Ayrılırken geçilen yol dikkat çekici.
Tanrıyla karşılaşsam ne sorardım bilmiyorum ama Seren Serengil'le karşılaşsam şunu sorardım: "Kim bilir bu gidişin dönüşü olacak mı?"
Çok "kız" şeyler konuşmuş olmanın kimseyi eksiltmediği ve salaklaştırmadığı nice adam gibi buluşmalara...
insan okuyacak bunu insan diyenler buraya
Yalçın'a teşekkürler.
Hepsi iyi üniversitelerde okumuş, iyi bir iş bulayım, master yapayım bilmemne derdinde olan; hani sorsan, aklı başında kızlar. Öyle çerçöp de değil yani ki yaptılarını çingenliklerine verip geçebilelim. İki vukuat anlatacağım burada. Diğeri başka yazıya.
Kızlarımızdan biri gitmiş yaban ellere okumaya. Gittiği gibi de "burda mı kalsam?" düşüncesi yerleşmiş kafasına. Bunların hepsi normal, ta ki adamın biri onunla evlenmek isteyene kadar. Normalde erkek arkadaşı olan kız "benim erkek arkadaşım var" der adama. Ama önce kendine söylemesi lazım bunu insanın. Yok... Ciddi ciddi düşünüyor evlenmeyi, o arada da bir zahmet ayrılıyor buradaki sevgilisinden. Sebep? "Bizim geleceğimiz yok."
"Geleceğin olmadığını başka bir adamı garantileyince mi anladın" demezler mi adama? Derleeer, derler. Derdi evlenmekmiş haspamın, yüksek lisans falan hikaye. Boğaziçi Dergisi'nde bir dosya vardı bir ara "Yeni trend, üniversite mezunu ev hanımları" diye. Kızımız da risk yönetmeyi öğrenecek ama hayatında bir risk zerresi bırakmayacak, sırtını dayayacak duvar arıyor işte. Saygı duymak zorunda mıyım bu insana?
Saygı duymadan ne kadar kabullenebilirim bu insanı (dolaylı olarak da olsa) hayatımda?
Başka biri daha gitmiş bir yerlere, burada her günü, her boş anı değerlendiren çiftin kız olanı, hem ağlarım hem giderim modlarında... Gidiş o gidiş. İlgisizlik başlamış dakikasında, şimdiye kadar bulamadığı cinsten özgür bir hayatta huzur bulmuş gibi kız, kendini bir yerde koymamış. Gider gündüzleri çaydan çaya, gece olur davetlidir ya dineye ya baloya.
Bu arada boş durmamış, başkasını buluvermiş; hatta aradan zaman geçmiş ve ondan ayrılıvermiş bile, hem de adamın kız arkadaşını bırakmayacağını anlayarak! (Otobüs bilmecesi geliyor dikkat edin; bu hikayede kaç sevgili ve kaç aldatılan olduğunu soracağım hikayenin sonunda.) Gerçek olandan şüphelenmeye mahal yoktur, bu olay daha portakalda vitaminken kızımız e-mail ve feysbuk şifrelerini erkek arkadaşına vermekten beis duymamıştır çünkü. Her şey, kızın kelamıyla ortadadır.
Bir şey hatırlatayım, insanın maymundan evrildiğine en önemli kanıt fosil, DNA bilmemne değil, kadındır kadın. Bir dalı tutmadan diğerini bırakmayan kadın. Buna karşın evrimin durduğunu düşündüren de erkektir; nato kafa nato mermer, bu anlattığım kızın peşinde koşan, onu sevdiğini söyleyen (hatta ilk defa veya bir tek onu sevdiğini söyleyen) erkek. Problemli kadın isteyen erkektir işte ya; kendine acı çektirmeyi seven, huzursuzlukta huzur arayan ve bulamayan. "Müstahak" diyeyim mi onlara? Ama diyemiyorum, adamların ciğerini biliyorum; adamların ciğerine kurban olurum çünkü.
