... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Yönetim istifa!

Bahisler bayağı veriyordu ama biz oynamadık; aklımızdan bile geçmedi.

Dün Barça 5-0 yendi Real Madrid'i, tahmin ettiniz mi? Edemediniz.
Biz de benzer bir skoru tahmin edemedik.

Çarşı karıştı beyler. Ben tam da dün yaptığım konuşmanın üstüne, bugün duyduğuma ancak kahkaha atarak karşılık verebildim. Biri o kahkayayı hiç anlamadı, biri hiç unutmayacakmış.

Bugünün tarihini ahanda bir yere yazıyorum: 30 Kasım 2010.

Bu kadar, şimdilik.

"Herkes kosmopolaytın brayd alsın..."

... içinde bok var!

Çok uzun cümleler kurabilirim bununla ilgili, çoook uzun cümleler. Lakin aklımda sadece şu var şu an: Evlenmek istiyorum. Evlenmek ve bu borcam kafalılara evliliğin düğün planlamaktan, gelinlik provasına gitmekten, ev düzmekten, duvar kağıdı seçmekten ve akşam evde vereceği yemekler için işten izin almaktan ve başkasının çektiği düğün fotoğrafıyla dergiye çıkmakla gururlanmaktan farklı bir şey olduğunu göstermek istiyorum. Eğer öyle bir şey varsa, işte onu göstermek istiyorum.

Çünkü bize ballandırarak anlatılan bu. Böyle boş bir şey; kitap okumaya zaman bulamamaktan şikayet edilen bir hayat dilimi gibi evlilik.

Olamaz lan.

(Kosmopolaytın lafını gelin attı, ben tuttum.
Yukarıdaki twit için de sağol btc)

(30 Kasım 2010, Ortaköy)

Hadi beyler, yükleniyoruz, bir-ki...

Bakalım bugün vereceğimiz omuz, kocamanımızı yerden kaldırmaya yetecek mi?
Bu konudan hareketle aşağıdaki açık mektubu yayınlamayı bir borç bilirim:

Sevgili erkekler,

Lütfen harap olmayın. Erkekler ağlamaz demiyorum, ağlamasınlar da demiyorum. Hatta ufak bir duygu kırıntınız olduğunu ve taşlaşmadığınızı gördüğüm için seviniyorum bile, ne yalan söyleyeyim. Özellikle bazılarınızın ağlamasını isterdim. Kötülüğünüzü istediğimden değil.

Ama harap olmayın be abi; sağlam durun yine de.

Ben, biz... Birileri bir şekilde yanınızda olacak illa ki ama toparlayın, toparlamak için bir şey yapın. Ben nasıl görüyorsam üzüldüğünüze değmediğini (ve değmeyeceğini, asla), siz de fark edin çabucak ve elimi tutup kalkın yerden.

Hadi bakalım.

Anjeliqueue

Şimdi ellerimi çırpa çırpa coşkulu bir 19 yaş yazısı yazıcam!

Geçtiğimiz cuma, yani 26 Kasım 2010 gecesi ENSO tarihinin en büyük, en kalabalık ve en prestijli partisini gerçekleşti. Anjelique'de bir üniversite partisinin ilk oluşu bir yana, bunun bir cuma gününe denk gelişi kapıda akıllara zarar bir kalabalık oluşmasına neden oldu. Anjelique için, hem de ENSO partisi olacağını bile bile önceki ve sonraki haftaları zorlamaya devam eden Radyo Boğaziçi üyeleri mikrofonlarını yemiştir tahmin ediyorum (kusura bakma David:))

Davetli listesinde olan biz bile 40 dakika filan kapıda beklememize rağmen içeri giremeyip, gidip sahilde zaman öldürdük, sonra ancak girebildik partiye. "Anjelique istifa!" nidaları yükseliyordu kalabalıktan; bilet alıp içeri giremeyen, kurnaz güvenlik görevlileriyle kavga eden bir sürü üniversite öğrencisinden. Biz yaşlılar arkalarda durup acaba ENSO için bir şey denecek mi, diye bekledik. Denmedi. Yine de partiden sonra ENSO'nun "izdiham için biz özür diliyoruz, içeri giremeyenlerin parasını iade ediyoruz" mesajı, son yıllarda kulüpte gördüğüm en düzgün davranış olabilir.
Anjelique'e geri dönelim... Şimdiye kadar SuAda dışında bu kadar denizin içinde hissettiğim bir mekan olmamıştı, o bakımdan mekan bayağı güzelmiş. Hem de geniş, ferah; aşağıda duranların yukarıdakilerin frikiklerine nail olduğu tehlikeli bir ortam. Normalde gideceğimden değil, ne işim var anjelikue'de zaten. Az votka çok redbull'a 30 lira vermeye meraklı değilim. Öğrenci psikolojisinden çıkamayan aklımı seveyim!

Bu arada parti, süperdi. Ben bu kadar eğlendiğim bir kop kop zaman dilimi hatırlamıyorum yakın tarihte. Genelde de sıkılırım üstelik bir yerden sonra; iki hafta önce "eelence" diye daracık, tüm olayı içeri herkesi almama züppelikleri olan türkçe pop kafasında bir yere gittik örneğin, bir yerden sonra ayh! nidalarıyla elimi kolumu nereye koyacağımı bilemeyip (ki zaten koyacak yer de yoktu, tıkış tıkış...) bir köşeye çekildim; Tsum'la onu bunu kesip malzeme topladık; ben blog için, o planladığı senaryo için. Kafamda birtakım soru işaretleri oluştu, örneğin tek gecelik ilişki arayışı yüzünden akan anne yaşında kadının kuaföre bir gecede döktüğü paranın nasıl bir yatırım sayılacağını merak ettim. Uzun vadeli ilişki arayan kadının döktüğünden fazla para var o saçta ve makyajda. Bu durum beni şaşırtıyor, bir gece için bu kadar süslenmek... Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez kafası da olabilir.

Amaan, neyse. Biz kulüp heyecanımıza geri dönelim. Topuklarımız elverdiğince hoplayıp zıpladıktan sonra, mekan artık kapanmaya yüz tuttu, biz de topukladık. 25 saat açık pidecimizde bol sarımsaklı sabahakarşıişkembemizi gönül rahatlığıyla içtik ve soluğu evde aldık... ertesi gün 2'de uyanmak üzere.

Ne demiştik? Öğrenci psikolojisinden çıkamayan aklımı seveyim! :)

(Kasım 2010, ziyadesiyle Ortaköy)

Bed'n'Book

Okun!

Bazı şeyler yazılmayı hak ediyor. O yüzden Twitter'ı seviyorum.

Ama bazı şeyler okunmayı hak ediyor. İşte onun için de blog var.

Ben Adamı Ayrılırken Tanırım

Arabeskin dibine vurduğum ama yine de Küçük Emrah misali kaşlarımı kaldıra kaldıra şarkıya eşlik edecek kadarcık bir mutluluk kırıntısı taşıdığım zamanlarda dinlediğim iki şarkı olur genelde: Seren Serengil'den "Alıştım Sana" ve daha da güzeli, Kibariye'den "Kim bilir?".
*
Seren Serengil'le de tüm münasebetim bu, yareppim şükür. Dün Levent'te bina boyu bir afiş görene kadar da aklıma gelmemişti kendisi. Yeni albüm çıkarmış; adı beni benden aldı: Ben Adamı Ayrılırken Tanırım.
*
Yıllarca Demet'in İbo'ya laf sokmak için söylediği şarkılarla kazandığı paraları konuştuk ama bence hiçbiri bu albüm (ve umarım albüm, adını kendi adını taşıyan bir şarkıdan almıştır) kadar öte saçmalıkta olmamıştı: Kadın kendi kendine laf sokuyor yahu.
*
Ben adamları ayrılırken tanısam bunu kimseye söylemezdim sayın Serengil. Mazallah salak sanırlar beni. Tavsiye ederim. O kadar şeffaflığa gerek yok.

Ayrılırken geçilen yol dikkat çekici.

Tanrıyla karşılaşsam ne sorardım bilmiyorum ama Seren Serengil'le karşılaşsam şunu sorardım: "Kim bilir bu gidişin dönüşü olacak mı?"


(27 Kasım 2010, İstanbul)

Şanıma İnanma

Bir de şu var tabi,
Artık o kadar normal ve sıradan olan ve kimsenin üstünde konuşmaya değer bile bulmadığı bazı şeyler...
Normal bunlar. Alabildiğine.

Normal, biliyorum.
Ama benim söyleyecek sözüm yok. Bir fikrim yok.

bellatrix'in eksik olma hali işte.

Normalizasyon

Eskiden anormaldi, normaldışıydı; dinlenir değerde ve dinleyeni değerli kılan nitelikteydi birçok şey. Anlatılması gereken ve anlatılınca rahatlanan şeylerdi. Gidip bir nargile içiyorduk, kimseye söylemeyeceğimiz (kimseye söylemeyeceğimiz konusunda bir an bile tereddüt etmeyeceğimiz) şeyler duyuyor, şaşırıyor, belki şaşkınlığımızı nargile dumanının arkasına gizliyorduk. Belki de sırf bu yüzden nargile içiyorduk.

Arkadaşın eski sevgilisiyle beraber olunmazdı örneğin. Arkadaşın eski sevgilisi, arkadaşın kendi eliyle başkasına ittirdiği biri olmazdı. Birinden ayrılmak önemli bir olaydı; biriyle beraber olmak da. Hele birine aşık olmak? Üff! Herkes herkesle yatmaz, yatsa da bunu dönüp o sırada yoldan kim geçiyorsa veya blogunu kim okuyorsa ona anlatmazdı.

Hem eskiden insanın, insanın insana davranışının bir değeri vardı. Herkes birbiriyle altlı üstlü olmazdı; birine dokunmak yürek isterdi, cesaret isterdi; aradaki ilişkinin o kıvama gelene dek yoğrulmuş olması gerekirdi. Yavaş yavaş, acele etmeden. O kıvama gelince de geri dönülmezdi kolay kolay, bilinirdi, işte o adam artık hep orada. Sadece uyuduğu zamanlar değil, normalde de sevilebilirdi şefkatle.

Eskidendi, çok eskiden; ama aslında dün gibi.

Artık her şey mübah, her şey normal, eksenden öyle bir kaymışız ki, kayışımız da normal. Kimse bir şeye şaşırmıyor ve ben bu işe çok şaşırıyorum.



(Kasım 2010, İstanbul)

Şizoblog

İnternette kendimiz miyiz, bu ayki dosya konumuz bu.

