Üniversiteden çok yakın bir arkadaşım vardır, Sinem. Tarihçidir kendisi, ilk ve tek tercihi olan Boğaziçi Tarih'te lisanslamalara doyamamış, profesörlük yolunda ilerlemektedir.
İkinci sınuftaydık sanırım, Sinem'in zorunlu Osmanlıca dersleri başladı. Tarihten birtakım dile düşmüş şahıslara gün doğdu; Yaprak Dökümü'ndeki Güven Hokna misali ahlayıp oflamalarına bir avuç entellik katabileceklerdi. Kısık bir sesle "dün gece odada türk sanat müziği koydum, bir sigara yaktım ve Osmanlıca çalıştım" deme fırsatı doğdu kızlara, saten sabahlıklarıyla dormda salınırken görüldüler Osmanlıca sarhoşluğuyla.
Bizim kara masanın üzerinde ise birtakım eciş bücüş yazılarla dolu kağıtlar türedi. Osmanlıca, okunurken en az Bülent Ersoy Türkçesi kadar anlaşılabilse de yazılınca bildiğin Kuran oluyor. Yazılma döneminde ama henüz, vahyi kağıda dökme döneminde saçım saçım kağıtlar filan...
"Ne yazıyor bunlarda allasen?" dedim Sinem'e bir gün. Okudu, işte sevimli tavşan ormanda hoplamış zıplamış efendim de Dede Korkut boy boylamış, soy soylamış, top toplamış. Üstüme iyilik sağlık, biz de neredeyse üç kere öpüp elinden, saygı babında yukarılara bir yerlere yerleştirecektik; meğer Cin Ali seviyesindeymiş yazanlar.
bu da gazeteymiş mesela
Geçenlerde bir Beirut şarkısının sözleri çıktı karşıma bir yerde. Aşağıdaki sözlerdi, anlamadım önce, çünkü Beirut'u sözlere dikkat ederek dinlemem hiç. "Breathtaking" sözcüğünü okuyana kadar bir şey ifade etmedi. Sonra baştan okudum, ulan dedim ne saçmaymış, sözlerine bak şarkının :)
Aslında birçok söz de böyle, onu fark ettim sonra. Çok kutsal zannettiğimiz, büyük anlamlar atfettiğimiz Osmanlıca yazılar gibi aynı... Birinden sevimli bir tavşan çıkıyor, birinden yorgun bir köpek.
Dede Korkut esprisi Engin Ardıç'a aittir efendim.
(Kasım 2010, İstanbul)
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder