... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

In Vino Veritas*

Bir Çeşme toplantısını izinle Bozcaada'ya bağlayışımızın gecikmiş yazısını tamamlamak istiyorum artık. Çok gecikti, çünkü her düşündüğümde aklıma bir şeyler daha geldi, biraz daha uzatmak istedim, sonra okuduğumda anları kendime hatırlatabilecek bir şeyler yazacak kadar yeterli hissetmedim kendimi...

Sonunda, işte geldim burdayım!

**

Pek kıymetli izin günlerimizi olabildiğince verimli kullanmak adına, bir toplantı sonrasını haftasonuna bağladık ve Bozcaada'ya gitmeye karar verdik. Çeşme'deki iş tayfası kalabalığını -ki o kadar insanı bu kadar idare edebilmek de oldukça başarılıydı, herkes mutlu ayrıldı- ardımızda bırakıp "niş grup" olarak yola çıktık. İçimizden daha önce Bozcaada'ya giden bir kişi olduğu için onun pansiyon tercihine güvenerek ve herhalde biraz da kendimiz aramaya üşendiğimizden olacak; Rengigül Pansiyon'da yer ayırttık. Bu pansiyonu nasıl tanımlayabilirim bilemiyorum, Çeşme'de kaldığımız yerden sonra buraya pansiyon demeye de dilim varmıyor ama adı bu, yapacak bir şey yok. Retro mu desem, rüstik mi; her yerden bir şey fışkırıyordu, her şeyin fotoğrafını çekmek, her köşede kıvrılmak istedim, ferforje demirlerle ve sarmaşıklarla çevrili balkonda uyuyabilir miyim diye düşündüm (ve acaba orası kocaman yatak başlığımı veya arkadaşların yatağındaki cibinliği bırakmama yeter miydi, diye merak ettim), Viyana'ya düşmüş Japon turist gibi alsam elime makineyi, hiç bırakmayacaktım muhtemelen. Neyse ki zamanım böyle harcanmayacak kadar değerliydi ve 150 kadar fotoğrafla yetindim. Kayhan'ın makinesiyle çektiklerim de bonus olsun.

İlla lorlu reçelli kahvaltımızı edelim, sakız türevleri alışverişlerimizi yapalım, bir de ben Alaçatı Trio'mu alabileyim diye Alaçatı'ya gitmeyi de ihmal etmediğimiz için, Çeşme'den vakitlice çıkamadık ve şahane bir kazayı kılpayı atlattığımız feribota yetişme seferimizden eli boş döndük. Son feribotu beklerken akşam 9 olmuştu, arkadaşlar tüm gün araba kullanmıştı, hava çok sıcaktı ve Geyikli'de yediğimiz Çanakkale usulü salçalı tostlarımız da güzelce midemize oturmuştu; feribottan inerken en ayık iki kişi olan Kayhan önde, ben arkada tın tın ilerledik nerede olduğunu çıkaramadığımız pansiyona doğru. İlk girdiğimiz sokakta Kayhan durup, bir lokantanın sokağa atılmış masalarında yemek yiyen iki kişiye adres sormak istedi. Onların muhtemelen turist olduklarını düşünüp nerden bilecekler ki dedim pansiyonun yerini, eğer kendileri orada kalmıyorlarsa?

Kendileri kalmıyorlardı ama biliyorlardı; birkaç dakika sonra, yanından geçerken "Aa, Defne?" diye seslendiğim kızdan eşi Costa ile beraber orada yaşadıklarını ve bir otelle iki meyhane işlettikleri öğrenecektim. Geri alıyorum biraz... Şansa bakın ki, ilkokulda anneler bazında da çok görüştüğümüz bir arkadaşımın ablasıydı lokantanın önünde oturan, onu yıllardır görmemiştim. Arabayı pansiyonun önüne çekip eşyaları alelacele indirdikten sonra geri gittim yanlarına, muhabbet ettik biraz. Ben onu mimarlık okurken bırakmıştım, yüksek mimar olmasına çok az kalmış, evlenmiş ve otel işletmek üzere Bozcaada'ya yerleşmişti, yok Burgazada'ya pek gitmiyordu ama arada bir İstanbul'a annesine uğruyordu, şu hemen ilerdeki sokakta çok tatlı bir meyhaneleri vardı tavsiye ederlerdi, ayrıca yemek yedikleri yer de içeride ocağın başında, kafasında fötr şapkası ile elindeki tavayı havada sallayarak yemek yapan adamın yeriydi ve ilginç bir menüye sahipti, orada da oturmalıydık, sonracıma yeldeğirmenlerine gitmeliydik, ah Bozcaada çok güzeldi, oraya gitmekle ne iyi yapmıştık...