Bir aralar kafama takıldı, bu takip ettiğim onlarca blogun yazarının ne kadar "kendileri" oldukları düşüncesi. Hepsiyle tanışamam ki, üçünü beşini biliyorum haydi, evet öyleler. Aynı yazdıkları gibi görünüyor, oldukları gibi yazıyorlar. Örneğin, 30 yaşında asfasdsads diye internet gülüşü yapmadan yazı yazan ve eğlenceli şeyler yazan adam var ve ben okuyorum yazdıklarını. O adam, asıl o mu?

Aynı şekilde, benim de ne kadar ben olduğumu bilme imkanı yok kimsenin. Diyelim ki ben bu değilim, şaşırır mıydınız? Orta yaşlara merdiven dayamış bir kadın olabilirdim. Bir erkek olabilirdim. Alternatif bir tarz olabilir, standartmış gibi davranabilirdim; sırf öyle olmanın nasıl bir şey olduğunu görmek için, çünkü bu hali gerçek hayatta deneyimlemek için son çıkışı kaçırmış olabilirdim.

***

Ben bu akşam dedim ki: "Ben kendim de bilgisayar başındaki halim gibiyim, bir farkım yok."

Eve dönerken yuh ulan dedim, göz göre göre söylediğine bak, nasıl yalan, nasssıl yalan... Oysa ki burada 'iyi'yim ben. Burada kaldırılabilecek veya beni burada okuyanın kaldırabileceği laflar ediyorum. Gerçek hayatta ise o kadar inatçı, o kadar peşin hükümlü beyanatlar veriyorum ki, dönüp kendi yüzüme bakmam çoğu kez. Nitekim... neyse.

Demem o ki, karakter aynı karakter olabilir ama ruh hali başka.

Böyle memnuniyetsizliklerden dönüp bilgisayar başına oturmalardan birinin de bana bu yazıyı tamamlatmasındaki ironi, kayda değer.


(Kasım 2010, İstanbul-Fethiye-İstanbul)

Just another tip to how much the Friends rule

Çünkü bu şarkı, On-the-go'lara girebilecek bir şarkıdır.

SB vs TTB @ awp_battle

Aile hekimliği diye bir nane çıktı başımıza. Şayet gündemle ilgilenmeyen bir insansanız, bir dahaki sağlık ocağı ziyaretinizde sağlık ocağını yerinde bulamadığınızda ne olduğunu öğreneceksinizdir. Alternatif olarak, bu yazıyı da okuyabilirsiniz.

Aile hekimliği, bir pratisyen hekimin belli bir mahalleye atanıp oradaki kişilerin her türlü sağlık probleminden sorumlu olması demek. Tahmin edebileceğiniz üzere, siyasette tanımlar o anki durumu anlatmakta çok yetersiz kalıyor. İşin aslı şu: Daha önce sağlık ocağında çalışmakta olan pratisyen hekimler, çalıştıkları yerler feshedildiğinde direkt olarak bulundukları bölgenin aile hekimliği kadrolarına uygun şekilde yerleştiriliyorlar; 10-15 doktor başına bir bina veriliyor yine uygun bir yerde... Ve o kadar.

Sonra o bina nasıl döşenmiş, odaların mobilyaları nasıl alınmış, ofisboy mu çaycı mı tutulmuş, onların SGK kaydı yapılmış mı; binanın elektrik, su, doğalgaz vb faturaları ödenmiş mi, bu doktorlar kendilerine bilgisayar almış mı, bi kere bu doktorlar hayatlarında bir kere bilgisayar kullanmış mı acaba... gibi örneklendirebileceğimiz sorular kimsenin aklına gelmiyor. Tüm bunlar tamamen, o işe sırf "halihazırda o bölgede çalıştığı için" veya "belli bir hizmet puanı edindiği için" oturtulmuş doktorların inisiyatifine bırakılmış durumda. Bu arada hizmet puanı kavramını biraz açmak gerekirse, açılacak bir şey olmadığını göreceksiniz. Kredi kartıyla kazandığınız bonus misali, yıllar içinde siz çalıştıkça kendiliğinden biriken bir puan bu. Dolayısıyla, kredi kartıyla kazandığınız bonus misali, size verilene razı olacağınız ve kullanmadığınızda kahrolmayacağınız bir şey olmalı. Havadan para, havadan puan.

Tüm bunlar bizi şu noktaya getiriyor: Bu işi yapması teklif edilen hekimlerin en azından birçoğu, bu işi yapmak için gerekli kalifikasyona sahip olup olmadıkları araştırılmamış, sırf yıllardır belli bir puan kazandıkları için aile hekimliğini hak etmiş kişiler. Ve bu insanların en azından birçoğu yaşlı; 50 yaşın üstünde, kimileri 60 yaşın üstünde, neredeyse emekli olacak hekimler bunlar. Sorumlu olacakları 3600 kişinin yükünü kaldıramayacak, "artık vizitler, ilaçlar bilgisayarla takip edilecek" kafasına ayak uyduramayacak insanlar.

Korkutucu olan da şu: Bu hekimlerin en azından birçoğu, halihazırda kazandıkları paradan çok daha fazla olan aile hekimliği maaşına tav olup bu işi kabul ettiler. Şaka değil, yaklaşık 5 bin lira maaş ve 2 bin lira harcırah alacaklar, harcamalarından tamamen kendileri sorumlu olacakları için normal bir rakam bu. Ama fahiş; ülke standartlarına göre, genelde sürüm sürüm sürünen doktorları, öğretmenleri ve hatta tüm memurları düşününce oldukça yüksek bir ücret. Kaldı ki, bu ücretin ilerleyen yıllarda performansa veya başka sebeplere bağlı olarak düşmeyeceğinin garantisi de yok. Garantici memur kafasına ters düşen bir riski kabul etmek oluyor bu bir bakıma.

Sonuç olarak, gecenin bir körü bir şey olduğunda aramanız beklenen (ama mesai saati dışında sizinle ilgilenip ilgilenmeyeceği kendi vicdanına bırakılmış olan), kendisine başvuran hastayı takip etmesi gereken (ama takip edip etmeyeceği kendi vicdanına bırakılmış olan) bir sürü yaşlı doktorumuz var artık. Abarttığımı düşünüyorsunuz, lakin bunların hepsi tecrübeyle sabit. Yukarıda parantez içinde yazan ifadeler, az kalsın aile hekimi olacak olan bir doktorun ifadeleri. Ve kendisi 2 yıl sonra emekli olacak.

Türk Tabipler Birliği (TTB) -ki kendilerini başka sebeplerle hiç gözüm tutmaz-, daha yeni uygulanmaya başlayan aile hekimliğinde çıkan pürüzlerin üstüne gittikleri için olsa gerek, Sağlık Bakanı'ndan vetoyu yemiş durumdalar: "TTB sniper gibi bekliyor" demiş adam. Vay anasını! Counter'a çağırıyorum kendisini, davetime iştirak ederse memnuniyetle kapışırız bir awp haritasında.

Aslında yapılmak istenen şey -ki belki birkaç yıl sonra, bu devir emekli olduğunda olur bu-, yeni mezun, muayenehane açıp kendini kurtarma planı olan TUS tembeli pratisyen doktoru, dolgun bir maaşla devlete bağlı çalıştırmak. Bu iyi bir niyet aslında; koşturmaktan imtina etmeyecek cevval doktorlarla bu iş yürüyebilir. Ama bu geçiş dönemi içinde kendinizi Türk hekimlerine emanet edecekseniz, en azından aile hekimleri için, bir daha düşünebilirsiniz.

(Kasım 2010, İstanbul)


Sağlık Bakanı'nın teşbihi ile, TTB'nin karşı atağına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz:

Kırılım



Kırılarak mutluluk veren tek şey sigara olsa gerek.

saydam

keşke benden daha güçlü biri olsa yanımda.
bağırsam, çatlamasa.
vursam, parçalanmasa.
dokunsam, kaçmasa.
atlasam, çekilmese.
*
güvensem.
*
baksam, içinden geçip ufku görsem.
sevsem.

Bir Parmak Bal

İnsanoğlunun kaderi mi acaba "alışmak?"

Biri sırtını sıvazladığında hıhh demek, biri ödül verdiğinde aman sen de, demek; altında bir şey aramak...

Bir parmak bal gözüyle bakmak her şeye, küçümsercesine.

Ne kadar çabuk önemini kaybediyor bazı şeyler, büyüdük de ondan mı, tüm bunlar bizim için/içimizde gerçekten önemli değil de ondan mı, bilmiyorum ama bir bayramlık ayakkabıyı veya sevdiğimiz birini alıp içimize sokasımız gelmiyor artık. Çabucak önemsizleştiriyoruz, anın değerini bilme ihtiyacı duymadan ve sanki yine eskiteceğimiz bir şeyin peşinden koşuyoruz hemencecik. Hemen ama! Hiç zaman kaybetmeden!

Oysa ki tüm kişiler, tüm işler aynı; sadece dört elle sarılmak gerekirken kaçmak daha mı kolay geliyor bize acaba?

Öyle veya böyle. Ben kendime bakıyorum, artık bir şeyler değişti. Artık minnettar olması gereken ben değilim; öyle görüyorum. Kibir değil, farkındalık.

Bir parmak bal, veya bir parmak bal parası.

Ve ben hiç ikna olmadım.

Feministdışılık

Geçen gün birinin kuyruğuna basmışım, kızlara giydirdiğimde. Kim olduğunu hala bilmiyorum, ama çok önemli de değil.

Hakkım yenmesin, erkeklere de giydiririm. Hamamböceğine benzetmişliğim, sıçtın mavisine oturtmuşluğum var kendilerini, yazı saymayayım şimdi teker teker.

Ama ben hiç şöyle bir şeyle karşılaşmadım: İçinde mutsuz olduğu bir ilişkiden çıkmak için önce başka sevgili bulan erkek. Hayır, bunu gerçekten görmedim. Neco sendromuyla karışmasın bu dediğim; başkasına aşık olup karısından veya sevgilisinden ayrılmak tamamen başka bir vaka ve bu vaka karşısında Neco'ya "azgın teke" dememekle beraber, isteyenle ayrıca tartışırım bunu.

İşte bu önemli ayrımdır benim kızlardan illallah getirme sebebim birkaç günde. O yüzden de dün akşam adam gibi dişiler görmek çok iyi geldi bana.

Kadınlar için söylenmesine üzülerek hak verdiğim iki şey var: 1-Kötü şöförler, çünkü dikkatli olacağım derken kazaya sebebiyet vereyazmak kadınların en büyük marifeti. 2-"You need a good ol' fuck", çünkü yalnızlığının acısını altında çalışanlardan çıkaran çok insan tanıyorum ne yazık ki. Bunlarla beraber, dişiyi "adam gibi" sıfatı kullanarak yüceltmek de beni çok üzüyor, bilesiniz.

