin, teksin birinin gözünde ya, onun yanına kendini yakıştırmak için; onun kendi yanına seni yakıştırması için ne yapmalı? Bu kadar uzakken, zorken, bu kadar farkında değilken nasıl ‘biz’ olunacak?

Bunları sordum kendime. Cevabı yok, ipucu zaman.

Daha önce yaşadım, biliyorum; ikisi de zor, ikisi de kırıyor insanı ama; ben olarak gizlenmektense, biz olarak gizlenmeyi yeğlerim.

İlgililerin dikkatine…

(11 Ekim 2009, 01:13, İstanbul - 13 Ekim 2009, 13:24, Bursa)

bilmem,kaçıncı Viyana Kuşatamaması

Benim yurtdışına çıkamamaktaki ısrarlı cenabetliğimden midir, ahali-i Osmani'nin klasik Viyana Kuşat(ama)malarının bana mirası mıdır bilmem ama; bugün vize başvurusuna gittiğim Avusturya Konsolosluğu'ndan elim boş döndüm.

Elim boş dönmekle de kalmadım; ikramiye olarak bir de, bir milletin hiçbir kötü söz sarf edilmeden, kesinlikle kötü davranılmadan nasıl aşağılanabileceğini gördüm. "Paranla rezil olmak" mı? Aynen öyle.

Şimdi kardeşim, ben senin hakkını hukukunu bilmiyorum; bürokrasin bize benzer mi, kafan nasıl işler, Avrupalılarla İtalyanlar skalasında ne tarafa düşersin; neyimi beğenirsin, neyimi görürsen bana hayatta ekmek çıkmaz Avusturya kapılarından, hiç merak etmiyorum. İlk defa vize başvurusu yapıyorum -tek başıma da hazırlanmadım üstelik, sorduk herhalde bir bilene- bunu da söylüyorum ki bana iyi davran, sempatik ol. Keyfimden gitmiyorum ya ulan, koskoca Pfizer (ki Avusturya'nın toplamında iddialı olmasam da bence o lahana gibi kat kat Viyana şehrinizdeki bölgelerden birini kesin satın alır) beni toplantıya çağırıyor, sana davet mektubumu getirmişim, daha ne istiyorsun benden?

"Ben sizden SSK belgesi istedim; neden her şeyi veriyorsunuz?" Sanki istemeyecek diğerlerini... "Siz 3 aydır farklı maaş mı alıyorsunuz?" Hellooo, vergi diye bir şey var?! "Bu mektuplar 1 Haziran'dan beri kabul edilmiyor, elektronik davet mektubu gerekli" Ee, elektronik davet mektubunun çıktısını alınca yine bu olmayacak mı? "Ama elektronik gerekli" Peki ben size nasıl ulaştıracağım? Mail mi atacağım? "Üzerindeki numarayı bize söyleyeceksiniz."

Öyle bir şey ki istediği, "aha şurada" diye Kaf Dağı'nı bile hedef gösteremiyor, o kadar belirsiz. Kimse bilmiyor ne olduğunu. Toplantıyı düzenleyenler hayatlarında duymamışlar, bizim acenta da öyle...

(Bundan sonra bana tepeden bakılışının bende yarattığı yansımadan bi miktar okuyacaksınız; hiç acımam valla, bilen bilir) Ben bir beşinci dünya vatandaşı gibi, karşımda muhtemelen tek özelliği üç dil konuşabilmesi (ikisini duyduk; Almanca, Türkçe. İngilizce de default zaten.) olan Goethe Institut hocası kılıklı, evlenecek yaşa gelmiş ama eyvah-ki-ne-eyvah parmağında yüzük olmayan gencimsi bir kadının, yüzünde müstehzi bir ifadeyle beni fırçalamasını böööyle uzaktan seyreder gibi seyrettim. Bir şey diyemedim - Elinde senin pasaportunu tutan ve istese seni uzunca bir müddet Viyana'ya sokmayacak olan bir kadına karşı höthötlememem gerektiğini öğrendim ya! Ama bana uzunca bir süre yetecek kadar gerildim.

Vizeyi alamazsam, belki memleket göremediğime veya araştırıcılarımın yanında olamadığıma üzüleceğim; ama Avusturya'ya ayak basmadığıma üzülmeyeceğim gerçekten!

Çayır çimen görmeye gitmiyorum ya, burada kralı var onun...

(13 Ekim 2009, 08:02, Bursa)

İstanbul: En manasız haftasonum seninleee ♪

Ulan, diye başlanacak bir yazı geliyor: Yani ancak şöyle bir ağız dolusu “Ulan!” diyerek az da olsa anlatmaya başlayabilirim içimdekileri.

