... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

İngiltere Gün4:...and all that jazz!

Onur Baştürk tarzı, şöyle kimsenin anlamayacağı ama ne kadar dantel ve çokgezmiş olduğumu gösterir bir benzetmeyle başlayayım mı eğitimimizin son gününe? Geliyor: "Azizim, bizim şirketin UK ofislerinden biri aynı Viyana'daki Schönbrunn Sarayı'nın yemyeşil bahçesini andırıyor."

Bundan sonraki günler eğitim olmadığından, aheste teyzenin resmini çekerek başladım güne. Buyrun, aşağıda kendisi ve emin olun bu en ifade dolu duruşlarından bir tanesi. Daha boş bakışlısını da çekmeye çalıştım, lakin çok dikkat çekmek istemedim. Birbirimizi bir daha görmeyecek de olsak meslektaşız sonuçta.
*
*

Daha kaliteli bi fotoğraf bekliyorsanız bana daha iyi bir telefon alınız.

Bir kere mecburen konuşmak durumunda kalması haricinde ağzını açmayan aheste teyzemize rağmen masa olarak birinci olup, geleneği bozmadık. Bu işimizi iyi bilmemizin ve bayağı obsesif insanlar olmamızın yanı sıra diğer tüm katılımcılardan daha hızlı İngilizce okuyabilmemizden kaynaklanıyordu, orası kesin. Tabi işin ucunda bir hediye olduğu gibi bir havuç tutulsa da önümüze, bizim şirketi düşününce pek heyecanlanmadık. Nitekim hediyemiz ev yapımı çikolata oldu; tam saymadım ama 5 ya da 6 tane filan :)

Neyse ki ego diye bir şey var; maddiyatçı olaydık mazallah motivasyonumuz yerlerdeydi.

Kimseyle vedalaşmadan (öyle bir fırsat da yoktu, herkes iki gündür ne kadar kopuksa öyle devam etti) otele gidip yine Londra yollarına düştük. Disney World'de Bahar yeğenine alışveriş yaptı. Ha, hiç öyle insan kendini kaybetmiyor içeride, onu söyleyeyim de gözünüzde büyümesin. Abartılana oranla çok vasat bir mağaza; çok az Disney karakteri var, hatta çok az çizginin sadece en belirgin karakterleri var. Paso Mickey ve Minnie sıçanlarına çalışılmış. Bi Cheshire cat, bi Dory, bi Boo göremedim içeride, yazıklar olsun deyip çıktım. Çıkarken bi tane Alice in Wonderland kolyesi almışım, hiç farkında değilim...

Ordan efendim, kendime burada görüp beğendiğim bir bisikletli yaka iğnesini de özenle edindikten sonra, koştura koştura bizimkilerle buluştuk; ayaküstü lazanya yedik (ayaküstü lazanya: evde denemeyiniz) ve birkaç gün önceden biletlerini aldığımız Chicago'yu kaçırmamak için koşturduk tiyatroya.

Filmi defalarca izlediğim ve müziklerinin hastası olduğum halde, onca gösteri içinden Chicago'yu seçmemize ses çıkarmadıysam sebebi var: Filmde tamam ama sahnede nasıl olacak ki, soruma yanıt bulmak. Sonuçta filmin müzikalden evrildiğini biliyoruz; ama yine de bana olmaz gibi geliyordu; karakterler, şarkılar, danslar illa ki filmde daha iyi olurdu. Olmuyormuş yahu.

Sahne sanatı denen şeyin, sinemanın hep geri planında kalmasına rağmen ne şahane, ne ağızları açıkta bırakan bir şey olduğunu yerinde, kafamıza vurula vurula görmüş olduk. Razzled dazzled idik, Chicago tabiriyle.

Eh, ben bir hatırayla ayrıldım salondan, tahmin edileceği üzere.


Oradan yine pub, bu sefer garantili bir bira, Blowing In the Wind çalarak tüm bozukluklarımı kazanan gitarcı çocuk; ve ben şunu düşünüyordum:

Vaktiyle orijinallerine hasta olduğumuz müziklerin şimdi cover'larını takip eder olduk ya; Radiohead, Depeche Mode, Alphaville yerine Regina Spektor, Nouvelle Vague, Ane Brun dinliyoruz; aslında aynı şarkıları başka türlü dinliyoruz ve daha çok seviyoruz ya şimdi... Müzik zevkimizin nereye yol aldığını merak ediyorum aslında. Örneğin gıygıy da gıygıy klasik müziğin bir CD dolusuna katlanamayanlar, ileride konserlerin en ön sırasında oturanlar mı olacak?

Klasik müziği bilemem ama caza döneceğim(iz) kesin. İlk blues festivalime gittiğimden beri biliyordum bunu. Coşkulu müziklere meyilim vardır oldum olası; Back to the Future II ve Grease ile de uzun süre rock'n roll delisi olmuştum. Born to hand jive, baby! O dansları öğrenebilmek ve yapabilmek isterdim; ne kadar serseri de olsalar insanların ortak noktasının müzik ve dans olduğu, Gırgıriye misali müzik duyunca işin gücün bırakıldığı bir dünyada yaşamayı da.

Olsun. Biz de kendi müzikalimizi kendimiz yaratırız, kafamızda bir müzikle her daim.

Come on babe, why don't we paint the town... and all that jazz!


(30 Eylül 2010, İngiltere)
Biterken Cell Block Tango çalıyordu.

0 yazmadan duramayan var!:

Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!