Renkleri biraz abartmış olabilirim.
(27 Nisan 2010, Ankara)
Şöyle de bir şey var (içten yanmalı, kendinden tıklamalı)
Bence Pfizeeer, insaniiin, içindeyken şikayet etmesiyle, şirketten ayrılsa da feysbuk ağından çıkamaması arasındaki ince çizgidir. Ben bellatrix.
(Eksen'deki şarkıyı da bulamadık ama yine de minnettarım.)
Meraklılarına: http://www.astrologyzone.com/forecasts/
Ayrıca canımın içisin Bill Pullman.
Oyun tanıtımından alıntılamam gerekirse "...Mikrodalgaların ısınmak için kullanılabilecek tek şey olduğu bir dünya..." sözüdür beni benden alan. Bağlanmaktan ne kadar kaçsalar da hayatları ve kendileri fiziksel ve ruhsal olarak iç içe geçmiş o üç arkadaşın hali, tavrı, doğallığı
- bunca yakınlaşmanın yıkıcı bir tarafı olduğuna kani olsam da -
ve o birbirlerine hesapsızca sarılmaları çok içimde kaldı.
Her şey uçlarda, her şey "çok": Kavgaların çok şiddetli, öpücüklerin çok anlamlı, küfürlerin çok ağır, sevişmelerin çok tutkulu ve her şeyin çok anlamsız olduğu bir zaman diliminde iki saat... Oldukça iyi bir doğumgünü etkinliğiydi bence; şaşırtıcı, yasaklı, sıradışı bir şeydi izlediğimiz; gördüğüm birçok oyundan da daha başarılıydı.
Ayrıntılı bilgi için:
http://www.go-dot.org/html/shopping.html
http://entel-dantel.blogspot.com/2010/04/bazen-boyle.html
Ben yazmadığım için değil, ben yazabileceğim için çok kıskandım.
Ama bir ekleme yapabilirim ki uyandığımdan beri beni dürtmekteydi...
***
İyi ki doğdun, dedi. Sizi seven bir adamın doğumgününüzü kutlayışı farklıdır. Hangi saatte doğduğunuzu bilir, hiçbir şeyin sesinizi duymasına engel olmasına izin vermez, siz mesaj atmasını tercih etseniz bile.
Bilirsiniz ki yanınızda olsa size sarılacaktır. Kendisi için değil, sizin için sarılacaktır sımsıkı, siz bırakmadan bırakmayacaktır asla.
Ve siz aslında başkasına sarılmak istemektesinizdir ki işte bu, çok suçluluk duygusu dolu ve çok çözümsüz bir durumdur...
***
İnsanın kendini alabildiğine sıradan hissetmesi en sıradan olmaması gereken anda dahi... Çok fena. Sıradan olmamak bir fiil değil, durumdur ama ben bir andan, bir günden bahsediyorum, tüm ömürden değil. Işıkların altında olmak gereken bir zamandan bahsediyorum. Gereken. İnsanın kendisine gerekir bu an. Bu doğumgünü olabilir (benim için önemlidir doğumgünü), saçımı kestirdiğim ilk gün olabilir, okulun ilk günü olabilir, bir adamın ("o" adamın) bana ismimle hitap ettiği ilk gün olabilir... Olabilir de olabilir. Ama olmalı.
Kendime bir söz versem, desem ki ben "tabi ki"ler insanı olmayacağım, hayatımızda en çok eksikliğini hissettiğimiz bir günü yaşamak için plan yapmayacağım, şimdiden tee gelecek yıl için ve hem de karşımdaki adam için, hiç!
Biliyorum tutamayacağım bu sözü. O zaman, tutulmayan sözlere içiyorum bu haftasonu; 25 yıllık sıradanlığıma bir doğumgünü daveti konduruyor ve aslında sadece kendime içiyorum.
Şerefe!
El hubb, yani "muhabbet" veya filmde anıldığı şekliyle "kayıtsız şartsız aşk" şarkısının söylendiği hamam sahnesi, herhalde şu 7 Kocalı Hürmüz'ün en eğlenceli sahnelerinden biriydi.
çok şükür bu gece yatsıdan sonra / gökten adam, gökten erkek, gökten koca / gökten sapır sapır herif yağacak
:)
Kimse sevmedi bu filmi (izleyerek veya daha izlemeden) ama gelin görün ki, Ezel Akay'dan beklenecek kadar masalsı ve eğlenceli! Evet, ben de Nurgül Yeşilçay'ı fazla abartılı oynar buldum ama olay işin abartısında zaten: Türkan Şoray da kocaman göz kapaklarının altından baygın baygın bakarken çok doğal görünmüyordu herhalde.
