Bu akşamüstü, bir arkadaşın evlilik töreni bahanesiyle Balıkpazarı'ndaki Üç Horan Ermeni Kilisesi'ndeydik.
Bu işin benim için ilginç yanı, hala bölümde olsam haberimin dahi olmayacağı bu törene davet edilmiş olmaktı. İnsan bölümdeyken pek tutmadığı adamlarla aynı yerde çalışmaya başlayınca, haliyle, onları da düğününe davet ediyor. Onlar da kalkıp gidiyor. Gerçi hakkını vermem lazım, evlenen arkadaş benim hep kötünün iyisi tabir ettiğim, bölümün çirkin yüzüyle takılıp da aslında onlardan biri olmayan bir kız. Bölümün çirkin yüzünün tümü aynı gün evlense zerre kadar umrumda olmazdı sanıyorum.
Bölümün çirkin yüzü deyip duruyorum, bunun ne olduğunu da kısaca anlatmak gerek şimdi. Bana bölümden kalan 3+1 adam vardır; gerisi tanıdık kapsamına, bölüm arkadaşı kapsamına girer. Bir de tüm bu kümelerin dışında kalan birtakım adamlar vardır ki onlar bizim eğlenceli ders anlayışımıza, dersli eğlence anlayışımıza ve dahi hiçbir eğlence anlayışına kendini uyduramamış, tüm olayları yılda bir-iki kere Taksim'e çıkmak olan bir tayfadır. Böyle, kesişim kümemizin aldığımız dersler olduğu apayrı hayatlar sürerken son sınıfa gelinir, artık yılın son beyin yanmalarını yaşadığımız günlerden birinde bir sınava girilir. Sınavda bizimkiler manavdan aldıkları salatalıkları hatır hutur yerler (çünkü o sıralar Sakar Şakir'in otobüsteki "gitti hediyelik yoğurt" ve "hıyar ister misin?" replikleriyle bilinen film kesiti pek revaçtadır) ve olması gerektiği üzre hatır hutur seslerinin yanı sıra bir miktar da kıkırdama peydah olur.
Hemen akabinde sınıfın yarısı (sadece salatalıktan sorumlu bizler değil) kopya çektiğimiz gerekçesiyle, başımızda duran asistanlar da bize yardım ettikleri gerekçesiyle hem dersin hocasına, hem de bölüm başkanına şikayet edilir.
Kağıtlar taranır, kopya olmadığına karar verilir ve bu bellatrix kulunuz, mail grubuna çatır çatır bir mail yazar. Daha yumuşak şekilde söylenemez biçimde, bölümün çirkin yüzünün ağzına sıçan, uzun bir maildir bu. Ne hırsları kalır, ne gözü dönmüşlükleri, iftiracılıkları, ne yüzsüzlükleri...
Söylememe gerek yok, hayatımdaki fevri denebilecek hareketler arasında -ki düşünerek yaptım, o ayrı- en ufak bir beis duymadığım ve pişmanlık hissetmediğim bir harekettir. Birinin hadlerini bildirmesi gerekiyorsa o kişi bittabi ben olacaktım. Başkalarının sözlerine muhakkak eklemek istediğim şeyler olurdu ve çok içimde kalırdı onlar. Pek temiz oldu böyle. Nitekim, feysbuklarına da bi tek beni eklemediler. Ayh.
Dediğim gibi, gelinimiz bu şahıslardan biri sayılmadığından, kilise töreni merakıma da yenik düştüm, sabah Taksim'de patlamış olan canlı bombaya rağmen gittim. Benim için ayakta dinlenen Yasin'den farksızdı; hiçbir şey anlamıyordum, topuklarım beni rahatsız ettiğinden ağırlığımı sürekli bir bacağımdan ötekine kaydırıyordum; kiliseler henüz sinema salonu teknolojisine geçemediğinden ortalardan itibaren kimse gelini ve damadı göremiyordu, bir çocuk sürekli çığlıklar atıyordu... Ama güzeldi.
Dini mekanları seviyorum, bir şey anlamasam da ne anlatıldığını anlayan birilerinin durumdan etkilenişlerini izlemeyi... Kilise korosunun beklenmedik anlarda dile gelmesini ve o sopranonun tüylerimi diken diken etmesini de örneğin. Seviyorum benim etmeyeceğim imam nikahı ısrarının bir türevinin vuku bulmasını onlarca şahidin önünde. Gelinle damadın dakikalarca kafa kafaya verip dualar okunurken öylece durması, bizim "alından öpme" ritüelimizden (çok gördüm, artık ritüel diyebilirim buna) daha değerli benim için.
Resmi nikah olmadan onları da, kendimi de evlenmiş saymam, o ayrı. İşte gerçeğe döndüğümüz cümle budur.
Ha bir de, lütfen ama lütfen, çocukları kilise ve benzeri yerlerde uçak moduna alma opsiyonu olsun. Hiç ses çıkarmasın, hiç titreşmesinler.
Pek seyrek girdiğimiz o anın büyüsü, çığlıklarla bozulmasın.
(31 Ekim 2010, İstanbul)
2 yazmadan duramayan var!:
çocukları uçak moduna alma opsiyonu şahane fikir... de, çocuklar uçakta da ses yapar be bellatrix!
evet, lakin uçak moduna alınan telefonlar ses yapmaz, titreşmez, ölü taklidi yapar. benim telefonumda öyle bir opsiyon var.
Yorum Gönder