Erkekle kadın, eşit değil. Çünkü farklı. Kulvarlar farklı. Olsak olsak, denk olabiliriz bu durumda.

Ne yani, ben feminist değil miyim şimdi? (Çok da fifi.)


Çok "kız" şeyler konuşmuş olmanın kimseyi eksiltmediği ve salaklaştırmadığı nice adam gibi buluşmalara...

bengay

Onurlu, bu sana.

Feysbuktaki profil fotolarının aslında insanları olduklarından güzel göstermekle degil, mutlu göstermekle alakası var. İlgiye muhtaç melankolikleri bu kanının dışında bırakıyorum.

Zayıflamaya çalışırken buzdolabının üstüne zayıf bi fotosunu yapıştıran kadın gibi, sanki her önümüze çıktığında işi, gücü, müdürü, toplantıyı unutup "ulan ne güzel gülmüşüm be" diyecek gibiyiz.

Gündüz solduk, akşam açtık; birini unut, birini hatırla.

Acınma eşiği

Bu aralar etrafımda bekar kız arkadaş sayısının azaldığını, giderek artan "bana acıma" seviyesinden anlıyorum.

Vaktiyle mutlu ya da mutsuz ama en azından beraber bekar olduğu arkadaş, manita yapınca insana acımaya başlıyor. Artık hem arkadaşına eskisi kadar zaman ayır(a)mıyor isteyerek ya da istemeyerek, hem de bunun vicdan azabını çekiyor. "Ben kendimi kurtardım ama o kaldı" kafası. Ona da birini bulalım triplerine giriyor arkadaş, sanki kendisi öyle parmağını şıklatınca yapmış gibi manitayı.

Acınmanın da bir eşik değeri var; o da insanın kendi kendine acımaya başlaması.

Kanser olduğumu öğrensem mesela, insanların bana buna göre davranmasını istemiyorum ben, olamaz mı bu? Yalnızken de gururlu olabilir insan.

Her daim beraber ilişkilerde bana acındığı için üçüncü teker olup acınarak ortalığı birbirine katmaktansa, hiçbir şey olmamış gibi, hafifçe ölüveririm. Daha iyi.

The American Way of Romance

Öyle soruya böyle cevap, veya daha uygun bir argo tabir.

insan okuyacak bunu insan diyenler buraya

Yalçın'a teşekkürler.

-izm, -asi, biz


Sosyalizmde
İki ineğiniz varsa, birini komşuya verirsiniz.

Komünizmde
İki ineğiniz varsa, devlet ikisini de alır, size sütünü verir.

Faşizmde
İki ineğiniz varsa, devlet ikisini de alır, sütü size satar.

Nazizmde
İki ineğiniz varsa, devlet ikisini de alır, sizi de kurşuna dizer.

Bürokraside
İki ineğiniz varsa, devlet ikisini de alır, sütü satar, kovayı devirir.

Teokraside
İki ineğiniz varsa, devlet ikisini de alır, siz süt duasına çıkarsınız.

Demokraside
İki ineğiniz varsa, ikisi de greve gider.

Türkiye'de
İki ineğiniz varsa, devlet ikisini de alır, sizi de devlete 4 inek borçlandırır!


(Kesinlikle hatırlayamadığım mesaj kaygılı bir televizyon programından)

tut-dal, bırak-dal

Bir gün içinde, ayrıldıkları kızların arkasından saydıran erkeklere hak verecek kadar kız hikayesi dinledim. Kısa bir süre önceki "olmayacak abi" hikayesini de sayarsak, boğazıma kadar ilişki içinde kaldım.

Dinlediğim üç hikayenin hepsi, başka başka taraflarından tutulduğunda insanın elinde kalan hikayelerdi; kahramanları olan adamlar ikişer ikişer birleşip sırayla üçüncüyü içmeye çıkarsa yeriydi (ki böyle yapacaklardır da sanıyorum). Of ki ne of ki ne of, üç kere of.

Hepsi iyi üniversitelerde okumuş, iyi bir iş bulayım, master yapayım bilmemne derdinde olan; hani sorsan, aklı başında kızlar. Öyle çerçöp de değil yani ki yaptılarını çingenliklerine verip geçebilelim. İki vukuat anlatacağım burada. Diğeri başka yazıya.

Kızlarımızdan biri gitmiş yaban ellere okumaya. Gittiği gibi de "burda mı kalsam?" düşüncesi yerleşmiş kafasına. Bunların hepsi normal, ta ki adamın biri onunla evlenmek isteyene kadar. Normalde erkek arkadaşı olan kız "benim erkek arkadaşım var" der adama. Ama önce kendine söylemesi lazım bunu insanın. Yok... Ciddi ciddi düşünüyor evlenmeyi, o arada da bir zahmet ayrılıyor buradaki sevgilisinden. Sebep? "Bizim geleceğimiz yok."

"Geleceğin olmadığını başka bir adamı garantileyince mi anladın" demezler mi adama? Derleeer, derler. Derdi evlenmekmiş haspamın, yüksek lisans falan hikaye. Boğaziçi Dergisi'nde bir dosya vardı bir ara "Yeni trend, üniversite mezunu ev hanımları" diye. Kızımız da risk yönetmeyi öğrenecek ama hayatında bir risk zerresi bırakmayacak, sırtını dayayacak duvar arıyor işte. Saygı duymak zorunda mıyım bu insana?

Saygı duymadan ne kadar kabullenebilirim bu insanı (dolaylı olarak da olsa) hayatımda?

Başka biri daha gitmiş bir yerlere, burada her günü, her boş anı değerlendiren çiftin kız olanı, hem ağlarım hem giderim modlarında... Gidiş o gidiş. İlgisizlik başlamış dakikasında, şimdiye kadar bulamadığı cinsten özgür bir hayatta huzur bulmuş gibi kız, kendini bir yerde koymamış. Gider gündüzleri çaydan çaya, gece olur davetlidir ya dineye ya baloya.

Bu arada boş durmamış, başkasını buluvermiş; hatta aradan zaman geçmiş ve ondan ayrılıvermiş bile, hem de adamın kız arkadaşını bırakmayacağını anlayarak! (Otobüs bilmecesi geliyor dikkat edin; bu hikayede kaç sevgili ve kaç aldatılan olduğunu soracağım hikayenin sonunda.) Gerçek olandan şüphelenmeye mahal yoktur, bu olay daha portakalda vitaminken kızımız e-mail ve feysbuk şifrelerini erkek arkadaşına vermekten beis duymamıştır çünkü. Her şey, kızın kelamıyla ortadadır.

Bir şey hatırlatayım, insanın maymundan evrildiğine en önemli kanıt fosil, DNA bilmemne değil, kadındır kadın. Bir dalı tutmadan diğerini bırakmayan kadın. Buna karşın evrimin durduğunu düşündüren de erkektir; nato kafa nato mermer, bu anlattığım kızın peşinde koşan, onu sevdiğini söyleyen (hatta ilk defa veya bir tek onu sevdiğini söyleyen) erkek. Problemli kadın isteyen erkektir işte ya; kendine acı çektirmeyi seven, huzursuzlukta huzur arayan ve bulamayan. "Müstahak" diyeyim mi onlara? Ama diyemiyorum, adamların ciğerini biliyorum; adamların ciğerine kurban olurum çünkü.

"Abi hiç mi adam gibi kız yok yaa?!" sorusuna bir mENSO üyesi olan beni örnek gösterecek, "bellatrix var" dedirtecek kadar kız gibi kızlardan soğutmak adamları, marifet. Sizin, on parmağınızda on marifet kızlar.

Bravo.

Zorunlu İslam Dersi

Zorunlu din dersi gelmiş, amanın aman diye millet sokaklara dökülmüş ben yokken. Bir sorum var ki ulan diye başlayacağım izin verirseniz; ulan, bu din dersi eskiden zorunsuzdu da biz mi bilmiyorduk? Neden okuduk yıllarca bir yıl "ahlak nedir?"den, bir yıl "islamiyetin doğuşu"ndan başlayan parmak kalınlığında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarını?

Aslında sorulması gereken daha temel bir soru var, o da şu: Neden bu derse inatla din dersi denmeye devam ediliyor? Bizim bildiğimiz din dersi, kafakağıdında Müslüman yazan her öğrenciye zorunluyken, Yahudi arkadaşlara da haftada iki saat fazladan futbol oynama veya dedikodu yapma imkanı veren bir zaman dilimiydi. Bizde Yahudiden başka bir din mensubu olmadığı için örnek bu; yoksa Hristiyan, şaman, pagan; sanıyorum hepsi muaf olacaktı bu dersten.

Bize öğretilmeye çalışılan her şey Bedir-Uhud-Hendek üçgeni içinde gerçekleştiğinden; Selçuk Erdem karikatürleriyle Bruce Almighty esprileri arasında Musa nedir, İsa naapmıştır da noolmuştur filan gibi konuları merak edenlerimiz öğrendi, etmeyenlerimiz öğrenmedi. Oysa bize din dersinde öğretilen ilk şey "bizim" tüm dinleri tanıdığımız idi. Öyle de yüce gönüllü, kendini bilir bir topluluktuk. Ne ara o tanıdığımız dinleri anlatmaktan vazgeçtik, o merak konusu.

Aa, belki de bizim İslam Dersi tüm dinlere zorunlu hale gelmiştir yahu? Dur ben şu işi araştırayım da geleyim bi...

Dolunay


Arabanın burnunu sabahı düşünerek yolun çıkış doğrultusuna çevirdim, durdum, el frenini çektim. Karşımda göğe yükselen iki rezidansın arasında dolunay parlıyordu.

Dolunay vardı bu gece.

Deliler gibi çalıştığımız işimizi sevmek, tatmin olmak mı lazım; yoksa önemsiz, sallabaşıalmaaşı bir iş yapıp, seni tatmin eden parayı, o parayı harcaman için işten artan zamanda kafa boşaltmak için harcamak mı...

Bir dönüş yapacaksak -ki U dönüşünden bahsetmiyorum- dönmeye nereden başlamak, nereye çevirmek lazım rotayı...

Bunları ne kadar düşünmek, ne kadar daha yazmak lazım?

