... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

İngiltere Gün2: Good Training Practice... Aeaa!

İngiltere yoluna düşmeden önceki gece, 5'te kalkacak olmamıza rağmen çıldırmış gibi saatlerce muhabbet edip, sonra da Star Wars VI'nın kalan yarısını izlediğim için sadece 15 dakika uyumuştum. Bu sadakatimi duyunca bana "ne kadar şanslısın, Star Wars'u ilk defa izliyorsun!" diyen kuzenin gözleri dolacak, eminim buna. Bu 15 dakikalık kestirmenin yorgunluğuyla uçağa nasıl girdiğimi bilemeyip kendimi koltuğa attığımda hiç beklemediğim bir şey oldu. Ben sağıma yattığım için gidip K koltuğu almıştım, fakat bu uçak kocaman bir şeydi ve koltukla pencere arasında kol mesafesi vardı! Sonuçta uçakta da yarım yamalak uyumuş oldum; yine de pes etmedim: Çantalarımızı çirkin otelimize atar atmaz dışarı çıkıp ilk gün, Oxford Street'e gittik. Önce 44 poundu bayıldık metro, pardon tube (tu:be) biletlerine, tabi 7 günlük ücret bu dediğim. Yine de insanın cebinden metro için 110 lira gibi bi para çıkınca bir afallıyor, bir düşünüyor acaba yanıma yeterince nakit aldım mı, diye (hayır, almamışım).

Oxford Street'te dolandık. Şunu söylemek lazım, benim pek hazzetmediğim Bağdat Caddesi'ne huşu içinde "cadde" diyenlerin burada birkaç yeri görmesi gerekiyor. Tüm haşmetiyle evler, Aslı'nın deyimiyle "ayı çatı katları", Kadıköy Mango'nun görse tribe gireceği kocaman mağazalar... Bir tek her köşede Starbucks-Caffe Nero ikilisi şaşırtmadı bizi, acaba burda da "abi bi cadde üstünde 5 tane Starbucks var yeaa" geyikleri dönüyor mudur? Eh, oturduk birine bir kahve içmeye, o sırada önümüzde kocaman bir jip durdu, ileri gitti, geri geldi ama pozisyonu hiç değiştirmemeyi başararak, tekrar gitti geldi, gitti geldi... yaklaşık 17 kere oldu bu biz onu izlemeye başladıktan sonra. Bu arada bu jipin bu manevrayı 1,5 arabalık bir alanda yaptığını söylemem lazım. Sonunda yine ilk park ettiği şekilde duran jipten elbette bir kadın indi. O anı unutmamak için fotoğrafladık, buyrun:

jipin arkasında başka araba da yok bu arada

Bu arada ben hareket halindeki arabaların içinde şöför göremeyip ufak spazmlar geçirmeye devam ettim (hala da geçiriyorum ama bunu her gün yazmayacağım, hala dediğim 6. gündeyiz an itibariyle).

Akşama kadar deli danalar gibi sokaklarda dolaştıktan sonra çok başarılı bir Louis Vuitton vitrini önünde "dalga geçiyosunuuuuuz!" dedi bize birisi. Vec işten çıkmış ve işte gelmişti, sarıldık kocaman sokağın ortasında, sonra Vec kurt gibi aç olan bizleri Heddon Street diye çok tatlı bir restoranlar sokağında bir İtalyan lokantasına götürdü. Bayağı zamandır bu kadar iyi bir makarna yememiş olabilirim; artı şu az haşlanmış ince taze fasulye kafasına girmek istiyorum dönünce de. Bizimki ayşekadın da olur, bence fark etmez.

Yemekten sonra rehavet atmak için Picadilly Circus'a yürüdük; yoldan, kocaman balonlar yapan bir balon aleti aldık. Hani olur ya bir yuvarlağın içinden üflersin de minik minik deterjanlı balonlar çıkar, işte onun kafam kadar balonlar yapanını düşünün. Bahar yeğenine aldı (ya da herkese böyle diyebilir) ama ben ne halt ettim, ondan emin değilim :)

Picadilly Circus denen çakma Times meydanında, birtakım atların ve Vec'in deyimiyle "whole package"larının önünde, merdivenlerde, heykellerde... fotolar çektik, kalitesiz fotoğraf çekmenin rahatlığıyla.

Sonra uyuduk, uyandık ve eğitime gittik. Sabahın köründe, hava daha karanlıkken uyandığımızı ve bir bardak çayı bitiremeden 8'de başlayan insafsız eğitime gittiğimizi söylemem lazım. Önümüzdeki üç günün sabahı böyle, aynı; her gün aynı şeyi yazmayacağım.

