Uludağ'a gittim yine, snowbreak'e. Bunca işin gücün arasında! Yazın izinleri bitirememenin yararları işte. Ve çok kararlıydım, sis mis demeden, gözün gözü görmediği bir yarın gün haricinde gece 1,5 saat da uyusam, perişan da olsam, ihtiyar da bahtiyar da olsam attım kendimi piste. Kar tatili yatma yeri değildir. Neymiş? Deelmiş.
Hem de ilk kez kayak üstüne portakal keyfi yaptım. Alçak basınçta daha iyi oluyormuş, deneyimledim, sabitledim. Bir yandan da tek kulağımda çalıp duran albümü dinlerken dedim ki, kayarken dinlenecek en iyi Büyük Ev Ablukada şarkısı "nasıl istediysen öyle işte"dir. Tam kararında bir gaz.
Bir saat süren bir telefon konuşması yaptım bir ara. Dünyayı kurtaracağız ya, birilerini kurtaracağız ya. Ulan şu bir yerlere soktuğum, başka bir deyişle -çoğunlukla- başına çorap ördüğüm adamları toplayıp CV'me yazsam da referans olsalar bana keşke. Bir tek kendimi kurtaramıyorum. Canım sıkıldı, geç bunları dedim anam babam, geç bunları; kendimi kardan adamcığa verdim. İnce işleriyle uğraştım, burun yapmak gibi filan. Burun deyip geçmeyin, siz kardan
french curve yapmak ne zordur, bilir misiniz? Mimarlık filan okuyor olsaydık yapmıştık koca bir T cetveli, bitmişti. Ama yok, onda da iyi kötü bir yol bulduk, ENSO ENSO bacaksız. Sonra da iki saatimizi harcadığımız adamcıkla sonsuz fotoğraf çektirdik ve donan kemiklerimizi ısıtmak için uzun süre sıcak suya tuttuk kendimizi. Ama çok uzun değil, yetişmemiz gereken bir fasıl vardı.
Fasıl, allahın emridir
snowbreak'lerde. Fasıl, restoranda herkesin bir arada oturması, meze namına ne sayılabilirse ondan tabaklar yapılması ve rakı içilmesi, süt yönkura "herkes rakısını iiiçmiş" yapılması, şarkılar söylenmesidir (ağlama değmez hayat, beyoğlunda gezersin, muhabbet bağına girdim, yar saçların lüle lüle ve daha birçokları); illa çok eğlenmeyen birilerinin rahatsız edilmesi, şikayet gelmesidir ve susulmamasıdır.
Snowbreak sözlüğünde fasıl budur.
Masadaki en kıdemli adam olmaktan çok uzaktım, benimle kadeh tokuşturan adamın 11. kar tatiliydi bu mesela. Öyle bir mazi. Ama gelin görün ki, en kıdemli kadındım ve süt yönkurun dişi kısmısına rakı içirmek bana düştü. "Ee" dedim o zaman "madem eşitsiniz, bir dikişte için de görelim."
Oradan, kafalarımız bir dünya dışarı çıktığımızda lobide her akşam olan canlı müziği kimsenin dinlemeyişi rahatsız etti bizi. Daha doğrusu Tanuj bizi gaza getirdi,
hadi hadi, adamları dinleyelim biraz, diye. Özellikle alkollüyken kendi eğlencesini kendi yaratmayı krallar gibi beceren bir grup olduğumuzdan hemen düştük peşine Tanuj'un. Üstelik geçen yılki gibi, repertuvarları kolbastıdan ibaret insanlar değillerdi müzisyenler, iyilerdi (emeğe saygı). Lobide mantarlayan insanların arasında deli gibi hoplayıp zıpladık, dans ettik. Ve tabi ki fasıldan beri süren yoğun ısrarlarım sonucu Fatoş söylememiz gerekti, çünkü bazı gelenekler sadece çok güzel oldukları için devam ettirilmelidir, bu geleneği oturtan adam eski sevgili de olsa hatırlayıp şukusunu vermek gerekir, içinde hüzünlü Sezenli "ben bir karaağaç gölgesi buldum" söylenen hiçbir fasıl normalde Kazım Koyuncu'nun k'sinden haberdar olmayan adamların Av Mevsimi'nde duyup (veya paylaşılan videolarda görüp) dillerine pelesenk ettiği Hayde ile bitmemelidir.
Fatoş'u bizim söyleyeceğimiz başından beri belliydi ama yine de müzisyenlerin bir ses vermesi gerekti, onlara ağızlarından girip burunlarından çıkıp "Fatoş almış orağını" dedirtmek de benim kuzenin sevgilisine düştü. İşin acayibi, adam ENSOlu olmak şöyle dursun, Boğaziçili bile değildi. İşte adamın kanına böyle girerler :)
"I never" oynadık sonra, tüm oyunlarımız gibi içkili. Bir şeyi yapmadım diyorsunuz da hani, yapanlar dikiyor içkiyi kafalarına, işte o. "Ben hiç... aşık olmadım" diyerek promili arttırdım ortamda aniden. Yalandı, ama ben içiyorsam herkesi de yanımda sürükleyebilirdim. Dünyanın tüm aşık olmuşları, birleşin!
