Her gün yarım kilo veren adam var askerde, biliyor muydunuz bunu?
Sezai bunu bize, benimkine benzer cep defterine nöbetlerini not edip, Türkiye haritasında 71 plakalı şehri karalarken söyledi (şafak sayan saati yoktu onun, elle sayıyordu böyle). Kendisinin dört kilo vermiş olması fena değildi bu hesaba göre. İnsan yakardı yahu, zaten doğru düzgün yemek çıkmıyordu, çıkan da çoğunlukla yenmiyordu, bir de spor aktiviteleri vardı düzenli - öyle koşma, sürünme falan değil ha! Aerobik hareketler örneğin. Duş alırken şpagat açmak gibi, ortaya basmamak için. Ne olur, ne olmaz. Kalorifere kayan, kayarken de yakalanıp komutanına "istediğim yerde mastürbasyon yaparım, siz hiç yapmadınız mı komtanım?" diyen adam girmiş olabilir duşa çünkü senden önce ve orada neler olduğunu bir o, bir de Allah bilir.
"Kalorifere kayanlar" da bir dizi adı olabilirdi pekala.
Bir de irade gösterileri vardı mesela; bir kürsüde, elinde mermisiz bir tüfeği tutarak, kol gergin (tüfeğin bir ucu yere dayalı, hadi gene iyisin) durmak dümdüz, bel ağrısına birebir. Üzücü olan, 3 bomboş gün etmesi bu geçirdiği nafile zamanın. 3 tam gün. Neyse ki kitap okuyacak çok zamanı oluyordu. "Babalar bana bir koli kitap göndermiş" dedi bana bakarak. Çok kıskandım. Ben mektup bile gönderemiyordum oysa, istemiyordu ulaşmaz diye. Ama gelmiş işte koli (bir de bana bakarak söylüyor...)
Bizim oraya gidip, hakkı olduğu halde -PKK ateşkesi kestiği için- iptal edilen çarşı izni yüzünden oturmamız Narlıdere'de, donarak icabında (İzmir'de de donuluyor) sabah 10 - akşam 5 oturmamız bana mı, yoksa Sezo'ya mı daha iyi geldi bilmiyorum ama tam kadro oradaydık. Kızları saymazsak 2006 yönkuru, uzun zamandır bir masanın başında bunca uzun oturmamış olmalıydı. Veya mENSO olarak (zaten kızları saymıyorduk). 100 liraya kantinini kapatabileceğimiz bir yerde, inanılmaz zengindik. Yüz tane çay, iki yüz tane kahve filan içtik sanırım. Kafamızı kaldırdık, martılar vardı tepemizde. Martılar özgürlük çığırıyordu, pek ironikti Narlıdere. Sigaralar yakıldı art arda, "ulan aynı anda ikiden fazla sigara yakılmayacak demedik mi" diye kara masa geyiği bile yaptık arada. Sanki Sezo her zamanki gibi üstünden düşeyazan bir kapri ve parmak arası terlikleriyle, elinde sigara gelmişti de demirlerden, toplantıya başlıyorduk.
Sivil rüya göremeyen arkadaşımızı da, kendimizi de döndürdük 5 yıl öncesine, işte böyle.
Askerlik acayip bir kafa. Yazdım daha önce hakkında. Asker beklemişliğim de vardır, çok sıkıntılı olmasa da uzun döneminden şöyle... Ve istemiyordum bunları bir daha yaşamak, neden istemediğimi de tekrar hatırladım bu haftasonu. Çok üzülüyorum. Oradan çıkınca, o adama sımsıkı sarılıp da onu içeride bırakıp çıkınca içime çöreklenen hüznü tarife imkan yok. Her istediğimde arayamıyorum, göremiyorum onu ben. İstanbul'dayken de belki bir ay görmediğim olurdu ama aynı şey değil işte! Aynı Sezai'nin dediği gibi... O İstanbul'u çok özlemiş, bir şey yapmasa da, yapabileceğini bilerek evine gidip televizyon izlemeyi özlemiş. İnsan özlüyor. İnsan Sezo'yu karşısına oturtup "ben değersizmişim be Sezo" demeyi özlüyor mesela, özlüyormuş.
