... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

İngiltere Gün5: "London Bridge is falling down..."

Dünyanın en yükte hafif, pahada ağır otellerinden Holiday Inn'den çıkışımızı yaptık İngiltere'deki 5. günümüzde. O gün cumaydı; haftasonu / dönüş kafasına henüz girmemiştik fakat boştuk.

Ve fakat, şarıl şarıl da yağmur yağıyordu. Bu "it's raining cats and dogs" lafı kesinlikle İngiliz İngilizcesidir.

Taksi bizi Earls Court'taki yeni otelimize 60 pounda götürmeyi teklif edince, biz de ona bizi bi istasyona atmasını teklif ettik. Neyse ki 8 pound kısa mesafeden sayılıp da "götürmem abla" gibi geyiklere girişilmiyor. Elimizde hayvani bavullarımız, şemsiyelerimiz, laptop çantalarımız ile sırılsıklam olan 4 kız, iki-üç metro değiştirme ve biraz yanlış yola sapma sonucunda, oteli bulabildik. Otelimiz mütevazi fakat "keşke baştan beri burada kalabiliyor olsaydık" dedirtecek denli sevimliydi.

Kendimizi kuruttuktan sonra üçe ayrıldık; birimiz arkadaşına, birimiz alışverişe gitti. Ben kendimi hep müzesevmez sandığım halde yine o taraftaydım. Kadim yol arkadaşım Bahar'ı koluma takıp önce British Museum'a, ardından Trafalgar Meydanı'ndaki National Gallery (of Art)'a gittim. Tabi ki hepsini gezemedik, hatta sadece en çok ilgimizi çeken konu başlıklarına baktık diyebilirim. British Museum'da saatler, paralar ve mumyalar görülmeye değerdi. Hem biliyor muydunuz, Kleopatra 17 yaşında ölmüş olmasına rağmen bu kadar nam salmış bir karakter. Hem de çirkin; hayır kıskanmıyorum, kayıtlarda bile "çirkindi ama bakımlıydı" diye geçiyor neredeyse. Ya da buna benzer bir şey deniyor. Arko reklamı gibi, evet.

Kediyi, balığı filan mumyalamaları adamların... Yani ne diyeyim, şu mezarlıkların dahi dünyada kapladığı, her gün artan alanı düşünürsek bir de ölüleri mumyalayarak saklama kafası bana çok anlaşılmaz geliyor. Bu muhalif karakterimle, o zamanlarda yaşasam Bakunin'e taş çıkarırdım sanki.

Şu saat dünyasından uç bir örneği paylaşasım var. Aşağıdaki gemiye bakınız:

Şimdi de bu geminin inşa maksadına bakınız:


Saati görebildiniz umarım. Bizim Kemal Kara'nın pek sevdiği Lale Devri'ndeki ipek perdeler kafası. Bi saat için bu kadar gemi yapılır mı yahu!


National Gallery'de sadece bir kanat gezebilmemiz beni ziyadesiyle üzse de, fotoğraf makinesi objektifiymişim gibi gözümün içine bakan tablolarla yine kendimden geçtim. Aynı şey Amsterdam'da da olmuştu; şu altta naçizane bir kopyasını gördüğünüz resmin karşısında, gerçekten o adamları iş üstünde basmış, yakalanmış ve bu bakışlara maruz kalmışçasına kalakalmıştım:

Eser, Rembrandt'ın The Staalmeesters tablosu olup, bir türlü okuyamadığım Rijksmuseum'da (Amsterdam) görülebilir.

Düşünüyorum da, gerçekten taş toprak çakıl ve ünlü kılıcı, bilmemne kaftanını geçtikten sonra, sergi ve müze gezmeyi bayağı seven biriymişim. Yine de, böyle yerlerin hediye dükkanlarında her yerden çok zaman geçirdiğimi söylememe gerek yok herhalde sevgili okur. Her daim anı kafasında bir insan olduğumdan, kendime türlü türlü kitap ayracı almakla yetinmeyip ne kadar değişik şey varsa saldırıyorum. National Gallery'den aldığım şeyler arasında yoyo var örneğin. Bir insan neden müzeden yoyo alır ki, dimi ama? Hatta muhtemelen pazarlamacıların beyin fırtınası sırasında bunun geyiği dönmüştür: -Abi yoyo yapalım tahta, üstüne de isim kazıyalım. -Burası müze yavrum, kim alacak yoyoyu, magnet filan yapalım. -Abi alan bulunur yapalım işte yaa... Aha, alan bulundu. Bir de oynuyorum o yoyoyla gerçekten. Şaka gibiyim.

Müzelerden sonra büyük dönmedolap London Eye'a gittik. Ben Viyana'daki gibi köhneliğiyle ünlü bir şey bekliyordum, bu milenyum dönmedolabı çıktı. Dalga geçmiyorum; milenyum uğruna dikilmiş zaten oraya. Aldık biletlerimizi, Londra'yı bir de tepeden görelim diye, yarım saatte, tıngır mıngır... İçeri girerken özenle çantamızı arayan zenci amcaya Türk olduğumuzu söyleyince nereden dedi, sonra da hangi takımı tuttuğumuzu sordu. Galatasaray deyince pek sevindi, zenci el sıkışı yaptık amcayla. İstanbul'u da çok sevmiş ayrıca. (Tabi ki!)

Yalnız dönmedolap 4 m/s hızla bile olsa hareket halinde iken içine atlatmaları insanı; tüm o yollara yazdıkları sola dön, sağa dön, aman merdivene dikkat et uyarılarını böyle tortop edip çöpe attı. O ne be, ne oldu mind the gap'lere?


London Eye'dan da bol bol etrafa bakıp fotoğraf çektikten sonra, Big Ben'e bu kadar yaklaşmış olmanın (karşı kıyısındaydık) bize yettiğine karar verip London Bridge'in oralarda bir yerde, köprüaltı manzaralı bir Nando's bulup karnımızı doyurduk. Bu arada gece diyebileceğimiz bir zaman diliminde olduğumuzdan, önünden geçtiğimiz Tate Modern'e girememiş olduk. Vizem dahilindeki bir sonraki ziyaretime diyorum kısmetse.

Her London Bridge lafı geçtiğinde plak gibi "London Bridge is falling down, falling down, falling down; London Bridge is falling down, my fair lady" diye bir hazırlık sınıfı şarkısı söyleyip durdum. Bu my fair lady, bizim Gönülçelen'i apardıkları lady ile aynı mı, onu merak ettim. Sonra bir ara, çarşının ortasında beşiktaşın anasına küfretmiş gibi linç edilmeyelim diye endişelendim, falan.

Günü, yine köprünün oralarda bir yerde Plimm's diye burnumuzu gıdıklayan bir şey içerek bitirdik. Memlekete sokulacak alkolde sınır olmasaydı havalimanında, ben ondan da şişelerce alırdım ama Martini ağır bastı. Yine vizem dahilindeki bir sonraki ziyaretime diyorum kısmetse; duty free izlenimlerim için de, yedinci güne diyorum. Kısmetse.

(01 Ekim 2010, İngiltere)

2 yazmadan duramayan var!:

"Dünyanın en yükte hafif, pahada ağır otellerinden Holiday Inn" çok güldüm bu cümleye ya :) Ayrıca saat müthişmiş, ama pek fonksiyonel değil :)

 

:) Şu an da bir Holiday Inn'deyim, Bursa'da ve yemin ediyorum bin basar oraya. Bizim misafirperver kafamızdan mı kaynaklanıyor bu acaba?

 
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!