O bunları anlatırken ben de insanın çok sevdiği işini gücünü bırakıp, eğitimine devam etmemeye karar verip ve evlenip, hayatını Bozcaada'da sürdürmesinin nasıl bir şey olduğunu düşünüyordum. Bu nasıl bir karardı, böyle kararlar kolay verilir miydi, insan "ben burada sıkılırım" demez miydi ya da sıkılacağına dair bir şüphe aklından geçmez miydi; böyle bir hayat olur muydu, bu iş karın doyurur muydu?

Kafam karıştı biraz. Değişik bir kafa bu evlenme kafası; dedim ya son zamanlarda "işte bu!"yu bulan veya bu söylemde bulunan insanlar arttı çevremde diye. Aşk insana neler yaptırıyor diyebilir miyiz şimdi, evlenmeden önceki hayatından çok farklı bir hayat yaşayan Defne için?

Tenkit etmiyorum, asla. Tenkit etmek beğenmemek demek, belki de yemeyip yanında yatacağım bir fikrin varlığını dahi kışkışlayacak kadar kibirli veya böyle bir duygunun olmadığını iddia edecek kadar ukala olamam. Benimki bir çeşit agnostiklik olabilir, ama ilişkisel: Tartışmaya gerek yok, bilemeyiz, bekleyip karşımıza ne çıkacağını göreceğiz.

Pansiyona döndüğümde arkadaşların eşya yerleştirme bakımından pek ilerleme kaydedemediğini gördüm. Ağızları açık şekilde antreye ve salona bakıyorlardı hala. Her adımımızla gacırdayan merdivenden bize ayrılan kata çıktık; 3 oda, bir banyo ve bir de okuma odacığından oluşan minik bir evimiz vardı önümüzdeki 3 gece için! Nereye dokunsak, nerede otursak bilemedik ve sızana kadar sohbet etmek üzere giydik pijamalarımızı... Uyumamız çok uzun sürmedi, ben kendimi yatağıma taşıdığım anı çok net hatırlamıyorum.

Günde altı saat uyumaya alışmış bedenim, yerimi hiç yadırgamamama rağmen altıda uyandı. Böyle zamanlarda, fırsattanistifadekalkıpbisahileineyimci biri olmadığımdan, öbür tarafıma dönerek uyumaya devam ettim. Sabah bir gitar sesi beni uyandırdı, saat 9 filandı sanırım, bu sefer uyumak istemeyerek müziği dinledim. Sonra kalktım, bizimkiler de hafiften kıpırdanmaya başlamıştı ve Tuğçe çok açtı, ben de her şartta 15 dakika içinde acıkacağımdan, kahvaltıya indik. İşte bunu anlatamayacağım, o yüzden gördüğümüz sofranın şöyle bir şey olduğunu göstermekle yetiniyorum; ilk fotoğraftaki masaya, ikinci fotoğraftaki her şeyi yerleştirin:



Bir de reçel masası vardı ayrıca, arılar üşüşmesin diye üstü kapatılan bir masa. Tüm reçeller pansiyonda yapılmıştı ama bizim çilek-vişne-ayva pastörize reçel anlayışımızın çok dışında çeşitler vardı. Mandalina reçeli örneğin, tüm mandalinalarla yapılan veya karpuz kabuğu reçeli; ya da çok az çiçek toplanabildiği için küçük miktarlarda yapılabilen kır çiçeği reçeli.


