(Bridget Jones'un Günlüğü'nden)
Hiç öyle, yoldan çıkmış diye nitelendirilebilecek, hani annemin görse "lan bu ne" diyeceği adamlarla beraber olmadım. Bu iyi bir şey olsa gerek, zaten hayatta en çok eğlenenlerin serseriler olduğunu ve hızlı yaşayıp genç ölünce cesedimizin yakışıklı olacağını filan düşünmüyorum (James Dean benim tipim olmasa da bayağı yakışıklıymış, ama ölmeden de yakışıklıymış yani. Sapla samanı karıştırmayın.)
Serseri adamlara aşık olmuyorum. Serseri adamlara aşık olmuyorum demek, bana temelde kötü gelen hiçbir insansal alışkanlığım yok demek değil. Hani çiftler vardır sürekli kavga eder, hatta sürekli ayrılıp barışırlar, yalama olmuştur ilişkileri... Ne seninle ne de sensiz diye yaşayıp giderler. Uzaktan o çiftlere bakar, genelde iki taraf da haksız olduğu için hangisi daha yakın arkadaşınızsa onun yanında durur ve ona, bazen özellikle duyamayacağı biçimde
dersiniz ya. Bu o kadar barizdir ve arkadaşınızın ne kadar tükeniyor olduğunu kendisinin fark edememesine şaşırır, kendine çektirdiği işkenceye onun yerine içerlersiniz ya. Gözünü açmak istersiniz ya kocaman böyle, her şeyi daha net görsün diye...
Çok yakından bakınca flulaşır her şey. İçinde olan bilemez, göremez kolay kolay.
Uzaktan bakınca ne olduğu ve ne olacağı belliydi, ama ben vaktiyle, sırf beni başka kimsenin anlamayacağını veya sevmeyeceğini düşündüğüm için birkaç ay boyunca süründürdüm bir ilişkiyi. Birkaç ay, insan hayatında uzun bir süre. "Bunu bir daha yapmayacağım" demiştim kendi kendime, "artık biliyorum, artık daha eminim kendimden, değerimden, başkasına verebileceğim değerden" demiştim. "Artık kızmak istemeyecek, kızmaktan yorulacak kadar kızmayacağım kimseye, o boşvermişlik seviyesine hiç gelmeyeceğim" diye karar vermiştim kendimce.
Bir yıl bitti. İlişki anlamında başından sonuna yalnız olduğum, her anlamda giderek daha yalnızlaştığım bir tam yıl, bugün bitti ve ben yalnızlaşışlarıma gülümseyerek kapımı açmaktan hala vazgeçmediğimi fark ettim. Bir yıl, insan hayatında uzun bir süre.
2009 benim yılımdı, demiştim. Birçok açıdan öyleydi. 2010 ise, mükemmel bir havada uzun uzun kahvaltı edip Bebek’te çay içerek başlamasına rağmen, kötüleşti, giderek kötüleşti ve beni kendisine laflar hazırlamak zorunda bıraktı. Hiçbir duygumun muhattabını bulmadığını hissettim yıl boyu. Yazılar boyu konuşmuşum, artık yıl bittiğine göre ölenin arkasından konuşmak doğru olmaz desturuyla susuyorum.
***
30 Aralık’ta, kalkmam gereken saatten 2 saat önce zank diye uyandım. Normalde aşırı mesane basıncı hariç top atılsa uyanmayan biri olarak, 03:14’te zank diye uyanınca alt üst oldum bir miktar. Kalktım, evin içinde anlamsızca dolaştım, pencereyi açıp dışarı baktım ve ısınmak için yatağıma geri gittim.
Bundan takriben 19 saat sonra, artık gecenin bir vakti denecek bir saatte, yorucu ve yarısından çoğu boş geçen iki günden sonra eve dönerken Yani’yi bile bağırarak söyledim. Ağzım dolu olmasaydı o saatte E5’te nedensizce var olan trafiğe küfrediyor olabilirdim. Eve gittim, duşa girdim. Girmeseydim, eve dönene kadar aklımda olan şeyi yapıp, Vec’in getirdiği şarabı kafama dikecektim. Her iki halde de, öylece durup “orospu çocuğu… orospu çocuğu… orospu çocuğu…” diye boşluğa saydıracaktım nasılsa.