Şirkete gittik, misafir kartlarımız dağıtıldı, ayılma kahvesi içemeden başladık; hoca (hoca diyorum işte artık, aslında eğitimciler orada çalışan üç şahıstı) elindeki kumandayı perdeye doğrultup doğrultup lazer göstergeyi bulamayınca sabırsızlandı; sonra lazeri görüp aeaa! dedi. Portakalı andım, ayıldım beyler :)

Eğitim eğitim dediğimiz şey de, aslında yıllardır (en azından benim iki yıldır) yaptığımız işi bize öğreten bir zımbırtı. What is monitoring? sorusuna cevap verebilmemiz için tasarlanmış bir şey ki sevgili genetikçi arkadaşlarım pekala bilir ki bu sorunun what is mutation?dan bir farkı yoktur cevapsız kalma potansiyeli açısından. Ayrıca "chaperone is a ... (protein)".

Ben şirketin kuruyuş dönemine denk geldiğimden olacak, iki yıl önce bu eğitime gönderilmemiştim. Şimdi fırsat çıkınca geldik; isabet oldu: Bizim şirketin bu işi yıllarca dışarıda yapmış adamlarına beş basan "burası çok iyi bir okuldur" kafasını yerinde deneyimlemiş olduk, hem de Türkiye olarak bizim işine ne kadar hakim, ne kadar girişken olduğumuzu. Bir de, İngilizceyi ne kadar iyi ve akıcı konuştuğumuzu.

Bulgarlarla bir masa yaptık, bilerek değil ama öyle denk geldi. Fotoğrafını açıklamalı olarak sonra paylaşacağım bir "aheste teyze" dışında gayet sevimli insanlardı, özellikle de bir çocuk bayağı espriliydi, ortamdaki buzları kıran cinsten. Ben her zamanki gibi yerimde oturamadım ve sürekli ya elim ve ya da kendim havadaydık, çünkü dayanamıyorum abi "hadi sizin masadan biri" dendiğinde herkesin birbirine baktığı o anların uzuuuum uzum uzaması beni çok rahatsız ediyor. Nitekim masamıza bir isim koymamız gerektiğinde de istediğimiz ekstra süreye rağmen aynı sessizliği ve aynı pembe dizi bakışmalarını yaşadık; sonunda GTP olsun yahu dedim; Good Training Practice. Bizim mesleğin eğitimine verilecek en iyi isim bu gibi geldi bana.

Hayır şimdi herkes masasında oturup bön veya mel ikilemeleriyle tasvir edeceğimiz bakışlarla bakarken birbirine; ne kahve molalarında ne de akşamlarda (hepimiz aynı çirkin semtin çirkin otelinde kalmamıza rağmen) hiçbir ortak aktivite ayarlanmamış olması ve bununla beraber insanların bir quiz ortamına tabi tutulması da diğer ülkelerdeki counterpartlarımızla kaynaşmamıza mani oldu. Ayağa kalktığım bir ara, günde 8 bira içen adamın iki eliyle bi haltı doğrultamaması ciddi advers olay mıdır? sorusuna, kendimi tutamayıp "erectile dysfunction is not serious, though some of us might object" deyiverdim doğaçlama. Mıhıkıhı diye güldü birileri, bence öbürleri de anlamadı da, neyse.


Dediğim gibi efendim, üç gün birbirinin aynıydı o yüzden bu kadar eğitim muhabbeti yeter. Daha sonra aheste teyzemizden ve şirketin UK ofisinden bahsedebilirim bir ara. Maksat, gizliden çektiğimiz fotolar boşa gitmesin.

İkinci günümüzün gecesinde, öğlen eğitimde yemekhaneye rağmen verilen sandöviçlerin -öğün kabul edilirse tabi onlar- doyuramadıkları olarak, yorgun filan da olduğumuzdan Sutton'da güzel bir yemek yedik, sonra da ahşap renkli ve bira kokulu bir pub'a oturduk. Guinness içtim ben, böyle insanın üstüne dökülse bir de tüy dökülüp kasabadan kovulacağı renkte bir bira bu Guinness (evet sevgili Red Kit okuyucuları, "katrana benziyor" demeye çalışıyorum). Arkadan gelen Stella Artois bayağı başarılıydı, böylece biralı yapbozumun üstündeki biraları böyle teker teker denemeye devam ettim. Bir de sigara sardım İngiltere'de yaygın adet olduğu üzre, oh mis.

Üçüncü gün Londra'dan bildirmeye devam edeceğiz efendim, sevgiler şimdilik.

Ha bu arada metro haritasında nunhead diye bir yer gördük, "rahibe kafası" mı ola ki?


(27-28 Eylül 2010, İngiltere)

1 yazmadan duramayan var!:

benim gibi bir ingiltere manyağını üstelik dramatik şekilde hiç ingiltere'ye gitmemiş bir ingiltere manyağını bu yazı nasıl zevkten dört köşe etti sen düşün artık sevgili bellatrix. ayrıca good training practice tabirinin good manufacturing ve laboratory practice olanlarına o kadar aşinayım ki o kadar olur (:

yine yaz londra'yı, hep yaz, sen yaz!

 
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!