Temsili resim (Tos çok daha güzel)
(25 Ağustos 2010, of ki ne of - İstanbul)
Bunlar kafamda dönüp durur ve kuzen yan koltukta uyuklarken boş durmayıp blogumun yarattığı çokkullanıcılıblog hissiyatını haklı çıkarırcasına çalıştım. Sonra kuzen uyandı; uzun zamandır televizyonda yayımlanmadığı için çok özleyip aldığım Beetlejuice'u izlemeye karar verdik.
Sahi, ne oldu o filmler? Bir ara Beetlejuice bıktırırcasına yayınlanırdı, Yırtık Rahibe, Maverick, Problem Çocuk (bunu özlemesem de) da öyle. Geleceğe Dönüş'lerin star tv dublajlarına nasıl alıştıysak, tüm bu filmlerin repliklerini ezberden tekrarlardık her yayınlanışında -illa ki- izlerken...
Şimdi maça ası kimseye bir şey ifade etmiyor oysa ki.
***
Beetlejuice'u izlemeyeli çok olduysa, lütfen izleyin. Allahım o Michael Keaton'ı izlemek için, Batman olabilen bir adamın başka ne olabileceğini görmek için bile izleyin tekrar. Böyle güzel bir zamanda takın ama filmi, mesela saat sekiz buçukta tamam mı ve o bitince, kafanız da güzelken dayanamayıp Charlie and the Chocolate Factory izleyin; her sahnesine, her kafaya ayrı şaşırarak, daha önce nasıl olup da izlemediğinize şaşırın bir de, o kadar coşun ki dayanamayıp paylaşın bunu.
Ne demiş Yiğit Özgür, şu hayatta bir Akina Temizhava, bir Frensis Ford Hoppalahey, bir de Timbör Tın olmak isterdik. Tim Burton'la arkadaş olmak tamam ama öylesine karşılaşmayı gerçekten istemeyebilirdim; ne soracağımı bilemeden çak bi beşlik! yapar geçerdim herhalde... Ne sorulur, ne söylenir ki bu adama?
***
Üstüne bir de While You Were Sleeping çektim, evde tam uyku havasıydı, öğlene kadar uyudum. Kalktık, demli çayla kahvaltı ettik sonra geniş geniş, biraz daha havalara baktık... Aile saadeti için evden çıkmadan önce fark ettim ki, 24 saattir evdeyim. Uzun zamandır yapamadığım gibi.
Aslında adaya gitmek istiyordum bu haftasonu ama, çoğu okulumda geçen sakin ve mutlu bir gecenin ardından böyle evcilleşmek, çok daha güzel oldu sanki.
Dimi lan tilki? Sen anlarsın bu işlerden...
Bir şeyi konuşmadan halledebilen biri olmadım hiç, yazmak da beni kesmiyor yanıtını almadığım için; kendi kendimi öfkelendirip, dindirip, tekrar alevlendiriyorum. Çok romantik de olsa, anka kuşu bile sıkılır aynı ritüelden.
Konuşmadığımda yazarım ya ben ekseri... Şu an yazacak hiçbir şeyim yok. Mutlu muyum? Hayır, benim için bir şey değişmedi, hala üzgünüm, canım çok acıyor. Ama hafifledim. Yapabileceğim her şeyi yapmış olmanın iç huzurunu hissediyorum.Sonra benim çok uykum geldi; şöyle dolaşa dolaşa meydana çıktık ("meydana çıkmak" da ilginçmiş; manzaradan meydana çıkan birinin önce başı, sonra gövdesi meydana çıkar, diyebilir miyiz?), ben dayanamıyorum yatıyorum ahanda buraya dedim. Anneme bir bank bulup eline Küçük Kara Balık'ı verdik, kardeşle uzandık çimlere, ben yüzükoyun, o sırtüstü. Ben sırtüstü uyuyamam ki!
Üstümde karıncalar gezdi, hissettim. Giysilerimin içine girerler mi diye, çok fena çim izi olacak her yerim diye, elbisem leke olur mu diye hiç düşünmedim. Bir kitap okuma süresi boyunca, sadece gördüğüm beyazlığın ne olduğunu düşündüm, birisi teee ağacın tepesine dilek çaputu mu tutturmuştu, yoksa o bir uçurtma mıydı?
Düşünmeden uyukladım sonra. Bebek gibi uyumadığıma eminim, hatta o anki komşum kedi gibi uyumadığıma da eminim ama o kadar saatlerce-uyumuşçasına kalktım ki!