Güzel şeyler de olmadı değil. Yine inanılmaz güldük, Sezo bize koğuşta sürekli taşak muhabbetler döndüğünü anlattı, konuşurken amınakoyim dememeye özellikle dikkat etti, ilginç bilgilerle donattı bizi. Örneğin "poşet" deniyormuş acemilere, vaktiyle birileri postallarına galoş gibi poşet geçirdiği için içeri girerken... Ya da sancağı (hani şu başında nöbet tuttukları sancağı) alıp genelkurmaya götüreni terhis ediyorlarmış geyiği dönüyormuş hala... Böyle şehir efsanesi gibi şeyler işte.
Bir de benim efsanem var! Narlıdere'de benden "Şuşu" diye bahseden bir adam varmış, Sezo'ya demiş ki "denizci Can de, o anlar." Anladım tabi de, AmCan dese daha bi anlardım. Adamın soyadını bile bilmiyormuşum meğer, benim için ne garip! Onu görme fırsatım olmadı ama Sezai'ye sıkı sıkı tembihledim selamımı iletmesini.
Bir de komik bir olay geldi başımıza. İki kelimeyi bir araya getirmekten aciz bir başçavuş dikildi başımıza otururken, "aile misiniz?" dedi, arkadaşız dedik, "evli misiniz?" dedi, hayır dedik, bana "kaç yaşındasın" dedi, 25 dedim ve adam bana iş buyurdu: "Şu yan masada oturanlar var ya, onlara bak şimdi ama çift gibi, sevgili gibi değil de iki kardeş gibi bak. Biri oğlun, biri kızın olsun mesela. Bak onlara." dedi. Baktım, sözlü veya nişanlılardı herhalde, onlar da merakla bana bakıyorlardı, başçavuşun kendilerinden bahsettiğini anladıkları için... "Ee, bakıp ne yapacağım?" dedim. "Bak işte gözünün önünden kaybolmasınlar" dedi. İşe bak lan, nöbet sapladı herif bana ayaküstü! Sonra döndü gitti. Hiç anlam veremedik, hala da veremiyoruz ama mantık mı arıyorsun zaten, mantıksızlık o favorileri o kadar kısa kesmekte başlıyor, konuşurken iki kelimeyi bir araya getiremeyen başçavuşların emirleriyle devam ediyor, yayılıyor, yayılıyor ve kapsıyor hayatının 6 veya 12 ayını işte böyle...
Kışla dediğin bir disko bir kantin, bir er gazinosu yani televizyonlu kantin, bir de tuvaletinde her bir aynanın yanında suyun önemiyle ilgili özlü sözler yazan bir yer işte, o kadar. "Tarladaki başaklar, kundaktaki bebekler büyümek için suya ihtiyaç duyuyor, gereksiz harcama."
Kundaktaki bebekler büyümek için babalarına da ihtiyaç duyuyor icabında, e o zaman sen de fazla harcama TSK...
Kalbim Unutmuyor
3 hafta önce
3 yazmadan duramayan var!:
ruh halimden mütevellit sanırsam, pek hoşuma gitmiş bir yazı daha.
sezo yanlış söylememiştir ama bir kopukluk olmuş: poşet kısa dönemlere verilen ad, acemilere değil.
ama insan istanbulu harbiden çok özlüyor be kardeşim...
"Kundaktaki bebekler büyümek için babalarına da ihtiyaç duyuyor icabında, e o zaman sen de fazla harcama TSK..." öperim o ellerden.
metus; ben anlamamış olabilirim poşet işini, zaten saçma bişi olduğundan :)
Jane Jones; teşekkürler!
Yorum Gönder