"Abi hiç mi adam gibi kız yok yaa?!" sorusuna bir mENSO üyesi olan beni örnek gösterecek, "bellatrix var" dedirtecek kadar kız gibi kızlardan soğutmak adamları, marifet. Sizin, on parmağınızda on marifet kızlar.
Bravo.
Dün dostlarla über insan tanımını konuşuyorduk. Daha doğrusu über kadın tanımı konuşuyorduk, zira olay bana hayalimdeki erkeği sormaya gelince kafalar güzel oldu birden. Zaten çok önem verilmeyecek olan ve kesin çizgilerle belirlenemeyen cevabımın duyulabildiğini sanmıyorum.
Über kadın birine göre, onun kafasına erişebilen ve futbol konuşabilen kadınmış. Bir de Rus olsa iyi olurmuş mesela. Yeme de yanında yat diyeceğim de, olay buna geliyor. Yemeye.
Kadın güzel olsa ne olacak? Sikecekler. E kadın güzel olmasa ne olacak? Sikecekler. Futboldan anlamasa ne olacak, bilin bakalım.
"O zaman" dedim, "her şekilde bu kadın ne kadar kafası açık, spor filan konuşan über bir karakter de olsa kaderi aynı değil mi? O zaman ne fark ediyor?"
"E über kadını sikiyorsun" dediler, nasıl anlamadığıma anlam veremez bakışlarla. Bu lafın üstüne bir şey demedim. Düşündüm. Fiziksel tatmin bir yerde; fiziksel tatmin artı ego tatmini bir yerde. Kadının ne olduğu önemli değil, konuşması etmesi filan da değil aslında. Über kadın tanımı içinde evin camlarını dışarıdan silebilmeyi barındırsa, oturup cam silişini izleyecek halleri yok ya.
Birtakım tanımlar türetip, sonunda ona birilerini oturtup "bu kadın benim" demek ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmek...
Söylememe gerek yok herhalde, kabul etmeyi reddediyorum bu ruh halini genellemeyi.
Yine söylememe gerek yok herhalde, kabullenmediğim şey o kadın olmak veya olmamak değil.
İnsanların yaşayacak çok şeyi var hayatta.
(11 Kasım 2010, Yuva2)
Dört yıla yakın zamandır görüşmediğim Özgür için
Bir Haziran gecesi, 2003 olduğu kesin, ayın 17'si olduğu muğlak; The Marmara'daki balodan çıkmışız, süslü püslü kıyafetlerimizin üstüne geçirdiğimiz kot ceketlerle kendimizi çok daha iyi hissediyoruz artık; ah bir de ayakkabıları değiştirebilseydik!
7 yılını beraber geçiren adamlar olarak keşke baloyu okulda veya eşit derecede samimi bir yerde yapsaydık diye düşünmüşümdür. Kıyafet, pasta, kavalye gerginliği olmadan inanılmaz eğlenirdik. Genişiz zaten daha da genişlemiyoruz; aynı ortama konduğunda en çok eğlenecek şekilde kendiliğinden gruplaşacak insanları kalıba sokmanın ne alemi var?
Taksim'de ne yaptık, pek hatırlamıyorum. Bir kısmımız Hande Yener'e gitti balo sonrası eğlencesine. Demek balo sonrası eğlenceler o zamandan başlamıştı... Hande Yener çirkindi, insan bir balon dinlemek için 60 lira verip gitmezdi, hem ben hep muhabbete dönerdim yüzümü, o yüzden biz kalkıp Şahin'ime gittik. Kaç kişiydik, 7? 8?
"İçki istiyorum ben" dedim. "İçelim madem, 10 yıllık arkadaşımın evinde kalacağım ilk kez, kendi evimin balkonuna bakıyor bile olsa bir erkeğin evinde, bir sürü başka arkadaşımla birlikte ilk kez kalıyorum" (18 yaşının sabahında değil, böyle gecelerde rüştün ispat edildiği zamanlardı). O zamanlar içki içmeyen Özgür'ü yanımda sürükledim, düştük yollara. Nişantaşı'nda içki arıyoruz, yok, yok oğlu yok! Saat 12 belki, öyle inanılmaz bir saat değil ama açık bir allahın kulu tekel bayi yok koca Nişantaşı'nda. Teşvikiye Café'den Osmanbey'e kadar gittik; Beşiktaş'a inmemiz gerektiği bilgisini alınca kaderimize razı olup vazgeçtik. Valikonağı'ndan okula, oradan arkadaşın evine doğru yürümeler... Ben artık fenalaşmak üzereydim; bir daha asla giymediğim sandaletlerimi elime aldım, Nişantaşı'nda siyah straplez elbisem ve maşalı saçlarımla, üstünde baloyla hiç mi hiç ilgisi olmayan bir kıyafet giymiş Özgür'ün koluna girip (o daha ziyade trekkinge gider gibi giyinmişti; olayı buydu) yalınayak yürüdüm caddede. Sarhoş değildim hayır, sadece artık yürüyemeyecektim ve Özgür'ün beni taşıma ihtimali yoktu. Durumu kendime normal göstermek için veya insanların bizi sarhoş sanması için olacak; bir şarkı mırıldanmaya başladım, "You don't remember me, but I remember you..."
Özgür devam etti, "It was not so long ago, you broke my heart in two..."
Bozulmayacak nadir anlardandı; "Tears on my pillow, pain in my heart caused by you." Gülüştük. Böyle şeyler sadece filmlerde olur sanıyorsunuz ama ben bunu yaşadım. Sonra da Şahin'ime gidip tüm gece karpuz ve bisküvi yedik, çay içtik. Hiçbir şey olmamış gibi veya 7 yılımız geçmiş gibi.
Hayatınızın 7 yılında iç içe geçtiklerinizi nasıl göz ardı edebilirsiniz?
(29 Ekim ~ 08 Kasım 2010, İstanbul)
Remix'i şarkının dımdımtıss halinden ibaret sandığımız yıllardı. Sonra teknoloji ilerledi, bizim vaktiyle sevmiyoruz dediğimiz remix başlıbaşına bir genre oldu neredeyse. Şimdilerde hiçbir şarkıyı "normal" dinlemek mümkün değil.
Pakize Suda'nın kitabında okuduğumu hatırladığım (yamuluyorsam düzeltin) bir ifade vardı patchwork ile ilgili. "Patchwork" diyordu Suda, "atılmak üzere kenara ayrılmış kumaşların, üstünde birçok saat ve bir sürü emek harcanarak daha da atılması gerekir hale getirilmesi işidir." Ben bu açıklamaya çok gülmüştüm, annem hiç katılmamıştı. Eh, ben katılmadığım şeye de gülerim; bir şeyin şukusunu vermem için illa ki aynı fikirde olmam gerekmez.
Pakize hanım birkaç ay önce Harbiye'deki askeri müzede düzenlenen patchwork sergisini görse istisnaların kaideyi bozacağına kanaat getirirdi eminim. Demek ki her laf her duruma uyarlanamıyormuş...
Şimdi ben de her duruma uyarlanamayan bir laf edeceğim:
"Remix, dinlenmemesinin insanlık namına daha iyi olacağı şarkıların, üstlerinde birçok saat ve bir sürü emek harcanarak daha da dinlenemez hale getirilmesi işidir."
Tiga'nın Shoes şarkısının kulak tırmalamayan bir versiyonunu bulmak için o kadar çok uğraştım ki bugün remix çöplüğü arasında, bu yazıyı yazmak farz oldu.
Sonunda da radio edit'te karar kıldık gene, merak eden varsa.
(04 Kasım 2010, İstanbul)
(03 Kasım 2010, İstanbul)
Yazının tümü için buraya.