Gödekoğlu bana "ENSO milliyetçisi" derdi eskiden. İnkar edemem, bazı şeylere ve bazı kişilere çok fazla bağlanıyorum. Söylediği doğrudur, ya da o dönem için doğruydu ama, eksik. Boğaziçi milliyetçisiyimdir ben, şimdilerde ENSO sempatizanı olabilirim. Mesela Boğaziçi'nin çimleri varken Bilgi'ye filan gitmeye özenen Boğaziçililere hep şaşırmışımdır. Okulu hiç özlemeyen (ama böyle güneyde karnaval olan piyasa zamanlarını değil sadece, üç-beş kişinin dolandığı çok tenha zamanlarını da), alternatif çimlerde bir yatalım demeyen, orada burada fotoğraf çeksin / çektirsin istemeyen, Taşoda'ya gitmeyen hatta güney yurdun altından gelen müzikten her daim rahatsız olan adam bana garip gelir.
Tanuj 1. Erkek'te kalırken her sabah -ama her sabah- kalkıp pencereyi açıp, önünde birkaç dakika geçirdiğini anlatmıştı, hiç unutmam. Benim için Boğaziçi, Tanuj'un bunu anlatırken yüzünde beliren mest olma ifadesidir.
(15 Ağustos 2010, Boğaziçi)
Pek kıymetli izin günlerimizi olabildiğince verimli kullanmak adına, bir toplantı sonrasını haftasonuna bağladık ve Bozcaada'ya gitmeye karar verdik. Çeşme'deki iş tayfası kalabalığını -ki o kadar insanı bu kadar idare edebilmek de oldukça başarılıydı, herkes mutlu ayrıldı- ardımızda bırakıp "niş grup" olarak yola çıktık. İçimizden daha önce Bozcaada'ya giden bir kişi olduğu için onun pansiyon tercihine güvenerek ve herhalde biraz da kendimiz aramaya üşendiğimizden olacak; Rengigül Pansiyon'da yer ayırttık. Bu pansiyonu nasıl tanımlayabilirim bilemiyorum, Çeşme'de kaldığımız yerden sonra buraya pansiyon demeye de dilim varmıyor ama adı bu, yapacak bir şey yok. Retro mu desem, rüstik mi; her yerden bir şey fışkırıyordu, her şeyin fotoğrafını çekmek, her köşede kıvrılmak istedim, ferforje demirlerle ve sarmaşıklarla çevrili balkonda uyuyabilir miyim diye düşündüm (ve acaba orası kocaman yatak başlığımı veya arkadaşların yatağındaki cibinliği bırakmama yeter miydi, diye merak ettim), Viyana'ya düşmüş Japon turist gibi alsam elime makineyi, hiç bırakmayacaktım muhtemelen. Neyse ki zamanım böyle harcanmayacak kadar değerliydi ve 150 kadar fotoğrafla yetindim. Kayhan'ın makinesiyle çektiklerim de bonus olsun.
İlla lorlu reçelli kahvaltımızı edelim, sakız türevleri alışverişlerimizi yapalım, bir de ben Alaçatı Trio'mu alabileyim diye Alaçatı'ya gitmeyi de ihmal etmediğimiz için, Çeşme'den vakitlice çıkamadık ve şahane bir kazayı kılpayı atlattığımız feribota yetişme seferimizden eli boş döndük. Son feribotu beklerken akşam 9 olmuştu, arkadaşlar tüm gün araba kullanmıştı, hava çok sıcaktı ve Geyikli'de yediğimiz Çanakkale usulü salçalı tostlarımız da güzelce midemize oturmuştu; feribottan inerken en ayık iki kişi olan Kayhan önde, ben arkada tın tın ilerledik nerede olduğunu çıkaramadığımız pansiyona doğru. İlk girdiğimiz sokakta Kayhan durup, bir lokantanın sokağa atılmış masalarında yemek yiyen iki kişiye adres sormak istedi. Onların muhtemelen turist olduklarını düşünüp nerden bilecekler ki dedim pansiyonun yerini, eğer kendileri orada kalmıyorlarsa?