Arabadan çıkamayıp aya baktım bir süre. Söylemişimdir, etkilenmem ben okuduklarımdan, izlediklerimden. Rüyama girmezler. Hep o 6 yaşında götürüldüğüm Jurassic Park yüzünden, annemin "bak onlar gerçek değil ki, maket" telkinleri yüzünden. Şimdi, The Constant Gardener'ı izleyip bir hayata yüz çevirmediysek, 99 Francs okumuş olmak da soğutmayacak beni başka bir hayattan.

Kabullenişimin hızı terazimin ayarını bozmasın; biraz daha zaman lazım tartmaya. Bilir misiniz, rap-rap yürürken dur komutu alan askerler iki kere düşünüp öyle atar son adımı? Bir-ki-üç-dört-"kıt'a dur!"-üç-dört. Ben önce durdum. Bir, düşünüyorum. İki, danışıyorum. Üç, dört; belirsiz. Henüz.

Aya baktım, Nelly Furtado şarkı söylemeye başladı kafamda; "If it's high play it low, if it's harvest go slow and if it's full, then go."

Göreceğiz.

iyi kapatilmamis yufkanin kenarindan pirtlayan kasar

bazi seyleri yazmak bir ihtiyac. icimden cikiveriyor kelimeler, durduramiyorum, bir macbookun hic bilmedigim tuslariyla bogusmak pahasina (ki o denli bilmiyorum ki macbook ve un u ayiracak kesme isaretini bile bulamadim, o derece) sarildim bilgisayara.

bu sabah kalktigimda yazacak cok seyim vardi. hala var, hep baska seyler. simdi, ne icin neleri tehlikeye atarim veya nelerden vazgecerim diye dusunuyorum mesela. sabahsa kafamda yayinlamadigim bir yaziyi bastan okuyup allahim ne kadar da hakliyim diye kendime hak vermek vardi (biraz once okudum. allahim ne kadar da hakliyim, unlemli munlemli.)

bes gundur bilgisayardan uzaktayim, bu cok iyi bir sey ve onu ayrica anlatacagim ve agzinizin suyu akacak ama o degil benim dedigim.

yazma konusunda, bu yazdiklarimi aslinda kafamda soyle bi toparlasam daha guzelleri cikar, diye dusunme noktasina geldim. ozgurce sacmalayabildigim anlari kagida veya ekrana dokmektense, dusunduklerimi hep hikayeler icine yerlestiriyorum. karakterleri cuk oturtuyorum. bir yeri beni tatmin etmiyor, edene kadar bitmiyor o.

hani yani gunde 2-3 posta gidiyorum ya, aslinda ozgurce sacmalasam dumandan gorunmez olacak buralar... daha iyi olmak lazim. daha profesyonel. daha ketum, daha alttan alta, daha kaliteli olmak lazim. anneeeaaa bu bana sunu dedi dememek, olayi metaforlara bogmak lazim... mi?

sikilirsiniz, ben size soyliym. hic anlamiyoruz artik bu bellatrix ne diyor, dersiniz. ama ben yine de yuceltecegim herkesi; daha ketum, daha alttan alta, daha kaliteli-ce (bence). guzel bir-iki hikayem olacak sizin icin. bir barbaros yokusunda ilhamini aldigim ve o gazla tamamlarim sandigim (ve tamamlanamayacagini anladigim ve cok uzuldugum) ve sonra eksik parcasini taksimde bir barda, siyah gomlekli efkarli bir adamda bulan bir hikayem olacak. guzel bir anim, bir anim daha olacak sonra; zeytin dali gibi, cay kokusu gibi. fotograflarim olacak mis gibi kokan.

guzel olacak. bekleyin.

hippie, hippie, hoorah!

Bim bam bom, çok şükür dostlar, benim de artık bir tatilim var. Bekarlığın ve evden ayrı olmanın nimeti bu, sırtına bohçanı atıp tatile çıkma planını takriben 3, hadi bilemedin 4 dakika içinde kabul edebilmek. Don't think twice, it's alright.

Hem de ne tatil, denizli yıldızlı... Hippie hippie shake! Çiçek çocuk olacağız güneşin alnında birkaç gün, temiz hava, bol vitamin. Çadırımızı, matımızı, uyku tulumumuzu hazır ettik; fotoğraf filmleri yarın alınacak, piller şarj edilecek ve pilli bir hoparlör bulunacak tabi; müziğe harman kalıp kurur da rezil olursak diye korkuyoruz yeminle...

Uyku tulumu sızmalarını, ateşi, şarabı, müziği, muhabbeti özledim; zaten bir kere yaşadım hakkıyla ama işte bu kadar özledim!

O kadar güzel gibi ki şu an her şey... Bugünle, bu iki günle ilgili anlatacaklarımı yazıp, hiçbir şeyi gölgelemek istemiyorum. Dönünce kusacağım biriktirdiklerimi.
Hadi, lütfen gidelim artık...

Beirut - Osmanlıca Analojisi

Üniversiteden çok yakın bir arkadaşım vardır, Sinem. Tarihçidir kendisi, ilk ve tek tercihi olan Boğaziçi Tarih'te lisanslamalara doyamamış, profesörlük yolunda ilerlemektedir.

İkinci sınuftaydık sanırım, Sinem'in zorunlu Osmanlıca dersleri başladı. Tarihten birtakım dile düşmüş şahıslara gün doğdu; Yaprak Dökümü'ndeki Güven Hokna misali ahlayıp oflamalarına bir avuç entellik katabileceklerdi. Kısık bir sesle "dün gece odada türk sanat müziği koydum, bir sigara yaktım ve Osmanlıca çalıştım" deme fırsatı doğdu kızlara, saten sabahlıklarıyla dormda salınırken görüldüler Osmanlıca sarhoşluğuyla.

Bizim kara masanın üzerinde ise birtakım eciş bücüş yazılarla dolu kağıtlar türedi. Osmanlıca, okunurken en az Bülent Ersoy Türkçesi kadar anlaşılabilse de yazılınca bildiğin Kuran oluyor. Yazılma döneminde ama henüz, vahyi kağıda dökme döneminde saçım saçım kağıtlar filan...

"Ne yazıyor bunlarda allasen?" dedim Sinem'e bir gün. Okudu, işte sevimli tavşan ormanda hoplamış zıplamış efendim de Dede Korkut boy boylamış, soy soylamış, top toplamış. Üstüme iyilik sağlık, biz de neredeyse üç kere öpüp elinden, saygı babında yukarılara bir yerlere yerleştirecektik; meğer Cin Ali seviyesindeymiş yazanlar.

bu da gazeteymiş mesela

Geçenlerde bir Beirut şarkısının sözleri çıktı karşıma bir yerde. Aşağıdaki sözlerdi, anlamadım önce, çünkü Beirut'u sözlere dikkat ederek dinlemem hiç. "Breathtaking" sözcüğünü okuyana kadar bir şey ifade etmedi. Sonra baştan okudum, ulan dedim ne saçmaymış, sözlerine bak şarkının :)

Aslında birçok söz de böyle, onu fark ettim sonra. Çok kutsal zannettiğimiz, büyük anlamlar atfettiğimiz Osmanlıca yazılar gibi aynı... Birinden sevimli bir tavşan çıkıyor, birinden yorgun bir köpek.



Dede Korkut esprisi Engin Ardıç'a aittir efendim.


(Kasım 2010, İstanbul)

Über Kadın

+18 uyarısını baştan veriyorum; zira yumuşattığımda aynı etkiyi yaratmayacak laflar edeceğim. 12 yaşında kimse o lafları bilmediğinden değil de, neyse...


Dün dostlarla über insan tanımını konuşuyorduk. Daha doğrusu über kadın tanımı konuşuyorduk, zira olay bana hayalimdeki erkeği sormaya gelince kafalar güzel oldu birden. Zaten çok önem verilmeyecek olan ve kesin çizgilerle belirlenemeyen cevabımın duyulabildiğini sanmıyorum.

Über kadın birine göre, onun kafasına erişebilen ve futbol konuşabilen kadınmış. Bir de Rus olsa iyi olurmuş mesela. Yeme de yanında yat diyeceğim de, olay buna geliyor. Yemeye.

Kadın güzel olsa ne olacak? Sikecekler. E kadın güzel olmasa ne olacak? Sikecekler. Futboldan anlamasa ne olacak, bilin bakalım.

"O zaman" dedim, "her şekilde bu kadın ne kadar kafası açık, spor filan konuşan über bir karakter de olsa kaderi aynı değil mi? O zaman ne fark ediyor?"

"E über kadını sikiyorsun" dediler, nasıl anlamadığıma anlam veremez bakışlarla. Bu lafın üstüne bir şey demedim. Düşündüm. Fiziksel tatmin bir yerde; fiziksel tatmin artı ego tatmini bir yerde. Kadının ne olduğu önemli değil, konuşması etmesi filan da değil aslında. Über kadın tanımı içinde evin camlarını dışarıdan silebilmeyi barındırsa, oturup cam silişini izleyecek halleri yok ya.

Birtakım tanımlar türetip, sonunda ona birilerini oturtup "bu kadın benim" demek ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmek...

Söylememe gerek yok herhalde, kabul etmeyi reddediyorum bu ruh halini genellemeyi.

Yine söylememe gerek yok herhalde, kabullenmediğim şey o kadın olmak veya olmamak değil.

İnsanların yaşayacak çok şeyi var hayatta.


(11 Kasım 2010, Yuva2)

62'den ancak tavşan olur.

61 kere sabit dur, 62'de macera ara (macera aramak da benim lafım değil ha!). Oldu canım. 61 kere maşallah.

İrade göstereceğim, irade. Nefesimi tutup birkaç saatimi heba etmiş ve ediyor ve edecek olabilirim pek değerli haftasonumdan, ama istediğin her şeyi yapmayacağım. Sokağın karşısına geçip alabileceğin bir şeyi senin yerine alıp ayağına getirmeyeceğim mesela.

Neden yapayım?

Yüzüne de söyledim, rahatladım. Yazdığım şeyler kişilerin yüzüne de söyleyebileceğim (ve bir gün mutlaka söyleyeceğim) şeylerdir zira.

"Benden annelik bekleme."

Çünkü benim bir beklentim yok artık karşılığında.

Almadım, vermedim; ben seni yendim.



Kızıyorum bu anne gibi çekip çeviren kendime ya... Bana böyle bir görev yüklensin istiyormuşum gibi mi görünüyor dışarıdan acaba? Böyle bir aura mı yayıyorum, öyle bir enerji fanusu içinde miyim neyim?

Mesela en iyi kız arkadaşımla aynı evde yaşayamazdım. Tartışırdık, çok uzun süre bir arada kaldığımızda ben kendimi anne gibi arka toplar hissederdim, o da bunalırdı. Öyle bir toplanma ihtiyacı olduğundan bile değil belki, ya da karşı taraf bunu istediğinden değil. Ben öyle bir insan olduğum ve benden daha rahat insanların yanında bu huy belirginleştiği için.