Çerezlik kontenjanından izlenmeli bence...
Azıcık ansiklopedik bilgi isteyenler için tam teşekküllüyüm: http://sozluk.sourtimes.org/#18112719 veya el hubb yazıp altındakileri okuyun; özellikle 13. entry'yi.
bluetooth arızası giderilemediği için yine bir temsili resim ile devam ediyoruz, ama merak edecek bir şey yok; zira benim çektiğim resim de bunun aynısıydı.
İşinin nesini seviyorsun diye sorana, işte bunu, derim, ofis dışında olduğum zamanlarda kırk yılda bir de olsa, bana nefes alma imkanı sağlamasını. Tabi ki evimde içmeyi tercih ederdim şu kahveyi, sekiz buçukta kalkacak uçağımı beklerken içmek yerine ama napalım, derler ya kaderde varsa düzülmek, neye yarar üzülmek diye; biz de keyif almaya bakıyoruz işte.
Mutluyum bugün yahu :)
***
Bridget Jones'un Günlüğü'nü okuyanlar (okuyanlar dedim!) bilirler, bilmeyenler de gözünde canlandırsın isterim. Zira anlatacağım sahne, Bridget Jones'u benim kafamda ahanda diye bir yere oturtan ama filmde ne yazık ki atlanmış bir sahnedir (hele ikinci filmin kitapla zerre alakası olmayan telli duvaklı kafasına çok kızıyorum, ama konumuz o değil).
Bridget bir gecenin kör vaktinde yalnız başına, hafiften tırsarak fakat belli etmemeye çalışarak evine doğru gitmektedir. Bir inşaatın önünden geçerken, mola vermiş oturan işçileri fark eder ve kendisine laf atılacağını düşünerek pençelerini çıkarır, hemen yanıt vermeye hazırlanır. Önlerinden geçer, arkasından kopan gürültü ve ıslıklar hiç iç açıcı değildir:
_ Heeey!
_ Vay vay vay, şuna bak!
_ Benim altıma da bi tane verseler ya bundan...
Bridget hışımla arkasını döndüğünde işçiler kendisine zıt yöne bakmaktadır: Hızla uzaklaşan spor arabaya!
Bridget bu duruma çok bozulur.
***
Düşünüyorum da, laf atmanın yaygın olduğu ülkelerde yaşayan ve kendisine hiç laf atılmayan her kadın buna bozulurdu! Laf atmak derken iğrençleşmekten bahsetmiyorum elbette; asansöre beraber bindiğiniz adamın sizden önce inerken "iyi günler" dememesi, bir mağazaya girdiğinizde satıcının size özellikle ilgi göstermemesi, son park yerine adamın tekinin sizden önce girivermesi...
Bu verdiğim örnekler (tırnak içinde) pozitif ayrımcılık diye bahsedilen şey değil ve olsun da demiyorum. Bunlar tamamen ilgiyi çekme meselesi ve güzellik haricinde birçok şeye de bağlı: Kadının kılık kıyafeti, saçı-başı, o gün kendini nasıl hissettiği ve etrafına ne kadar özgüven saçtığı, güleryüzü vesaire vesaire.
Ama bir kadın her şartta herhangi bir ilgi görmüyorsa ve kendisiyle inanılmaz barışık biri değilse dikkat etmek gerekir: Sinirini en yakınındaki kişiden/şeyden çıkarması yakındır!
***
İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır demişler. Ben de bir yerden alamadığım ilgiyi, sevgiyi, enerjiyi başka bir yerde/birinde/birilerinde aramıyor muyum?
Ve bulamıyor muyum?
Hah, öyle işte. Neymiiiiş, kızlar annelerine benzermiiiiş.
Düşünsene,
her şey boş,
her yer boşluk.
Spoiler yok bu yazıda çünkü hiçbir yorum yapamayacağım, filmin adını geçen cuma ilk kez duydum. Zaten bayadır sinemaya da gittiğim yoktu falan ama bu afiş nedir arkadaş ya? Bu kadar mı başarılı olunur, bir film bu kadar mı merak ettirilir?
Eğer bir manim olmazsa yarın kesin sinemaya gidiyorum!
* Ben de sizi merak ettirdimse, fragman burada.