Cuma günü Ankara’ya gittim; olağan, günübirlik iş gezisi. 19:31’de havaalanından arabama bindiğimde, bazı planlarım vardı: Okula gidecek, arkadaşları görecek, üstümü değiştirip arabayı bırakacak, Taksim’e başka arkadaşların “yaşasın iş değiştirdik” partisine gidecek, ordan ya okula dönecek ya da Radyo’nun partisine gidecektim. Arkadaşlarda kalacaktım, sabah kahvaltı edilecekti; vay be ne çılgın gençliktim; işte benim yaşamak istediğim hayat böyle dolu dolu, bol insanlı, eğlenceli bir hayattı; zaten hepimiz haftasonu için yaşamıyor muyduk; ben de uzun zamandır dans etmek istiyordum oh be!’ydi…

İki buçuk saatlik trafiğin sabahın 5’inde kalkmış olmakla birleşip bana bahşettiği başağrısı ve asabiyet (daha ziyade, kırgınlık diyelim) ile 22:15’te evimin kapısından içeri girdiğimde tek düşündüğüm uyumaktı.

Cumartesi günümün üç saatini de tek bir hata yaparak girdiğim benzer bir trafikte geçirdim. Bir de ah o emniyet şeridinden gitmeme kafası yok mu… (Ama gitsem kendime daha çok sinirleneceğimi biliyorum) Yanımda en sevdiklerimden, saatlerce beraber olsam sıkılmayacağım biri vardı – ona rağmen küfrettim içimden “Hay senin İstanbul’una da, trafiğine de…”

Ve Pazar günü, işteyim. Çünkü olmuyor, haftasonu çalışmayınca yetişmiyor. Üstelik bugün bir Garipçe kahvaltısını kaçırdığımı öğrendim daha şimdi – ve kahvaltıyı kaçırmamın sebebi de dünkü trafikte telefonu açamamış olmam!

Kafayı sıyırmamak veya çeşitli uzuvlarımı yerlere vura vura ağlamamak için yapabildiğim tek şey, yazmak.

~

Okan Bayülgen, kızının adını “İstanbul” koymuş. Saplama dürtümle vermek istediğim ilk tepki, “aman ne cheesy bir isim!” demek olsa da, diyemiyorum ya, çok güzel isim çünkü, benim baktığım minicik bir kapı deliği olsa da Şehr-i İstanbul’a atfettiğim ‘dünyanın en güzeli’ sıfatını bir kız evladının taşıyacak olması, çok hoşuma gitti.

Cuma günkü trafikte bunu düşünüyordum. İstanbul beni çok üzdü o gün, ama yine de yeterince kızamadığımı düşünüyordum durup kaldığım sahil yolunda kafamı sağa çevirmişken…

Cumartesi kızdım ama, evet köprüden geçerken kızgınlığım biraz azaldı, kabul ediyorum; ama kızdım ulan yine de, ben de insanım sonuçta.

Bu haftasonumu çürüttün İstanbul; sabrımı sınıyorsan böyle devam et…

(11 Ekim 2009, Ortaköy ofis, 16:10)

"maybe it's time"


MAGGIE
Do you think I flirt with Cory?

PEGGY
Good morning to you, too. You look good.

MAGGIE
Thank you. Do you think I flirt with Cory?

PEGGY
Yes.

MAGGIE
I don't mean it.

PEGGY
I know. I think sometimes you just sort of spaz-out with random excess flirtation energy and it just lands on anything male that moves.

MAGGIE
On anything male that moves? As opposed to anything male that doesn't move?

PEGGY
Like certain kinds of coral.

MAGGIE
I'm going to kill myself.

PEGGY
Why?

MAGGIE
Because you think I'm all like... "Hey man, check me out".

PEGGY
No, I think you're like, "I'm charming and mysterious in a way that even I don't understand and something about me is crying out for protection from a big man like you". Very hard to compete with. Especially to us married women who have lost our mystery.

MAGGIE
But you haven't lost your mystery! You're very mysterious!

PEGGY
No. I'm weird. Weird and mysterious are two different things.

MAGGIE
But I'm weird.

PEGGY
No. You're quirky. Quirky and weird are two different things.

MAGGIE
Peggy, there's distinct possibility that I might be profoundly and irreversibly screwed up. Despite that, I love you and I can promise that I will no longer flirt with Cory, and I beg your forgiveness.

PEGGY
I'm not worried about you and Cory or Cory and me or even that you're irreversibly screwed up. But, Maggie, you've been like this since we were kids. And I think now that you are aware of it and that it hurts people's feelings, maybe it's time to move on with your life and commit to someone of your own, like Bob, if he's the one.

