Ankara'ya her gelişimde sevecek bir yan arayıp bulamıyorum; bu sebeple de belli bir rutini yerine getirip, olabildiğince hızla geri dönüyorum. Daha öğle vaktinde ve İstanbul'dakinden daha iç ısıtıcı bir güneşe nail olmama rağmen sıkılmaya başlıyorum. Evet tabi ki iş yapıyorum, yalnız da değilim ve bir kalorifer tepesinde de değilim (bir kalorifer tepesini masa olarak kullanmak zorunda kaldığımız da oldu vaktiyle), sakin sakin çayımı kahvemi içip işime bakıyorum, ama... Ankara'dayım ve bu gerçek beni huzursuz ediyor.
Uçaktan indiğimde nasıl bir rutinin içinde olduğumu fark ettim. Özellikle Ankara'da ortaya çıkıyor bu, çünkü rutini bozacak bir şey yok. Örneğin Trabzon'da uçaktan indiğinizde taksi bulamayabilirsiniz ve hayatınıza böylece bir heyecan katılmış olur. Trabzon böyle bir yerdir; taksiyle Rize'ye gitmek istemediğiniz sürece gidilen her yer şöföre yakın gelir. Adana'da taksici amca sizi hep başka başka yollardan götürmesin diye birini ararsınız, yine heyecan olur (Cüzdanımda herkesten çok taksici kartı var ve hepsi başka şehirlere ait. Mutluyum.) Etrafınıza baka baka gider, kocaman bir cami, güzel bir kebapçı filan görürsünüz. İzmir'de Alsancak'ta taksisiz kalıverirsiniz; hava, saçınızın boyasını beyaz gömleğinize akıtacak kadar sıcakken, girdiğiniz kapıdan ve randevulaştığınız saatten bir tişört alım süresince dönüş olmamasına lanet edersiniz. Hani o Ankara'nın Ulus'undaymışçasına çirkin bir sokaktan girdiğiniz hastanenin diğer kapısından çıktığınızda bir Koton mağazasıyla karşılaşmak cenabetliğinize öfkelenmenize neden olur. Lakin öfkelendiyseniz, yaşıyorsunuzdur.
Oysa Ankara'da bunların hiçbiri olmaz.
Sabah 7 uçağı dolu, 8'e aldım bileti bu kez. Evimin dışında uyuduğum zamanlar hariç, asla 15 dakikada evden çıkabilen biri olamamama rağmen, kıyafet seçimini illa ki sabaha bıraktım yine. Sabah pencereyi açıp havaya bakmak ve öyle giyinmek adet oldu bende. Sanki sabahın altısında hava bana bir ipucu verecekmiş gibi... Ama olsun. Makyajsız çıktım her zamanki gibi evden. Evden makyajsız çıkmak adetimdir böyle sabah körlerinde, bir keresinde Sinem'lerden okula giderken ve yine o "bakım, bakım" diye ışıldarken sormuştum, hiç makyajsız çıktığın olmadı mı evden, diye. Olmamış. Tevekkeli değil, benim aksime evinin dışında kalmayı hiç sevmezdi. İnsan kaplumbağanın evini taşıdığı gibi o kadar makyaj malzemesini, kremini, ojesini filan yanında taşıyamaz ki!
7'de havalimanında, önümde çayım ve elimde bilgisayar çıktısı bir tomar kağıtla oturuyordum, en üstteki kağıtta Albert Camus'nün "Anlatmamak onursuzluktur." sözü yazıyordu. Soğuttuğum çayımı uçağa tam zamanında yetişecek hızda içtim, toplandım, koltuğuma yürürken bir yastık kaptım, F'e oturdum ve uyumaya başladım. Uyandım, portakal suyu içtim, tekrar uyudum, tekerlekler yere değdi, tekrar uyandım. Uçaktan indim, aynı tuvalette makyajımı yaptım, üstüme dökülürse bir faciaya yol açmasın diye kaynar olmayan ayılma kahvemi aldım,
_Takeaway mi?
_Takeaway mi?
_Evet.
taksiye bindim,
_Fişiniz var mı?
_Evet abla.
_Hacettepe Hastanesi'ne gideceğiz.
_Peki hocam.
aylardır aynı yerde dikili AnkaMall reklam panosunun ve havalimanının hemen çıkışında kimin alıp bahçesine koyduğunu bilemediğim adam boyu Mickey Mouse veya gerçek boyutta at heykellerinin satıldığı pazaryerinin yanından geçerken bu satırları düşündüm. Defalarca aynı yere gidip gelen bir monitörün rutini, başka kongreler için başka başka şehirlere giden bir ürün müdürününkine, arada bir saha ziyaretleri yapan bir medikal müdürünkine benzemez. Her çalışma, kendi içinde aylar süren bir döngü demektir.
Bu döngüyü kıran tek şey, çok yakında herhangi bir mevzuata bağlı olmadan çalışacak olma endişesidir. 1 Ekim'de yönetmeliğimiz iptal edilmiş olacak. İşimiz insanla olduğu için, insanın vücut bütünlüğü yasayla korunmak durumunda olduğu için, yönetmelik denen şey bir yasa olmadığı ve meclisten çıkmadığı için ve bu işler öyle akşamdan sabaha, bir haftadan diğerine hallolmadığı için, hafif panikte, belirsiz hallerdeyiz.
Heyecan diyorduk... Heyecan mı istiyorsunuz? Klinik araştırma yapılamayacak bir memlekette klinik araştırmacı olun.
(07 Eylül 2010, Ankara)
2 yazmadan duramayan var!:
Ankara'yı herkes mi sevimsiz bulur?
Sanmıyorum, örneğin vudu bayağı milliyetçisidir Ankara'nın: http://vdgrl.blogspot.com/2010/08/ugly-or-pretty-its-still-my-city.html
Hatta o yazıya yorum yapanlar daha da fazla milliyetçisi, gördüğüm kadarıyla.
Ben asık suratlı buluyorum Ankara'yı, fazla memur, fazla bürokrat. Durum bu.
Yorum Gönder