31 Aralık’ta şirketin tozlu koridorlarında, hala orada oluşumuzla alay edip gülerek uzaklaşanların gürültüsü hariç koyu bir sessizlik hakimken, yılın son gününde saat üç buçuğa kadar toplantı ayarlayan ve korptrıt hayatın gerektirdiği eğitimler hakkındaki tercihlerimizi eleştiren patronu dinledik. Bu sefer pek konuşmadım, konuşmanın, açıklamanın veya fikrini beyan etmenin sözlükteki tek karşılığının bahane üretmek olduğunun iddia edildiği bir masadaydık.
Dönerken, hiç ilerlemeyen bir trafikte ters şeritten yardırıp beni iki kez sollamaya çalışan, sonra da arabama vuran kamyon şöförüne bağırdım. Bas bas bağırdım hem de, ama o da bana bağırıyordu, “gir arabana çıkmayayım üstüne şimdi” deyince “çık ulan! Gel çık erkeksen” dedim. Dönüp giderken Blendax reklamı gibi kafasını aynaya çarpınca, ona kendim vurmuşçasına rahatlayıp içimden boşluğa “orospu çocuğu… orospu çocuğu… orospu çocuğu…” diye tekrarlamak suretiyle arabaya bindim.
Bugün işe gitmenin tek, pardon iki iyi yanı, evde olmayan önemli gibi bir materyalin şirket tarafından bize hediye edilmiş olması ve bu sene pek gönülsüzce katıldığım departman içi hediye çekilişinin sonuçlarıydı. İnsan keyifsiz bile olsa hediye almak ve vermek süper bir şey yav :) Yeni yılda daha çok hediye almak istiyorum. Aslında, yeni yılda birçok şeyi daha fazla yapmak istiyorum… En'lere ve listelere inanmadığım gibi, new year's resolution'lara da inanmam. Gerçekleştiremediğimi bildiğimden inanmam belki de? Bilmiyorum. Fark etmez. İnanmam, ama yine de birkaç niyetim var bu yıl için.
***
Yılbaşından tiksiniyorum. Gerçekten. Herkesin eğlenmek zorunda hissettiği ve sürekli yeterince eğlenip eğlenmediğini sorguladığı, birilerinin sokaklara dökülüp yılbaşına öpüşerek girdiğinin sürekli kafamıza kakıldığı ve bizim inatla bir evde durduğumuz bir gece yılbaşı. Herkesin, insanların eğlenmesinden kendini sorumlu hisseden doğumgünü çocuğu tavrına büründüğü bir gece. Kafamızda bu kadar soru işaretiyle yeni yıla girişimiz, tüm yılın neden acabalar içinde geçtiğinin de açıklaması oluyor.
Yılbaşı gecesi için bir tercih yaptım bu yıl, bayağı önceden de sözünü verdim. Çoğunlukla bencilce bir tercih değildi. Bir yerde herkesin arkadaşı olmak istedim. “Sen aslında şunun arkadaşıydın”ı duymak istemedim, aslında arkadaşı olduğum insandan daha fazla beni yanında görmek istediğini belli eden tatlı insanlardan. Bunca zaman sonra aslında kimin arkadaşı olduğumu kimse hatırlamıyor olmalıydı. Veya, bunca zaman geçtiği için, aslında kimin arkadaşı olduğumu benim hatırlıyor olmam gerekirdi.
Aslında değil, asıl arkadaşlıklar olsun. Niyetlerimden biri bu. Bir diğeri, kararlarımda daha kararlı durmak.
Bir diğeri de, orada ben olduğum için uyumayı erteleyecek, ya da benimle uyuyup uyanacak biri. Bir ritim. Bir nefes.
Ha, bir de daha çok yazmak. Hala çok güzel anılarım, çok güzel hikayelerim var. Kars’ta bile olsa yeni yılda bana ilham dileyen metus’la barıştım mesela bu yıl. metus’u severim, bana ICAMES 2004’ü hatırlatır; hayatımda mutsuzluk zerresi bulunmadığını apaçık hatırladığım anı ve en çok eğlendiğim zamanlardan birini. Ve Sezai. O, en iyi yazılmışını değil belki ama, en güzel öyküm olmayı hak etti.
Ama bu yıla daha fazla bulaşmak istemiyorum. Kalan ne varsa, hepsine kalbimden temiz bir 2011 sayfası ayırdım. Her yılın ilk okul günü gibi özene bezene yazılsınlar diye.
Piyango Gaziantep’e çıksın efendim; küçük değil, bir yarım bir çeyrek hesaplar peşindeyim.
Keyifli yıllar… ŞEREFE!