(from "Runaway Bride")

adam

/Bir adam vardı düşümde, tam dokunacakken uyandırıldığım/

Bir adam vardı şimdi asırlar önce gibi gelen bir zamanda sanki beni sevecekmiş gibi olmuş - ona öyle gelmiş gibi - olan ve sanki biz çok inatçıydık.

O "yeryüzündeki en zeki insan"dı, ben de bunu kabul edemeyecek kadar hırslı.

Üstelik anlatmıştı bana o herkese bir kısmını gösterdiği - ve bana da bir kısmını vereceği - kocaman kalbindeki aşkı, ilk görüşte aşkını anlatmıştı, neden bilmem, ve ben de dinlemiştim. Ben hep dinlerim zaten. Ona bakışını da görmüştüm. Görürüm ben hep, kaçmaz benden.

Sonra ne oldu, bilmiyorum, o beni inandırmaya çalıştı, bense başkalarını seçmiştim hep; gün gelse onun da tek bir seçimi gözü kapalı yapacağını bilerek yaşanır mı hiçbir şey? [A-ah garanticisin, korkuyorsun] Ve yakıştıramadım da kendime, gururum da elvermedi, bir yarış içinde olmak istemedim aslında orada olmayan bir "tanrıça"ya ve tüm söylenenlere karşı duracak, inatlaşacak, ispatlamaya uğraşacak gücüm kalmamıştı galiba... Yorulmuştum daha başlamadan.

Bugün onunkilere çok benzer bir iddia atıldı ortaya bulunduğum ortamda ve ben yıllar sonra böylece aklıma gelen bu kişiyi -evet,- aradım, buldum sanal alemlerde; üstelik mütevazı, sevimli, kendisine de çok yakışan ve o üfff çok yükseklerde olan çıtasını aşağı çekmeyi becerdiğini, durulduğunu gösteren sevgilisiyle, ve üzülmedim.

Ufak bir gurur hissettiğimi söyleyebilirim - bir gün gerçekten karşısına "harcayamayacağı" bir şey çıkacağını söylemiştim. Bu yazı artık onun yüzüne söyleyemediğim "Ben demiştim"e ithafen yazılmıştır. Mutlulukla...

/Bir adam, sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemediğim.

(18 Mayıs 2009, 01:50, İstanbul)

naçizane (bir)

bir insanın vermesi gereken en önemli kararlardan biri,
hatta belki de en önemlisi
karşısındaki insana razı olma veya olmama kararıdır.


(04 Ağustos 2009, 22:49, İstanbul)

got a secret, can you keep it

kız milletinden kendimi tamamen soyutlamadan -ki böyle yapmak istiyorum son zamanlarda, sıklıkla- bir iki tüyo vereyim de, insanlığa olan görevimi yerine getirmiş olayım.

kızlardan korkacaksın. bu gayet net. ben bile korkuyorum lan bazen o kafalardaki tilkilerden...

bi kızdan hoşlanıyorsan ve karşılık gördüğünü düşünüyorsan, muhtemelen görmüyorsundur. çok iyi ayarlarız karşımızdakini o noktada tutup bir yere bırakmayacak ama bir yandan da o yeşil ışığı hiçbir zaman yakmayacak davranışları. "kulak memesi kıvamı"ndan zerre anlamayan kızlar bile, ustalıkla yapar bunu.
erkekler de mel mel peşlerinden gidedurur. istisnalar da kaideyi bozmaz (keşke bozsa)

tüm kızlar vazgeçilmez olmak ister. bir kişi için vazgeçilmez olmak bir kıza yettiyse, ne ala, o zaman mutluluk olur işte. yoksa ara dur o arkadaşı, o sevgiliyi, o anneyi-babayı veya yerine konacak kişileri...

"kızlar domuzu sever" ama kendilerini koruyup kollayacağını düşündükleri sürece
ve
"bu şarkıyı duyan kızlar ot biçmeye giderler" ama dördüncü genç delikanlıdan sonra, birincide karar kılmak üzere -o nasılsa bekliyordur oradalarda bir yerde-

peki ben neden hayatımda hiç "keşke erkek olsaydım" demedim?
o zaman "delikanlı"lığa yakıştırılanlar erkeklerden ibaret olurdu, diye.

bu, kendim hakkında şüpheye düşmeyeceğim iki şeyden biri. ve kesinlikle "mükemmelim allah kahretsin!" değil.

çok karamsar bir zamanın karamsar yazısı olsun bu da. belki zamanla editlenir.