Son gece, biraz sonra bu kapıdan son kez çıkıp kendimizi yollara vurmadan başka bir gelenek olan pijama partisi vardı, herkesin en janti pijamalarını çekip gittiği cinsten. Ben nasıl gittim, hiç bilmiyorum. Ne giyerek değil, nasıl. Kendimde değildim, yeni uyanmıştım; nasıl da kısacık, musmutlu bir hayalden uyanıp ölesiye mutsuz oldum aniden, nasıl kaldırdım kendimi yataktan ve gittim o pijama partisine ve oldu, oldum ben sonra... Bilmiyorum. Topladım. Oldum. Olmuşum ben.
Sonra bir an
aha, dedim,
sıçtığımızın resmidir. Aslında zevk, renk, entellekt değil takıldığım. Adamın beni canımı acıtmayacak şiddette
(şiddetin ne hoş) çekip alamayacağından korkuyorum. Bunca naif adamlara tutuluyorum.
Ve bu kez ben soruyorum: "Çekimin hiç mi önemi yok?"
Tamam, ilk adımları ben atacağım o zaman, bebek adımları da olsa.
Ya sonra? Reddedilmek değil derdim. Sonunda hiçbir şey olmamış gibi bu aşkın katilini karşı taraf ilan edip kendi içimde, sanki o adımları ben atmamışım gibi uzaklaşmak. Sakin sakin uzaklaşabilecek miyim? Yoksa kaçacak mıyım topuklayarak? Hiç hoş değil, hiç havalı değil bu.
Benim biriyle çıkmam için kalbimin şöööyle bi çarpması lazım, ondan bilmiyorum kalbi sonradan şok etkisiyle nasıl çarptıracağımızı. Ve nasıl iki kez kahve içip sonra, konuşmadan "olmadı" diye karar veriliyor ya karşılıklı, buradan sonra nasıl o ilk ana dönülüyor, bilmiyorum.
Eski kafalıyım oğlum.
Oyunda atılgan, gerçekte titrek. Bu bir doğruluk/cesaret oyunuysa, ben doğrulukla kendimi ifade edeyim, karşı taraf cesaretle bana yaklaşsın istiyorum. Bir geceden sabaha oturup (tövbe, tövbe) batının ahlaksızlığını aldığımız gibi devam etsin hayat istiyorum. Aşk mümkün olsun hala, haydi o da gelsin benimle olsun istiyorum.
Ve Monte Baia'da olan Monte Baia'da kalır, o yüzden fazla bir şey söylemiyorum.
Bise çıktı Levent Yüksel, "Mevsim Bahar Olunca"yı söyledi. Ha, ondan bahsetmedim sanırım. Bir de Levent Yüksel konserine gittik sevgililer gününde. Bu yazı, o konserde söylenen şarkılara ithafen ve o şarkılarla yazıldı
.*Evet ne diyorduk, Levent Yüksel bise çıktığında ben bir önceki şarkının, benim şarkımın, kendimden geçercesine eşlik ettiğim "ölürüm yoluna, ölürüm de yine boyun eğmem"lerin yarattığı boğaz ağrısı içinde oturuyordum. Bise halim kalmamıştı, ve şunu düşünüyordum: Acaba hep böyle mi oluyor? Acaba benim halim tam da kuyruğuna gelmiş, mevsim bahar olmuşken mi kaçıyor?
Bilemedim.
Yoruldum galiba. Yorulmuşum tatilde. İstanbul, tatilde de olsam çok özlüyorum seni. Gel öpeyim gerdanından.
(13-17 Şubat 2011, Uludağ)
Fotoğraflar için fahri ENSOlu/fahri kuzen Emre'ye teşekkürler.* Bu yazıda; aşk mümkün müdür hala, ya sonra, yarim İstanbul, dedikodu, med/cezir, karaağaç, kaybedenler, bu gece son, haydi gel benimle ol, bu aşkın katili sensin, sultanım, tövbe, yarabbim, ağlama değmez hayat, beyoğlunda gezersin, muhabbet bağına girdim, yar saçların lüle lüle ve yeter ki onursuz olmasın aşk var. Bu yazıda; yemenimde hare var, gel gel sarışınım, zalim, değer mi hiç, ayrılmam, kadınım yok.
Bir de hem tatilde, hem yazıda olmayanlar var... Levent Yüksel, Tuana'yı söylemedi. Sezo'yu bekliyor olmalı Tuana, o olmadan söylenmiyormuş o şarkı.
Biz de istememiştik ki zaten.