Kendileri kalmıyorlardı ama biliyorlardı; birkaç dakika sonra, yanından geçerken "Aa, Defne?" diye seslendiğim kızdan eşi Costa ile beraber orada yaşadıklarını ve bir otelle iki meyhane işlettikleri öğrenecektim. Geri alıyorum biraz... Şansa bakın ki, ilkokulda anneler bazında da çok görüştüğümüz bir arkadaşımın ablasıydı lokantanın önünde oturan, onu yıllardır görmemiştim. Arabayı pansiyonun önüne çekip eşyaları alelacele indirdikten sonra geri gittim yanlarına, muhabbet ettik biraz. Ben onu mimarlık okurken bırakmıştım, yüksek mimar olmasına çok az kalmış, evlenmiş ve otel işletmek üzere Bozcaada'ya yerleşmişti, yok Burgazada'ya pek gitmiyordu ama arada bir İstanbul'a annesine uğruyordu, şu hemen ilerdeki sokakta çok tatlı bir meyhaneleri vardı tavsiye ederlerdi, ayrıca yemek yedikleri yer de içeride ocağın başında, kafasında fötr şapkası ile elindeki tavayı havada sallayarak yemek yapan adamın yeriydi ve ilginç bir menüye sahipti, orada da oturmalıydık, sonracıma yeldeğirmenlerine gitmeliydik, ah Bozcaada çok güzeldi, oraya gitmekle ne iyi yapmıştık...
O bunları anlatırken ben de insanın çok sevdiği işini gücünü bırakıp, eğitimine devam etmemeye karar verip ve evlenip, hayatını Bozcaada'da sürdürmesinin nasıl bir şey olduğunu düşünüyordum. Bu nasıl bir karardı, böyle kararlar kolay verilir miydi, insan "ben burada sıkılırım" demez miydi ya da sıkılacağına dair bir şüphe aklından geçmez miydi; böyle bir hayat olur muydu, bu iş karın doyurur muydu?
Kafam karıştı biraz. Değişik bir kafa bu evlenme kafası; dedim ya son zamanlarda "işte bu!"yu bulan veya bu söylemde bulunan insanlar arttı çevremde diye. Aşk insana neler yaptırıyor diyebilir miyiz şimdi, evlenmeden önceki hayatından çok farklı bir hayat yaşayan Defne için?
Tenkit etmiyorum, asla. Tenkit etmek beğenmemek demek, belki de yemeyip yanında yatacağım bir fikrin varlığını dahi kışkışlayacak kadar kibirli veya böyle bir duygunun olmadığını iddia edecek kadar ukala olamam. Benimki bir çeşit agnostiklik olabilir, ama ilişkisel: Tartışmaya gerek yok, bilemeyiz, bekleyip karşımıza ne çıkacağını göreceğiz.
Pansiyona döndüğümde arkadaşların eşya yerleştirme bakımından pek ilerleme kaydedemediğini gördüm. Ağızları açık şekilde antreye ve salona bakıyorlardı hala. Her adımımızla gacırdayan merdivenden bize ayrılan kata çıktık; 3 oda, bir banyo ve bir de okuma odacığından oluşan minik bir evimiz vardı önümüzdeki 3 gece için! Nereye dokunsak, nerede otursak bilemedik ve sızana kadar sohbet etmek üzere giydik pijamalarımızı... Uyumamız çok uzun sürmedi, ben kendimi yatağıma taşıdığım anı çok net hatırlamıyorum.
Günde altı saat uyumaya alışmış bedenim, yerimi hiç yadırgamamama rağmen altıda uyandı. Böyle zamanlarda, fırsattanistifadekalkıpbisahileineyimci biri olmadığımdan, öbür tarafıma dönerek uyumaya devam ettim. Sabah bir gitar sesi beni uyandırdı, saat 9 filandı sanırım, bu sefer uyumak istemeyerek müziği dinledim. Sonra kalktım, bizimkiler de hafiften kıpırdanmaya başlamıştı ve Tuğçe çok açtı, ben de her şartta 15 dakika içinde acıkacağımdan, kahvaltıya indik. İşte bunu anlatamayacağım, o yüzden gördüğümüz sofranın şöyle bir şey olduğunu göstermekle yetiniyorum; ilk fotoğraftaki masaya, ikinci fotoğraftaki her şeyi yerleştirin:
Daha güneşli bir günde biraz daha deniz ve salıncak sefası, karpuz-peynir-börülce ile akşamı getirdikten sonra alelacele dışarı attık kendimizi, adanın öbür ucuna şu çok meşhur günbatımını görmeye gidecektik. Adanın öbür ucunda, yeldeğirmenlerinin olduğu yere otobüslerle getirilen insanlar kümelenmiş, tripodlar kurulmuş, adeta bir güneş tutulması beklercesine heyecan başlamıştı. Her şey iyi güzeldi de, guruba karşı bu son yamaçlarda görülecek pek de bir şey yoktu. Bozcaada'daki günbatımının bu kadar abartılmasının iki nedeni olabilir: Birincisi, hem günbatımı hem de yeldeğirmeninin karşımıza sıklıkla aynı karede çıkmaması; ikincisi, insanların ufukta batan bir güneşi hayatlarında görmemiş olmaları. Ha, bir de kafaların güzel olması olabilir tabi.