(5 Ağustos 2009, 00:20, İstanbul)
bunlar suçlama değil;
benim kafam da böyle çalışmaya meyilleniyor, o zaman silkinip kendime gelmem gerekiyor acilen...

"kız olmayan" arkadaşlarıma sevgiler.

'abi herkes komşusuna puan veriyo zaten yeaa'


Dakika bir, gol bir: Obama, Nobel Barış Ödülü’nü kapmış:
http://nobelprize.org/nobel_prizes/peace/laureates/2009/
(Oslo, October 9, 2009)

Halbuki Facebook’ta “2009 Nobel Barış Ödülü sahibi Barack Obama” diye bir grup gördüğümde ‘yoksay’arken, “hadi leeeyn” demiştim sesli olarak. Şöyle, “Nobel’i Obama alsın diyen 1.435.897 kişi bulabilirim”vari bir çaba sanmıştım.

Ben bunun, “abi bu parayı biz bu adama verelim, bu başkan maşkan ya, direkt hazineye atar da krize bi faydası olur” diye verildiğini düşünme naifliğinde bulunmak istiyorum (Cühela spoiler'ı: Barış ödülüne de maddi bir mükafat vardı, dimi? Tabi neden olmasın aslında, ama hani barış sevgi dostluk filan... Gerçi bunların ekmeğini en bi iştahla yiyen İlhan İrem BMW'siyle fink atarken Obama'ya da atıversinler iki kuruş. Evet.)

Ya soracak, söylenecek o kadar çok şey var ki… Ancak şu kadarıyla yetineceğim: Hadi bizim Orhan’ı geçtim; Gabriel Garcia Márquez’lerin, Watson-Crick’lerin, Rahibe Teresa’ların hatırına, Örovizyon’a dönüştürmeseydiniz şu işi be!

...ve ben, başlıyorum.

Aslında uzun zaman olmuştu başlayalı, hatta ben aslında kendimi bildim bileli yazıyorum; "sabah kalktım, kahvaltı ettim, okula gittim"lerle başlayan ve bugüne uzanan günlüklerim(/haftalıklarım/aylıklarım belki), hala kilitli çantamda duruyor yatağın altında.

Hani bi yerde çok önemli bir şey oluyordur da bir fotoğraf çekersin ya o anı hatırlamak için, yabancı bir ülkede bir restoranda Tarkan çalarken saçmasapan bir fotoğraf çekmek gibi, veya peşinden koştuğun sincabın hızına yetişemezsen de anlamsız bir boş dal fotoğrafı çekmek gibi filan... Veya bir Şebnem Ferah şarkısı gibi: "senin gördüğün yanağımdan süzülenler / asıl içimde içinde yüzdüğüm bir deniz var" ama her zaman üzüntülü olmayan. Benim günlükler de o hesap. Hep ufak bir korkuyla yazdım, "okunabilir" korkusuyla, az yazdım, ben okudukça hatırlıyorum o anları, hissettiklerimi, aptallıklarımı, "yaşıma göre çok olgunmuşum"larımı, kendimce deliliklerimi, aşklarımı, hayalkırıklıklarımı... Bir cümle okuyorum, bir yıl geçiyor gözümün önünden.

Aslında hep okunsun diye yazdım ama ben yaşarken değil -mümkünse-, hani ölsem cenazeme kimler gelir diye düşünen ve bunun için biraz da heyecanlanan biri olarak, o günlüklerde kimler varsa onlar okusunlar istiyorum; ben seviyorum ya kendimi başkasından okumayı/dinlemeyi, onlar da sevsin istiyorum.

Uf, kısa bir girizgah olacaktı bu (ama benden de öylesi beklenmezdi)

Evet, uzun zaman olmuştu başlayalı ama insanlara açalı o kadar da olmadı - burada tekrar başlıyorum her şeye yeni baştan, daha önce yazdıklarım, seçtiklerim, ondan sonrakiler, bundan sonrakiler... Hep üç nokta, yazıya başlarken üç nokta - çünkü öncesi vardır içimde bir yerlerde; bitirirken üç nokta - çünkü son nefesimi daha vermedim.

Şu an sayfalarca yazmaya meyilli bir dönemimdeyim yine. Bu dönem geçer gider biliyorum; bu hevesim azalsa da, geçmez. Hem üzgünken iyi edebiyat parçalarım ben ("bilirim acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir") ama umalım da, çok mutluyken de iyi yazayım bu defa, elim kaleme gitsin, kafam kim bilir neredeyken...

Bir StepS daha çıkarmış edasıyla "Keyifli okumalar" demek isterdim ama içimden şu geçiyor:
Neyse, şey...
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!