"Konuşacak kimsen olmadığında herkesle konuşursun" demiş cizenbayan.
İstemediğin insanlarla da konuşursun. Normalde o sıklıkla aramasan kimsenin ruhunun duymayacağı adamları arayışın da normaldışı karşılanmaz, Çok boşluyorsun sanılır. Abur cubura abanmak gibi.
Yazarsın. Monoloğunu bile bloğa yazarsın (ne kadar çok kişiyle konuşursan o kadar iyi).
İşte kimseyle konuşamadığında tam da böyle olur.
***
İkinci cin-martinimin ortasındayım. Bunu yapmak aklımda uzun zamandır vardı. Parmaklarımın klavyede nasıl yarıştığına hayret ederek yazıyorum çünkü demin aniden sarhoş olduğumu fark ettim. Sarhoşum lan!
Niye hayret ediyorsun bellatrix, sarhoşken portakal suyu bile sıkarsın sen, sabaha da içersin, ayık kafa... Uuu eskiden beri bir metafor deniziymişim, en koyusundan. Veya sarkazm denizi. İkisi de olur.
***
Bir gün çiçek getirdiğin evden ertesi gün kızdan ayrılarak (hem de post-it'le ayrılarak, "I'm sorry I can't. Don't hate me_") çıkamazsın lan. Pembe karanfil bile getirmiş olsan yapamazsın bunu -ki karanfil çiçeklerin en çingenesidir.
Şimdi izlediğim bölüm biterken bunu düşündüm. İkinci kez SATC altıncı sezonu bitirmek üzereyim, bu da demektir ki kitabı altı çizerek okuma safhasına geçmişim. Yani, içinden kendime bir şeyler çıkarma safhası. Cümleler üstünde düşünme safhası, çünkü inkar edemediğimiz bir şey, Carrie Brahshaw'un bir yaratıcı yazar olduğudur.
(Safhayla sahaf arasındaki ilişkiyi düşün bellatrix. Daha sonra, sağlam kafayla.)
Ben olsam galiba, bu dizideki durumda dahi, alır o vazoyu önce suyunu tuvalete boşaltır, sonra da çiçekleri çöpe atar, çöp torbasını da bağlayıp kapıya koyardım. Yani vazoya elimi çarpmazdım hırsla ve çiçekler tüm daireye (bizim için tüm salona, şöyle CD'likten pencereye kadar) saçılmazdı.
Yapacağım en aykırı şey o bağladığım çöp torbasını akşam 8'den önce, mesela gündüz vakti saat 3'te filan kapının önüne koymuş olmak olurdu.
Çünkü ben hep böyle aykırılıksız yaşadım ve galiba, hep aykırılıksız sevdim. Hep de aykırılıksız adamlar aşık oldu bana.
***
On the Radio dinlerken ağlamaya başladım bugün,
badambadambam! Kapüşonumu indirdim, yağmur yağıyordu, bekledim yağmur yeterince açılmadıkları için gözyaşlarımı sindiremeyen gözlerimi ıslatsın, bu neydi şimdi, şubat sonunda
november rain. twice. coz the dj was asleep.Yanına gittim annem ve akranlarının, benim yaşımda olmak için hayatından birçok şeyi -yıllar hariç- feda edecek musikişinas insanların yanına. Ah, Türk sanat müziğini çok sevmiyor muyum!
"Mutsuzuz çünkü biz" dedim annemin akranı bir kadına muhabbetin bir yerinde. Çünkü bu zamanın çocuğu olmak için üstüme, üstümüze yüklenen yük büyüktü. Biz hep mutlu olmalıydık annemin akranlarına göre. Oysa işler hiç öyle değildi, her şey çok karışıktı.
Mutsuzluğumuzu anlamak yüzümüzü görmek değildir.
Bırakın bizi orta yaşlılar, belki biz de üzgün bir jenerasyonuzdur, kek gibi kararlı olmayı, bir işe yaramayı başaramamışızdır, birtakım somut yönlerden işe yarıyoruzdur ama heyhat! On the Radio gibi bir şarkıyı dinlerken bile ağlıyoruzdur!
***
Neden anlatmıyorsun bunları, diyen olursa...
E ama kızmaya gerek yok.
Kimseye söylemedim ki ben bunları.
(Bu benim savunmamdır.)
(26 Şubat 2011, Nişantaşı)
On the Radio için tıkla.
Görsel için tıkla.
3 yazmadan duramayan var!:
yazı çok güzel olmuş
ilham olmama da sevindim.
teşekkürler ve teşekkürler :)
leziz. =)
Yorum Gönder