Sucuk yok, paçanga yok, lavaş yok; Kale kusura bakmasın onun yeri ayrı ama hiç kalkmak istemediğim bir kahvaltı masasında oturdum üç sabah, yaya yaya, 4. çayımı içme lüksünü alabildiğine uzatarak.

İnsan mutluyken mutsuzluğu hatırlar ya (kötümser olduğundan mı, tedbirli olduğundan mı yoksa şükredip daha da mutlu hissetmek için mi kendini?); işte öyle bir arkadaşımı ürkütür gibi ürkmeye başladım ben de; orayı unutmaktan çok, dönünce hayatıma alışamayıp sakil durmaktan, daha nalet olmaktan ürktüm. Bu düşünceleri biraz öteledim sonra.

Bozcaada bizim için sürekli güneş açtırmadı, ilk gün bayağı kapalıydı hatta. Deniz buz gibiydi, tam sevdiğim gibi, insanı titretip kendine getirir cinsten. Hal böyle olunca havanın serin olması işi kolaylaştırmıyordu tabi. Kolay üşüyen arkadaşların havluya sarınıp oturduğunu görünce çok uzatmadık kum işini. Sakin sakin döndük, sahildeki çıfıt çarşısını gezdik, tabi ki takı makı aldık, son bir haftada harcadığım paraya bakıp bu sefer hediye almamaya karar vermiştim ama görür görmez kafayı taktığım bisikletler için pazarlık halinde buldum kendimi, kafamda hikayeler dönmeye başladı. Bir de kırmızısı olsaydı, tam olacaktı!

Sahilde en deniz kıyısı bir yer bulup oturduk, iki tane şarap açtırdık güzelinden, rakı-meze sofrasını şarapla yaptık biz de. Sarhoş olmadım, dedim ya sarhoş olamıyorum ama yine de birilerinin çizgi üstünde yürümek için kalkması, hem de kendiliğinden kalkacak kadar çakırkeyif olması eğlenceliydi. Ben de bildiğim başka bir taktiği öğrettim onlara ama hiçbiri parmaklarını hızla burunlarına değdirip uzaklaştıramadılar üstüste birkaç kez (Tuba'nın bunu normalde de yapamadığı ortaya çıkınca bizim sınavın güvenilirliği suya düştü gerçi).

Cumartesi günü aramıza katılan birkaç arkadaş daha oldu ve asıl sözü geçen aktiviteleri onlara sakladığımız için sabah daha heyecanlı kalktık, beraber bizim pansiyonda kahvaltı ettik, uzun uzun kahve-fal muhabbeti yaptık. Bu arada pansiyonumuzun sahibesi Özcan Hanım'ın da gayet iyi fal baktığını öğrenip onu da aramıza kattık; Kayhan onun falına baktı, o da bizimkilere.

Benim falım tekne kazıntısı oldu ama uzun zamandır bu kadar güzel şeyler duyduğumu hatırlamıyorum, fal bakan birinden değil sadece, kimseden. Çok geziyorsun sen dedi Özcan Hanım, işin gereği geziyorsun ama seviyorsun aynı yerde uzun süre durmamayı, sana iyi geliyor. Çok küçük şeyleri dert edinmişsin, hep ediyorsun; aslında hiç gerek yok, hayat bu kadar düşünmek için çok kısa. Hep neden diye sorguluyorsun ama sabretmen gerekiyor; biraz sabırlı ol, her şey çok güzel olacak. İki kişi var, sen ve bir başkası daha; işte bunun için sabırlı olman gerek. Henüz tanışmamışsınız, uzaktasınız birbirinizden ama aynı şeyleri düşünüp hissediyorsunuz. Nasıl desem... Aynı boşluğa bakıyorsunuz. Bir sürü kelimeler görüyorum, işlenmiş böyle hattat gibi kelimelerde dolu bir dönemdesin; sonra bu kişiyle tanışacaksın ve bu çok güzel bir şey olacak.

Gittim yıkadım fincanımı ve hayat devam etti.