Bir şeyler düzgün, tıkırında ve genel kanıya göre "olması gerektiği gibi" gitmediğinde el atma ihtiyacı hissediyorum. Koç burcudur, lider ruhtur falan filan hikaye. İki sebebi var bunun; biri benimle ilgili, diğeri çocukluk travması.

Kendimden çok güvendiğim kimse yoksa etrafta, işi kimseye bırakmam. Delegasyon yeteneğim düşük çıkacaktır kişilik envanterlerinde, evet öyle abicim. Kalifiye eleman benim gözümde Boğaziçili, İTÜlü, ODTÜ'lü veya İstanbul Üniversitesi ya da Dokuz Eylül'ü ilk beşte bitirmiş adam değildir (böyle bir iş ilanı bugün elime geçti de, üstüne İK'lara bayağı küfrettim, ondan). Tsum ne demişti videosunda, "diplomanın sadece bunu bitirebilecek kadar çalıştım demek için olduğuna inanırım." Boğaziçi'ni bitirmiş ne dereceli mallar var.

İş ister "iş" olsun, ister ödev, rapor, sunum, bulaşık, temizlik... Arkayı toplamayı görev biliyorum kendime, çünkü herkesin yararına olacak olan ancak öyle oluyor. Mesela birileri mezun oluyor, kötü mü oluyor?

İkincisi, çocukluk travması dediğim şey ise ilkokul dönemi. Böyle bir insansam -ki bunu biraz da gururla söylediğimi itiraf etmem lazım- bunun sebebi büyük oranda ilkokul öğretmenimdir. O üst kısımları beyaz çizgili kalemler pembe yazıyor diye bize gerçekten kırmızı yazan kalemler aldıran... Sınıftaki tüm defterleri üstü beyaz puantiyeli kırmızı kapla, tüm kitapları da düz lacivert kapla -elboyadığıiçinüstünebirdeşeffafjelatinkaplanıyordu- kaplatan, kesinlikle öyle yüzü gözü oynayan zıpır etiketlere izin vermeyen... Sayfaları baştan aşağı kendiliğinden çizgili defterlere sinir olduğu için annelerimize saatlerce defter sayfası (soldan iki parmak ileri!) çizdiren... Kırtasiye masrafları yüzünden Esin Kırtasiye'den komisyon aldığını düşündüren canım öğretmenimin büyük etkisi vardır şu anki ben üzerinde.

Mutsuz değilim, kabullendim kendimi. Ama bu görev beni yoruyor. Kendimi sıklıkla çocuk gibi ve bir saf gibi hissederken anne olarak buluvermek hiç hoş değil. Annelik zor iş.

Bense bazen ayağımı uzatıp oturmak istiyorum sadece ve tam bir bardak kaldıracakken sehpadan, biri "bırak kalsın" diye tutsun bileğimden, istiyorum.


(11 Kasım 2010, İstanbul)

Bir daha aramasam, kimse neden aramadın der mi?

Kelleyi koltuğa alıp gayet sıradan bir şey soruyormuşçasına sordum halini hatrını mailden doğru. "O nasıl?" deyişim, "o diil de bi İlhan İrem vardı o nooldu?" tınlamasındaydı. Ya da ben öyle olduğunu varsaydım. Telefonunu öğrendim. Aradım.

Ne kadar heyecansız.
Ne kadar donuk.

Ben de mi öyleydim? Kalbim çarpmasa bile öyle... Yoo, yokladım; yine de daha sevinçli gibiydim onun sesini duyduğuma. Onun sevincinden daha çok, her şeye rağmen. Her şey dediğim biz, yani ben ve kalbimin boşluğu.

Etrafta birileri vardır, diye düşündüm. Yokmuş. Benim bile etrafım daha kalabalıktı.

Ama hangimiz daha yalnızız, onu bilmiyorum işte.


(10 Kasım 2010, İstanbul)

yok bişi.

Kendimle çok barışık değilimdir, genelde tartışırım, yererim kendimi acımasızca, sonra biraz sırtımı patpatlarım, aferin derim, motive ederim...

Ama kendime çok kızdığım bir şey var ki onu hiç değiştiremiyorum. Uğraşıyorum ama, hani denemek başarmanın yarısıydı?

Benimle hiç ilgili olmaması gereken (gerektiğini düşündüğüm) durumlarda dahi bir acaba ile kendimi paralama... Bunun üstesinden gelemiyorum. Hala bana terslenen insanlar böyle aklımın, ciğerimin bir köşesinden kıtır kıtır yiyor. İçim sıkılıyor.

Geçmiş beni bir yere kadar ilgilendirir. İyi veya kötü, doğru ya da yanlış (ya da insan ilişkileri için doğru ve yanlıştan fazla bahsetmek uygun değilse, o zaman gerekli veya değil diyelim); geçmişte kararlar alınmış, bir şeyler olmuş, bitmiştir. Onlar benim için bir hatıra, bir yazı konusudur; pişmansam kendimi daha çok yereceğim bu aralar demektir...

Ama ya pişman değilsem?
Ya her şey olması gerektiği gibi olduysa?

"Neyin var?" diye sorasım, almadığım cevaplara kafayı takasım yok, artık.

Uğraşıyorum, gerçekten uğraşıyorum.

Le chef de gare a donné le signal du départ.

Bizim lisede okuyanların (biz artı 10 eksi 1 yıl diyebiliriz, çünkü 7 yıllık kaliteli öğretim bitti o arada) hepsinin bildiği bir cümle vardır:

"Le chef de gare a donné le signal du départ."*

Neremize sokacağımızı hiçbir zaman öğrenemediğim bu cümle, hala dost sohbetlerinde hatırlayıp gülüştüğümüz ve bu minvalde bizi birbirimize bağlayan faktörlerden biridir.

Lisedeki Urfalı Fransızca hocamız Maho'dan şimdiye kadar hiç bahsetmediğime şaşıyorum. Bordo pantolon, koyu yeşil ceket, sarı gömlek; tazmanya canavarı desenli, kırmızı ağırlıklı bir kıravat ve kahverengi mokasen ayakkabılarla, kendi deyimiyle "puşt Maho" her yerde gözümüze çarpabilir nitelikteydi. Elinde bizim gözümüzde Azar'ın Fransızca karşılığı olan 65 yıllık siyah-beyaz Mauger kitabı, Mösyö Vincent ile tanıştığını, Mauger ile bizzat yemek yediğini iddia eder, bizi kırar geçirirdi.

Aynı zamanda, hiç belli etmese de okulun doktoralı tek öğretmeniydi ve bize de hiç belli etmeden Fransız Kültür'ün 4 başlangıç kurunu atlatacak kadar Fransızca öğretmişti. En azından bana öğretmişti. Dile istidadım olabileceğini inkar etmiyorum ama yine de, sıfırdan başlamak için başvurduğum kursta 4 kur birden atlamak benim için bayağı şaşırtıcı olmuştu. Ben sadece "nerelisen nerelisen / söyle canım nerelisen / urfalı mı antepli mi / söyle bana nerelisen" dörtlüğünü anca çevirecek kadar Fransızca bildiğimi sanıyordum; meğer passé composé kipinde fiil çekebiliyormuşum!

Tüm bunları neden mi anlatıyorum? Aşağıdaki çizime bakınca aklıma geldi:


Kalkış sinyali verildi beyler, öküz gibi bakmayınız.

(10 Kasım 2010, İstanbul)

* "Garın şefi, kalkış sinyalini verdi."

Foto için: http://icmihrak.blogspot.com/2010/06/buyuk-basarlar-kymetli-hocalarn.html

Bir Yaz Gecesi Şarkısı



Dört yıla yakın zamandır görüşmediğim Özgür için

Bir Haziran gecesi, 2003 olduğu kesin, ayın 17'si olduğu muğlak; The Marmara'daki balodan çıkmışız, süslü püslü kıyafetlerimizin üstüne geçirdiğimiz kot ceketlerle kendimizi çok daha iyi hissediyoruz artık; ah bir de ayakkabıları değiştirebilseydik!

7 yılını beraber geçiren adamlar olarak keşke baloyu okulda veya eşit derecede samimi bir yerde yapsaydık diye düşünmüşümdür. Kıyafet, pasta, kavalye gerginliği olmadan inanılmaz eğlenirdik. Genişiz zaten daha da genişlemiyoruz; aynı ortama konduğunda en çok eğlenecek şekilde kendiliğinden gruplaşacak insanları kalıba sokmanın ne alemi var?

Taksim'de ne yaptık, pek hatırlamıyorum. Bir kısmımız Hande Yener'e gitti balo sonrası eğlencesine. Demek balo sonrası eğlenceler o zamandan başlamıştı... Hande Yener çirkindi, insan bir balon dinlemek için 60 lira verip gitmezdi, hem ben hep muhabbete dönerdim yüzümü, o yüzden biz kalkıp Şahin'ime gittik. Kaç kişiydik, 7? 8?

"İçki istiyorum ben" dedim. "İçelim madem, 10 yıllık arkadaşımın evinde kalacağım ilk kez, kendi evimin balkonuna bakıyor bile olsa bir erkeğin evinde, bir sürü başka arkadaşımla birlikte ilk kez kalıyorum" (18 yaşının sabahında değil, böyle gecelerde rüştün ispat edildiği zamanlardı). O zamanlar içki içmeyen Özgür'ü yanımda sürükledim, düştük yollara. Nişantaşı'nda içki arıyoruz, yok, yok oğlu yok! Saat 12 belki, öyle inanılmaz bir saat değil ama açık bir allahın kulu tekel bayi yok koca Nişantaşı'nda. Teşvikiye Café'den Osmanbey'e kadar gittik; Beşiktaş'a inmemiz gerektiği bilgisini alınca kaderimize razı olup vazgeçtik. Valikonağı'ndan okula, oradan arkadaşın evine doğru yürümeler... Ben artık fenalaşmak üzereydim; bir daha asla giymediğim sandaletlerimi elime aldım, Nişantaşı'nda siyah straplez elbisem ve maşalı saçlarımla, üstünde baloyla hiç mi hiç ilgisi olmayan bir kıyafet giymiş Özgür'ün koluna girip (o daha ziyade trekkinge gider gibi giyinmişti; olayı buydu) yalınayak yürüdüm caddede. Sarhoş değildim hayır, sadece artık yürüyemeyecektim ve Özgür'ün beni taşıma ihtimali yoktu. Durumu kendime normal göstermek için veya insanların bizi sarhoş sanması için olacak; bir şarkı mırıldanmaya başladım, "You don't remember me, but I remember you..."