Yamacın iyice kenarında, ha düştük ha düşeceğiz bir alanda kendimize ve şaraplarımıza yer bulmaya çalışırken müziğimiz yok diye vahlandım kendi kendime. Tam o sırada Beirut duydum bir yerden, sanırım Elephant Gun idi çalan şarkı. O anki coşkumu tarif etmeme imkan yok. Okunu atmış Süper Gazi gibi müziğe doğru seyirttim, bizimkilere dedim ki "vatanımız burası, Beirut çalıyor burada!" İki genç şaraplarını portatif hoparlörlerine dayamış oturuyorlardı, seçtikleri müziğin beğenilmesine sevinerek selamımı aldılar... Orada uzunca bir süre oturduk, güneş batana ve bir tek bizim araba kalana kadar. Tripodlu tayfa ise filmin sonundaki yazıları okumadan kaçan seyirci gibi kaçmıştı güneş gözden kaybolur kaybolmaz.
Az gelir diyorduk ama şarabımız fazla bile geldi, fazlasını beirutçulara teklif ettik ama almadılar, eh ziyan etmek olmaz, nimet sonuçta...
Güneşi batırdıktan sonra merkeze dönüp, sıra sıra meyhanelerden birine oturduk ama kimse bize gel, gel! diye bağırmadan, elinde menülerle önümüze atlamadan, buyrun, terasımız var demeden...
Günbatımında şarap ve Beirut, ardından yemekte rakı ve İncesaz... Sanıyorum uzunca bir süre böyle yaşayabilirdim. Güzel güzel Candan Erçetin'e geçtik biz bir büyüğün sonuna yaklaşırken, aman doktor albümü çalıyordu, ben Kalenin Bedenleri'ni beklerken şarkı gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar'a döndü. Aaaah, söylemiş miydim, sevmiyorum ben bu kadını!!!
O kadar yazmak, içmek, dinlenmek, sevmek gerekti ki Bozcaada'da; benim o kadar zamanım olamadı bile. İşle güçle de uğraşmak zorunda kaldım, yine de şikayet edemeyeceğim ama ne zaman aklıma yapılması 'gereken' bir şey gelse, gözümün önünde bir kafenin tabelası canlanıyor hala: "Aklınıza yapılacak bir iş mi geldi? Burada 5 dakika oturun, geçer."
Pansiyondan ayrılırken arkamızdan su döktüler ve yine düştük yollara, İstanbul'a doğru son hız, ayçiçeği tarlalarının arasından, aldığımız lavantalar arabanın içinde savrulurken...
_ Lavanta kolontası dedemi hatırlatır bana hep...
_ Bana da büyükdayımı.
_ Bi kolonya vardı ya çok ünlü, neydi? Hah, Redbul kolonyası!
Çok güldük. Yine.
Hiçbir pansiyonun ziyaretçi defterinde, verdiği ilham için teşekkür eden bir yazı var mıdır?
Sanmam. Sanırım bu bir ilkti.
(09-11 Temmuz 2010, Bozcaada)
Kardelen Özge, sınıfta öğrencilere Küçük Kara Balık diye bir kitap okutuyordu; İran şahlık rejiminin muhalif yazarı Samed Behrengi'nin çocuk kitabı. Çocuk kitabı dediysem, Küçük Prens misali aslında büyüklerin okuması gereken, büyüklerin okursa anlayacağı çocuk kitabı.
Sonra o yazar yasaklı olduğu için kitaplar toplatılıp yakılıyordu okulun bahçesinde. Güzel ve çok üzücü bir sahneydi, bizim dizilerde sık rastlanmayan cinsten.
İşte tüm Mephisto'da film müzikleri karıştırırken bu kitabı gördüm kasada ve bu sahneyi hatırladım, yine yasaklanmadan -nolur nolmaz- alıp okuyayım dedim. Bugün okudum bir çırpıda, ben de kendi okulumun bahçesinde. Derim ki siz de okuyun, ne de olsa hepimiz severiz "sonunda boğulmak olsa da / benim o sularda yüzmem gerek" kafalarını, hiç icraate dökmesek bile.
(15 Ağustos 2010, Boğaziçi)
Küçük Kara Balık, Versus Yayınları