Daha güneşli bir günde biraz daha deniz ve salıncak sefası, karpuz-peynir-börülce ile akşamı getirdikten sonra alelacele dışarı attık kendimizi, adanın öbür ucuna şu çok meşhur günbatımını görmeye gidecektik. Adanın öbür ucunda, yeldeğirmenlerinin olduğu yere otobüslerle getirilen insanlar kümelenmiş, tripodlar kurulmuş, adeta bir güneş tutulması beklercesine heyecan başlamıştı. Her şey iyi güzeldi de, guruba karşı bu son yamaçlarda görülecek pek de bir şey yoktu. Bozcaada'daki günbatımının bu kadar abartılmasının iki nedeni olabilir: Birincisi, hem günbatımı hem de yeldeğirmeninin karşımıza sıklıkla aynı karede çıkmaması; ikincisi, insanların ufukta batan bir güneşi hayatlarında görmemiş olmaları. Ha, bir de kafaların güzel olması olabilir tabi.

Yamacın iyice kenarında, ha düştük ha düşeceğiz bir alanda kendimize ve şaraplarımıza yer bulmaya çalışırken müziğimiz yok diye vahlandım kendi kendime. Tam o sırada Beirut duydum bir yerden, sanırım Elephant Gun idi çalan şarkı. O anki coşkumu tarif etmeme imkan yok. Okunu atmış Süper Gazi gibi müziğe doğru seyirttim, bizimkilere dedim ki "vatanımız burası, Beirut çalıyor burada!" İki genç şaraplarını portatif hoparlörlerine dayamış oturuyorlardı, seçtikleri müziğin beğenilmesine sevinerek selamımı aldılar... Orada uzunca bir süre oturduk, güneş batana ve bir tek bizim araba kalana kadar. Tripodlu tayfa ise filmin sonundaki yazıları okumadan kaçan seyirci gibi kaçmıştı güneş gözden kaybolur kaybolmaz.

Az gelir diyorduk ama şarabımız fazla bile geldi, fazlasını beirutçulara teklif ettik ama almadılar, eh ziyan etmek olmaz, nimet sonuçta...

Güneşi batırdıktan sonra merkeze dönüp, sıra sıra meyhanelerden birine oturduk ama kimse bize gel, gel! diye bağırmadan, elinde menülerle önümüze atlamadan, buyrun, terasımız var demeden...

Günbatımında şarap ve Beirut, ardından yemekte rakı ve İncesaz... Sanıyorum uzunca bir süre böyle yaşayabilirdim. Güzel güzel Candan Erçetin'e geçtik biz bir büyüğün sonuna yaklaşırken, aman doktor albümü çalıyordu, ben Kalenin Bedenleri'ni beklerken şarkı gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar'a döndü. Aaaah, söylemiş miydim, sevmiyorum ben bu kadını!!!

O kadar yazmak, içmek, dinlenmek, sevmek gerekti ki Bozcaada'da; benim o kadar zamanım olamadı bile. İşle güçle de uğraşmak zorunda kaldım, yine de şikayet edemeyeceğim ama ne zaman aklıma yapılması 'gereken' bir şey gelse, gözümün önünde bir kafenin tabelası canlanıyor hala: "Aklınıza yapılacak bir iş mi geldi? Burada 5 dakika oturun, geçer."

Pansiyondan ayrılırken arkamızdan su döktüler ve yine düştük yollara, İstanbul'a doğru son hız, ayçiçeği tarlalarının arasından, aldığımız lavantalar arabanın içinde savrulurken...


_ Lavanta kolontası dedemi hatırlatır bana hep...
_ Bana da büyükdayımı.
_ Bi kolonya vardı ya çok ünlü, neydi? Hah, Redbul kolonyası!

Çok güldük. Yine.

Hiçbir pansiyonun ziyaretçi defterinde, verdiği ilham için teşekkür eden bir yazı var mıdır?
Sanmam. Sanırım bu bir ilkti.

(09-11 Temmuz 2010, Bozcaada)


* "In wine (there is the) truth."
** (Yaklaşık olarak) "If you want to grow fine and beautiful, have good wine and a lot of rest."
DoDo'ya teşekkürler -o anladı:)-

0 yazmadan duramayan var!:

Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!