Özgür devam etti, "It was not so long ago, you broke my heart in two..."

Bozulmayacak nadir anlardandı; "Tears on my pillow, pain in my heart caused by you." Gülüştük. Böyle şeyler sadece filmlerde olur sanıyorsunuz ama ben bunu yaşadım. Sonra da Şahin'ime gidip tüm gece karpuz ve bisküvi yedik, çay içtik. Hiçbir şey olmamış gibi veya 7 yılımız geçmiş gibi.

Hayatınızın 7 yılında iç içe geçtiklerinizi nasıl göz ardı edebilirsiniz?

(29 Ekim ~ 08 Kasım 2010, İstanbul)

naçizane: "Ehem..."


Lafa girmek üzere ehem! diye yüksek perdeden öksüren kişinin ehemmiyetli bir şey söylemesi gerekir kanımca.
Zira o ehem, ehemmiyet'in ehem'i olabilir.

but sometimes it's a good hurt?

"Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçmiş" diyen şarkıya yalandan eşlik eder gibi yaparken bir yandan da bir çatal mezeyi ağzına atan adam, ebeveynlerinin yanında sevişme sahnesi çıkınca ilgi göstermediğini belli etmek için etrafta bir şey arar gibi yapan veya ağzına bi dilim mandalina atan çocuğun rüştünü ispatlamış hali.

Hiç dalıp gitmemek için, hiç aşk acısı çekmemek için aşık olmayan adam var. O adama Incubus'tan geliyor: Love Hurts.

"Should I surface this one man submarine?"

İlkgençliklerinde bu adamla yıllarca çıkıp, sonunda da ağzına sıçıp orda aşka dair kekremsi bir tat bırakan kız var. Askerdeki sevgilisini, iş bulamayan sevgilisini, mutsuz diye sevgilisini bırakan kız var.

Adamı artık dalıp gitmez hale getiren o kız.

O adam, o kızla hala görüşüyorsa benim korkacak hiiiçbir şeyim yok arkadaş.


(Kasım 2010, İstanbul)

Merhaba meyhaneci...



Meyhaneye gitmek istiyorum ben. Şimdi sorsanız bana hangi dönemde yaşamak isterdim diye, en klişe Lale Devri cevabının üstünden atlayıp Meyhaneler Devri derim. Meyhane dediğim, hani şu Ramiz-Kenan flashbacklerinde gördüğümüz, içinde sanat müziği söylenen ve rakı içilen mekan. Gazino da olabilir adı, ama janjanlı ışıklar ve assolist kıyafetleri olmasa da olur. Hatta olmasın. Şakşak olmasın, göbek atma olmasın (Bir "Mazi Kalbimde Yaradır" tangosu ötesine geçmesin danslar), tef olmasın, yar saçların lüle lüle olmasın, ayva çiçek açmasın, yaz gelmesin.

Kış olsun meyhanede hep, içeri giren herkes rakının buzuyla ısınsın.

Mesela ben istiyorum ki mezesi güzel, rakısı güzel, kafası güzel bir yer olsun ve Dilek Türkan söylesin bir köşede "kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem". Bu bir konser olmasın ama canlı canlı olsun; öyle kablodan, hoparlörden değil. Dijitallik aşkı öldürmesin.

İstiyorum, olmaz mı?


Meseret'in eski haline döneceği umuduyla

(Kasım 2010, İstanbul)

İlgililere Yanıttır

Artık duyulsun ve kimse bana bir daha sormasın bu oooon günlük bayram tatilinde ne yaptığımı diye, işte dünya aleme ilan ediyorum:

Evet İstanbul'dayım bayramda. İşte abi, kardeş ameliyat olacak falan filan işler. Yoo arife de çalışmıyoruz. Evet aslında tertemiz on günlük tatil; evet. Of ya!
Kimle gideyim ulan tatile, İstanbul'dayım işte!

Dünyanın En Önemli Haftasonu

Bu haftaki mesaimizin altıncı günü, Cuma akşamı Ortaköy-Yeşilköy trafiği ile, birkaç saat erken başladı. Otele kuaförün kapanma saatinde girip adımı söylemeden "kuföre haber verin" dedim hemen "5 dakikaya geliyorum." O kadar bitap durumdaydım ki, o kadar olur. Normalin üstünde düzgün görünmek gereken iki günün öncesinde saçımı bile yıkayamamıştım.

Kuföre koşuş, Converse'leri çıkarıp topukluları giyiş, yemeğe iniş. İşte düzgündüm, gülümserdim, parasını vermediğim güzel ve sıkıcı bir yemeğin eşiğindeydim, yüzüme yapıştırdığım bir gülümseme ile...

Friends'te bir "work laugh" bölümü vardır, Monica'nın Chandler'ın patronu için geliştirdiği gülme efektine takar kafayı. O var oysa, daha da çoğu var, "work smile". Yüzünüzde direktörünüzü gördüğünüz zaman, bakanlık yetkilileriyle yemeğin öncesinde veya 250 tane doktoru karşılarken oluşan korprıt gülümsemedir work smile. Aynanın karşısına gidip hayal edin bu dediklerimi, sonra kendi work smile'ınızı bana betimleyin.

Yemeğe oturduk hocalar, biz, bizim ufaklıklar ve bize vermedikleri onayların peşinden aylarca koştuğumuz halde bize "bizim size onay vermemiz gerekiyor değil mi?" diye soran bakanlık yetkilileri. Yetki.lileri, ikişer parmak havada tırnak işareti yaparken, yetki, yetki... Tekrarladığım yetki içimde anlamını kaybederken lokmamı yutmuşum, arkadaşım sırtıma vurunca kendime geldim.

Gece uzundu, salonu kontrol etmemiz ve ertesi günün angarya işlerini yapmamız gerekiyordu; ICAMES'te de yaptığımız ve lokallere delege edemediğimiz için -delege edilecek lokal bulamadığımız için- yaptığımız ama küfrederken bile inanılmaz zevk aldığımız işler gibi ama tam da öyle değil gibi... Sonra yattık, sabah 06:30'da "koğuş kalk!"mak üzere. Uykuya dalarken dostların ve normal insanların Asmalı'ya aktığını düşündüm. İşte bunun için küfrettim, ve uyudum.

Sabah kalktım, otel kahvaltısı, ikinci çay lüksü, sonra salon. Sonra tüm gün koşturmaca, gözetmenlik, fotoğrafçılık, goygoyculuk. Ama yaptık, bitti, güzel de oldu, dağıldık, bana ve topuklarıma onlarca saat gibi gelen trafikte heba zaman diliminde, yolda "sevdan bir ateş"i dinleyip "ne kadar çirkin sesler bunlar, ne kötü vokaller bunlar" diye diye çıldırmış gibi başa sardım (hatta dur gene dinleyeyim hatta siz de dinleyin) ve birilerini görmeye gittim, azıcık nefes aldım, eve döndüm, uyudum.

10 saat artı biraz daha snooze tuşu, yatak keyfi, 11 saate tamamlanıp kalktım. Sıkıntılı bir gün, artık -teşbihte hata olmaz- pity sex'e dönüşmeye başlayan saadetler, dünyanın en sıkıcı adamıyla başbaşa saatler. Ama yer okulum ya, işte bu ya. Veletler vardı etrafta; işte pazar gününü piknik yaparak geçiren eski Boğaziçililer! Ve onların kendi göbek bağlarını örten çimlerde koşturan veletleri!

Boğaziçi, çocukların kedi sevdiği yer. Boğaziçi gibi bir yerde çocukluk geçiren insan korkar mı kediden, köpekten ömür boyu? Korkmaz. Biz ön bahçeyle arka bahçe arasında koştururken kertenkeleden korkmamayı nasıl öğrendiysek ve nasıl da anlamıyorsak minicik kertenkele görünce çığlıklar atan insanları... Nasıl güvercinli parkta yem atarken kuşlara -doğayla dostluğun simgesinin kuşların elimizden yem yemesi olduğu zamanlardı- güvercinlere yaklaşmayı öğrendiysek ve nasıl da anlamıyorsak Friends'te Rachel güvercin görüp çığlık atarken "abi ben evden kaçar, kapıları kilitlerim" diyen insanları... İşte öyle korkmaz o çocuk da kediden, öyle bağışıklık kazanmıştır vücuda küçükken aldığı az dozda doğaya karşı.

Sonra döndüm, önümde adabıyla süslenmiş bir gelin arabası yolda durdu; çünkü yolda durabilirdi çünkü şöförü dünyanın en önemli insanıydı o an, dünyanın en önemli insanı kuaföre girdi, dünyanın en önemli sevgilisiyle -ki adabıyla süslenmişti- öpüştü ve onu elinden tutup arabaya doğru götürdü...

Sonra aynı yolu tekrar döndüm; uyukladım, Tos'la tepiştim, bilgisayara boş boş baktım. Bilgisayara boş boş bakarken de bloga gelen spam yorumları sildim, "japanese high school girls, asian nude girls, drunk girl fucking at college party". Neden blog yorumlarına onay istediğimi konuşmuştuk önceki gece de, işte bundan ulan! Buncacık bir blogken böyle oluyorsa ilerde ne olacaktı kim bilir ve ben sonradan götü kalkmış gibi yorumlara onay istemi koyacağıma baştan almıştım bu tedbiri. Hoş bir şey değil gerçi onay bekleyen 1 yorumun spam olduğunu görmek; sabahın köründe veya gecenin sarhoş olma saatinde Garanti'den gelen mesaj gibi. Olmayan kazanımların boşa gittiği hissiyatı.

Sonra yine Şirinler Köyü; karnımızı doyurduk, beynimizi doyurduk, yarılarak güldük bir şeylere ve Moris'in bir son gününde daha ilk veda muhabbetlerini yad ettik, sonra ben bilgisayar başına oturdum. Yine boş boş bakıyor olabilirim bilgisayara ama bu sefer ellerim klavyede.



Bu yazının bu haftasonunun özeti benim için, aslında, sadece, eskiden olsa kalbimin bırak takla atmayı parendeler, saltolar içinde kalacağı birtakım bakışların ve gülüşlerin beni teğet geçmesi. Neredeyse tüm soluklarını neden benim yanımda aldığını sorgulamak gelmedi aklıma. Sanırım fönle birlikte tüm kırıntılar da uçup gitti benden. Yani, ben 25 lirayı bir föne vermeyecek olabilirim normalde ama bu sefer ekmeğini yedik gibi.

Olay boşluğun dayanılmaz hafifliğiymiş meğer.

"Olay bırakmak kendini boşluğa"



(05-07 Kasım 2010, çoğunlukla Yeşilköy)

CONS


O kadar bağlanma kafasında görüyorum ki kendimi bazen, yarın öbür gün tek gecelik ilişkilere başlasam (tahtaya vur) o zaman da tek gecelik ilişki bağımlısı* olurum, bi paradoks yaratırım, dünya içine büzüşür falan gibi endişelerim oluyor. Evet.





*CONS: Committed to One Night Stands

Özgür Kız

Açık ilişkidesin; açık dediysek geniş mezhepli, her dakika beraber olma gereği hissetmeyen, anlayışlı, özgür cinsten. İcabında belirli günlerin ve haftaların başkalarının yanında geçer, sorun olmaz. Arkadaşlarınla sarmaş dolaşsın, bekar olsan yaptıklarını kimsenin yadırgamayacağı kadar hareket serbestin var.

Bekar olsan kimsenin yadırgamayacağı kadar...

İyi de, kafan özgür değil ki be kızım?! Yüz yıl önce olmuş bitmiş muhabbetlerin kinini tutan, sana vaktiyle yazdı diye bir adamla aynı havayı soluyamayan sensin. İkilik yaratmamak için nefesini tutmak şöyle dursun, icabında köşesine çekilip senden olmayanları tahtaya yazan da sensin.

Açıkfikirliliğine ne oldu bilmiyorum ama, o burun kıvırdığın adam senden pekala daha dürüst diyebiliriz bu durumda, dimi kızım?

Bir Aftırvörkparti Anısı


Kalkıp Supper Club'a gittik iş çıkışı; burnumuzun dibi ya, aftırvörkpartiyi bahane edip bi bira içelim bari diye. Bu aralar oturup muhabbet edemiyoruz, işler güçler ile, bazı şeylerin eskisi gibi olmayışı engel oluyor bize.

Bazı şeyler, bazı ilişkiler, bazı öncelikler eskisi gibi değil. Bazı hikayeler de.
Bazı hikayeler artık yok.

Bir bira, iki bira; uzun uzun birileri bir şeyler anlatıyor, eğleniyorum. Yorum yapıyorum, kendi başıma sürecek merhemim varmış gibi sanki.

Tam bu noktada arkadaşların ebeveynleşmesi sendromu yaşıyoruz. Ailelerin, ahiret soruları tabir edilen "ne zaman evleniyorsunuz?" ve evlendikten hemen sonra da "çocuk ne zaman çocuk?" soruları gibi, arkadaşlar da dönüp soruyorlar: "Eee, sen anlat, yok mu bir şeyler?"

Ulan sen üç yıl bekar gezdin, ben sana sordum mu böyle soru? Hem belki benim anlatacak hiçbir şeyim yok? Eveeet, Vec'in deyimiyle bir love interestim bile yok. Lakin, "kalbim boş" yanıtım tatmin etmiyor kız-gibi-kız arkadaşlarımı. Tevekkeli değil sıkılıyorlar artık benden; hiç malzeme vermiyorum ki onlara! Dedikodu malzemesi olmayışım canımı sıkıyor bir yerde. Uzaklaşıyorum o zaten hiçbir zaman çok içinde olamadığım kafalardan...

Etrafa bakıyorum. Kocaman bir adam, yanındaki ne idüğü belirli kadının omzuna elini atıp çıkarıyor dışarı. Adam kafasıyla selam veriyor bize, kadın yakından el sallama hareketi yapıyor; dirsek vücuda yapışık, bilekten hareket. "Acaba bunlar nereye gidiyor?" diye düşünüyorum. Çok düşünmek çocukların zihinsel gelişimine yol açacak sahnelere neden olacak, boşveriyorum. Kafamı çeviriyorum, sevimliden bir adam karşımda. Güzel bakıyor, güzel gülüyor. Dışarıdan nasıl göründüğümü merak ediyorum. Sonra muhabbette kayboluyorum bir süre, kendime geldiğimde adam arkadaşıyla yer değiştirmiş, benim olduğum tarafa sırtımı dönmüş oluyor. Ve muz kabuğu.

Arkadaşlarım benim için üzülmeye devam ediyorlar sanki, "sen" diyorlar, "biraz zorlasan, aslında kafanızın uyuştuğu adamlar var..." Özellikle biri varmış mesela. Nasıl olmaz desem, neresinden anlatsam? Evet kafamız uyuşuyor diyorum, benim erkek tarafımla onun kafası çok uyuşuyor, doğru. Benim bir de başımın belası kız tarafım var, beni ürkütürcesine duygusal, kıskanç, tripcan bir yanım bu. Dört yanım akıllı, bir yanım deli misali... İşte tam da bu yüzden olmaz, bunu yine konuşurken fark ediyorum.

Safça inanmam belki ama ihtimal veririm yine de kişinin iddia ettiği gibi olmayacağına hayat boyu. Bir günden diğerine değişiyor insanın ruh hali; aşk dediğinse bir dakikalık iş. Doğru yer, doğru zaman, doğru kişi; bir çatlağa bakar, sızıverilir içeri. Her şey olur... ama her şey olmaz. Bu kadar çok dinlerken, bilirken olmaz. Dedim ya, benim erkek kafam o kanka naber diye gelip kendini koltuğa atan. Kız tarafım kalk gidelim diyecek bir yerde, bana başka kızları anlatma artık diyecek, benimle ilgilen, beni ara, beni yaz diyecek. Kendisiyle ilgili bir iz isteyecek adamda.

Zannediliyor ki güvenmediğimden, değişmez sandığımdan... Hiç de değil. Tanıdığım adama güveniyorumdur ben zaten, kendimi yiyip bitirmedim şimdiye kadar, ne haltlar yiyor olabileceğini düşünerek. Karşılıklı bir kayıp bu, neden harap edeyim kendimi şüpheler uğruna?

Güvensizlik değil, yok, o değil. Bir aftırvörkpartide uzaktan gördüğüm, hakkında hiçbir şey bilmediğim adama güvenmem bekleniyorsa, allah için ondan daha kolay güveneceğim çok tanıdığım var dünyada.


(04-05 Kasım 2010, İstanbul)

your own personal Şirinler Köyü

"Bir insana taktın mıydı, reply all'u bile kasıtlı olarak unuttuğunu düşünürsün."


Hepsi birbirine benzeyen, hiçbiri birbirine benzemeyen bir sürü karakter. Herkes farklı, herkes eşit. Renkleri? Ziyadesiyle turuncu.

Biri var Bilge Şirin; kerameti kendinden menkul gibi görünür ama yoktur öyle bir iddiası da... Neşeliyken pek neşeli, bozuksa ondan bozuğu yok. Adamı da fena bozar ha! Temas sever, kedisever, insanı gerektiği kadar sever veya gerektiği kadar insansever, ama sevdiklerini pek sever. Annesinin gülü, pek tatlı, adeta bir gündüzuykusu.

Biri, somurtkan şirin; kendisi öyle değil de, hayat yormuş onu. Kafasındaki sıradışı tilkiler ufak ufak karelerle hücrelere hapsolmuş, e haliyle değmiyor hiçbirinin kuyruğu birbirine. Keyfi yerindeyken pek hoşsohbet, usta ortaoyuncu, zamanı olsa iyi de yazar olacak ama, işte... Kaçıp gidecek buralardan, pek de iyi olacak (bi de, saçları iyi böyle).

Diğer biri gözlüklü şirin, ama gözlüksüzünden. Ona bütün algılar, bütün ağlar açık. Bilgiliden alır, bilgisize verir; bağlantıları paylaşır durur deli gibi. "İçimizdeki Şirin" o, o etraftayken kilo alır herkes ama gidince de özler işte. İstese meyveli yoğurt da yer, portakal suyu da içer ama uğraşamıyor ki ablası.

Sakat şirin, pek melek yüzlü, isterse çok açık sözlüdür. Gerekirse koşabildiği rivayet edilir ama o hep yavaş (belki de doğrusu bu?) Kaliteli müzik ondan sorulur, kalitesiz müzik için cevap daha kolay alınır; ondan iyi coşturan yoktur hala eller havaya dedin miydi...

"Şirin çıplak!" ama kendini aynada görene kadar çıplak. Pek bir şey anlaşılmaz söylediğinden, karmaşık olduğundan değil de çok hızlı söylediğinden. Politik şirin, gerçekte sürekli öğrenci, hayallerde daimi stajyer. Suyunu çıkarır, dibini sever, inat eder e ama "o öyle bilir abi!"

Köy dışındakileri en bi çok düşünen, haber veren, toplayan zengin şirindir, maldan mülkten ziyade gönlü zengin kabilinden... Eğlenceli, güleryüzlü, dikkatli; bazen diker bakışlarını anlamak için karşısındakini, eğer çok dikkatli bakmıyorsa birazdan oturduğu yerde, kafasını eline dayamış uyuyakalacak demek ki.

Şirine, ah o olmazsa olmaz. Dişiliğinden değil ama farklı bir boyutta o, çok sever, pek beğenmez. Müşkülpesenttir. Sıkılır bazen, kaçakaçagider; açıkça da söyleyip dikkat çeker hem. Köyün tek dişisi değildir, öyle boncuk da dağıtmaz kimseye. Aa, ama peşinden gidilsin ister. Gidilir de. Lafı dinlenir şirinenin, ama asıl söylemediklerinin dinlenmesi pek seyirliktir.
*
Konuşkan şirin var sonra, hızlı konuşkan şirindir asıl adı da, şirin dilinde kısaltılmış söylene söylene. İki kişi olmasa pek işi yok gibi köyde, hep pamuk ipliğine bağlı gibi, gölge olmayı tercih etmiş gibi, öyle. Güzel müziklerle yaşar, güzel bakar dünyanın objektifinden, kafalı kızdır... o kadar işte.

Uykucu şirin sevdiğini gösterir, gelir sokulur insana... tabi uyanıksa. Halının üstünde, kanepede, minderde uyuyuverir bakarsınız; uyumadığını iddia ederek uyuyanlardandır hem de. Çizgiroman tutkunudur, düzyazı okumuş mudur dergiden beri, bilinmezZzZ...

İhtiyar şirin vardır bir de; bilge olan değil, diğeri. Kapalı kutu, dumanlı adam, her şeyi sır. İçindeki hiçbir şirini birbiriyle paylaşmak istemez, sevdiğini de göstermek istemez... Yersen. Çokla da azla da yaşamıştır, sıkıntı sevmez ama maddiden çok manevi. Beklenen zamanlarda olmayabilir ama beklenmedik anlarda orada olup tutunur yerine, sıkıysa indir, üç nokta.
*
Burası Şirinler Köyü: Geçiş serbest, giriş yasak.


(Ekim ~ Kasım 2010, İstanbul)

Babanı da sevmezdim remix!

Remix sözcüğünü Céline Dion'un "My heart will go on" şarkısından öğrenmiş olabilirim. Zira ortaokulda filandık, o dönemden önce yabancı müzikle öyle pek alakadar olmamıştım, yerlilerimizin remix denen olguyla tanışıklığı henüz başlamamıştı. Dolayısıyla evet, ortaokul zamanı olmalı... Bir gün my heart will go on çaldı bir yerde ama hızlı hızlı... "Remix bu" dediler. O zaman dedim, ben remix sevmiyorum.

Remix'i şarkının dımdımtıss halinden ibaret sandığımız yıllardı. Sonra teknoloji ilerledi, bizim vaktiyle sevmiyoruz dediğimiz remix başlıbaşına bir genre oldu neredeyse. Şimdilerde hiçbir şarkıyı "normal" dinlemek mümkün değil.

Pakize Suda'nın kitabında okuduğumu hatırladığım (yamuluyorsam düzeltin) bir ifade vardı patchwork ile ilgili. "Patchwork" diyordu Suda, "atılmak üzere kenara ayrılmış kumaşların, üstünde birçok saat ve bir sürü emek harcanarak daha da atılması gerekir hale getirilmesi işidir." Ben bu açıklamaya çok gülmüştüm, annem hiç katılmamıştı. Eh, ben katılmadığım şeye de gülerim; bir şeyin şukusunu vermem için illa ki aynı fikirde olmam gerekmez.

Pakize hanım birkaç ay önce Harbiye'deki askeri müzede düzenlenen patchwork sergisini görse istisnaların kaideyi bozacağına kanaat getirirdi eminim. Demek ki her laf her duruma uyarlanamıyormuş...

Şimdi ben de her duruma uyarlanamayan bir laf edeceğim:

"Remix, dinlenmemesinin insanlık namına daha iyi olacağı şarkıların, üstlerinde birçok saat ve bir sürü emek harcanarak daha da dinlenemez hale getirilmesi işidir."

Tiga'nın Shoes şarkısının kulak tırmalamayan bir versiyonunu bulmak için o kadar çok uğraştım ki bugün remix çöplüğü arasında, bu yazıyı yazmak farz oldu.

Sonunda da radio edit'te karar kıldık gene, merak eden varsa.

(04 Kasım 2010, İstanbul)

thinking on you in the final throw

birden yüksek sesle "ben bu adamı istiyorum" dersin, tonlaman "ben bu adamı istiyormuşum!" der gibidir. afallarsın. şaşırırsın fark ettiğine / şimdiye kadar fark etmediğine.

hiçbir yasak elma ısırılmamış gibi olmaz sonradan. ve sen sadece ısırmak istiyorsundur onu, alıp eve götürmek değil. öyle değil.

sonra o ısırdığın yerden sararacağını, çürüyeceğini bilerek istiyorsundur. oysa... öldür kendini, daha iyi.

suçluluk... ve yapacak bir şey yoktur, ev boştur; dünya yıkılmış, komşular hiçbir şey fark etmemiştir. kendine okkalı bir küfür sallayıp sağına döner ve uyursun.
(03-04 Kasım 2010, İstanbul)

Bir yıl geciktin be müdür!

Bugün bi toplantı düştü takvimime ve ben öylece baktım. Sonra güldüm kıs kıs. Neye güldüğümü sordular, aklıma bi fıkra geldi dedim. Sonra Rize fıkrasını düşündüm. Yine güldüm kıs kıs.

Şimdi bana çok eski gibi gelen bir zamanda, bir sürü, bir sürü insanın arasında yan yana düşmüştü isimlerimiz bir kere daha. Aklım çıkmıştı, kalkıp dolaşmıştım ofiste heyecanla. Halimi bilen iki kadına büyük harflerle, 25+ fontlarla bir şeyler yazmıştım.

Şimdi ise başbaşayız toplantı isteğinde. Bir sen, bir ben, bir de müdür. O müdür ki toplantıyı ayarlayan, ne diyeyim; bir yıl geciktin be müdür!


(03 Kasım 2010, Ortaköy)

kalbinin cephesi kadifeden

metus'a teşekkürler...

"Onun zayıfları tutmaya olan eğilimi sonradan gelişmiş değil, doğuştan. Futbol maçı seyrederken bile dayanamıyor, gidip kaybeden takımı tutuyor. Elinde değil. Kalbinin cephesi kadifeden. Bir de isim verdim bu karaktere: Yunus. Kimi insan Yunus gibidir, doğuştan haksızlığa gelemez. Sadece kendisine yapılana değil, bir başkasının uğradığı haksızlıklara da. Cız eder içi, burnunun direği titrer. Kavga görse bir koşu ayırmaya gayret eder. Kimi insan eldivensiz dokunur dünyaya. Sırf bu yüzden diken daha çok kanatır, ateş daha çok yakar."

Kıyıda köşede kalmış şeyleri sevdiğimi söylerdi eski sevgilim. Kara kediler. Brokoli. Koala. Schöller'in yoğurtlu dondurması (bunu okulda bir tek ben tüketiyordum).

Bir şeyi biri istemezse, benim isteyeceğim ya da en azından ona sempati duyacağım kesin gibiydi.


Kavga görsem ayırmayabilirim bak :) Hatta olsa da izlesek demişimdir onca kez. Ama başkasının uğradığı haksızlıklar için -gereksiz yere belki- sivrilmişliğim çoktur. Kötü anlamda sivrilmişliğim tabi, dilimi tutamayıp. Diken gibi.

Benim nasır olacağını sandığım şey, kadife miymiş meğer? Keşke kendimi, kalbimi Elif Şafak kadar romantik betimleyebilseydim...



(03 Kasım 2010, İstanbul)

Yazının tümü için buraya.

Ye Dua Et Sev Evlen Çocuk Doğur Öl

"Ye Dua Et Evlen" diye bir kitap gördüm yeni çıkanlar arasında, bildiniz mi, "Ye Dua Et Sev"in devamıymış.

Sex and the City'yi yerden yere vuran ama bunu seven kitle var ya; işte onları pek samimiyetsiz buluyorum, yalan değil. Bir hayat tarzıysa kakalanmaya çalışılan, e iki taraf da yapıyor bunu (ayrıca bunu Apple da yapıyor ama hepiniz iPod kullanıyorsunuz yine de, yalan mı?) Bir tanesi Javier Bardem'e, Ferrarisini Satan Bilge kafalarına, kişisel gelişim/otokontrol şekillerine oynuyor; diğeri kadınsal ilişki triplerine.

Hangisi daha samimi allaseniz?

Ye Dua Et Sev'in konusunu okuyup fragmanını izledim. Filme gitmedim (anneyi götüreyim diyordum ama kardeşten ağır veto yiyince kaldı). Film nasıldı diye sordum giden bir arkadaşıma, "valla bilmiyorum ama o kadar çok şarap içtiler ki bizim de canımız istedi" diye cevap verdi. Özeti bu yani. Başrolde "Acılı bir boşanmanın ardından toparlanmak için İtalya'ya, Hindistan'a, oradan da Bali'ye giden bir kadın..." Allah herkese böyle boşanma nasip etsin. Sonracıma efendim bilmemkimle çıkmaya başlamış da mürit olmuş, o manastırda bu manastırda kalmış, kendini veya hayatın anlamını keşfetmiş, mutluluğun resmini çizmiş ya da artık her neyse... Ee, bize söyledin mi ne keşfettiğini? Yok. Ah, bayılıyorum bu konusuz konulara!

Sevmiyorum arkadaş, kişisel gelişimli, kendini bulmalı kitapları sevmiyorum. Reikinin beni şimdiye kadar inanmadığım şeylere inandıracağına, pozitif düşünceyi kuantum kitapları hatmederek hayatıma sokacağıma inanmıyorum. Metal bıçakla marul kestiğimizde vitamininin kaybolacağına inanırım bir tek ben. Gerisi fasafiso.

Asıl şaşırdığım konuysa bu kitap çok okundu diye hemen evlilik kafalı bir devam kitabı yazmak. Ya, bırakın kadın hayatını yaşasın lan?! Neden hemen everiyoruz bi önceki boşanmanın acısı geçsin diye dünyayı gezen kadını?

Vallahi içim sıkılıyor. Bence siz bunu bırakıp Tibet'te Yedi Yıl'ı izleyin. İyidir.

(03 Kasım 2010, İstanbul)

Salad Fingers

Pek sezaryen bi videolar dizisi olan Salad Fingers'ın bir bölümü...



Bizi bu karakterle tanıştırıp gerim gerim gerdiği için Derin'e teşekkürler.

Ters!

Adamların yolları, paraları, aksanları, ölçü birimleri, prizleri... hatta otobüs durakları bile ters!

Tüm dünyanın bu herbişeyiters memlekete göre saat ayarlaması nasıl bir ironidir?



bellatrix's dilemma

Öğle tatilinde porno film muhabbeti çevirmek
küçük bir hamle
veya
büyük bir hata
olabilir.

Amaaan, neyse.

Ode to eski sevgili

_ Naber kuzen? Aa pardon yaa, artık kuzen değilsin sen.

Eminim kuzenin "abi direkt kuzen deseydin daha normal olurdu" deyişi sana yetmiştir ama, yok, bana yetmedi. Bu mizanseni kurguladığın ve bu repliği yarattığın için bu yazdıklarımı hak ettin eski sevgili.

Bak şimdi; benim için hiç anlamı olmayan o fotoğraf salonumuzun orta yerinde duruyor. Hiçbir zaman "yak bütün fotoğrafları / ona ait bütün eşyaları" insanı olmadım, o yüzden kuzenime bir fotoğraf hediye etmene diyeceğim yok. Kuzenimle kahve içmene de tabi ki diyeceğim yok. Hatta genel olarak hiçbir şeye diyeceğim yok; her şey alabildiğine normal, rayına oturdu artık... diyordum, ta ki yukarıdaki cümleyi duyana dek. Benim kulağıma geleceğini bilerek sarf ettiğinden adım gibi eminim.

Fırsat olursa bunları yüzüne de söyleyecek olmanın rahatlığıyla diyorum ki: Kasıtsız kompozisyon sensin, simgesel öğeler de sana girsin.



Rebel Moves'dan benim için geliyor: Oh be!
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!