... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

so many men, so little time

k: Olm apartmana bi girdim, biri dvd izliyo!
b: Normaldir, giriş katında onlarca bekar erkek oturuyor kuz...
k: Ohannezmiş! (Onlarca ifadesini de Ernest Hemingway'den beri duymadıydım.)

Geçenlerde Murphy hiç adeti olmayan bir harekette bulundu. Giriş katındaki "onlarca" çocuktan sanıyorum en yakışıklı olanını tam ben keyifle apartman kapısına doğru sekerken cama çıkarttı; bundan iki-üç gün sonra da kapılarının önünden geçerken aynı çocuğa aniden kapıyı açtırdı. Çocuk için kötü, benim içinse şahane zamanlardı; zira ben o anlarda ne kadar bakımlı ve güleryüzlüysem onun da saçı başı o denli dağınık, eşofmanının dizleri bir o kadar çıkmış ve tişörtü de o kadar sağa sola yıvışmıştı.

Bütün gün DVD izlemek kolay değil tabi yakışıklı, biliyoruz. Bu görüntüler hiç de önemli değil ev halinde. Sevimlisin bile.

"burnumuz hiç kısalmadı ki"

burcin'e tesekkurler.

"Babamın öldüğü gün birine aşık olmuştum. Bazen öyle olur; her şey üst üste gelir. Polis olmasaydım, katil olurdum. Çünkü sahici bir sarsıntı sahte bir dengeden iyidir. Binlerce ceset, binlerce katil ve bir evlilik gördüm. Seni, intihar etttiğin gün tanıdım kızım. Seninle o gün barıştım. Şimdi sadece geceleri yapayalnız ve yalınayak anlayabildiğim şeyler var. Şimdi benim de yalanlara inanmaya ihtiyacım var, bütün çaresiz insanlar gibi, dağılan bir okul gibi. Acılarımız da birbirine benziyor artık kızım. Birbirine benzeyen parmaklar gibi; ama her birinin eşsiz bir izi var. Bazen gözlerim doluyor karanlıkta ama fısır fısır konuşmaya başlıyorsun kulağımın dibinde hiç susmuyorsun. Ağlamama asla müsade etmiyorsun. Her şey affedildi babacık diyorsun. Hiç ayrılmayacağız diyorsun. Keşke hep yanımda olsaydın diyorum öyle konuştuğunu duyunca. Bu kış çok kar yağar belki beraber kayboluruz diyorsun sen bana. Ama kar taneleri birbirine benzemez ki kızım. Cesetler de benzemez. Ama bir cinayet başka bir cinayeti hatırlatır her zaman. Koşan atlar, düşen atları hatırlatır. Yağmur yağar, durur, tekrar başlar, yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir. Beşikten mezara kadar. karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı söylüyorum sana? Affet beni kızım, affet. Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı ki kızım."
Behzat Ç.

ZTB EAH KA EK

bazen telefona yapmak istediklerim (temsili)


1 numaralı zorlama

_ Merhaba beyefendi, Etik Kurul sekreteryasına bağlar mısınız?
_ Burası bekleme odası, santralden bilgi alabilirsiniz.
_ Santrali aramıştım ben ama...?
_ Hiçbir şeye basmayın, bağlanırsınız tekrar.
_ Peki teşekk...
(çat!)

2 numaralı zorlama

(Arizona Dream gibisinden bir bekleme müziği ile dakikalar geçer...)

_ Alo?
_ Merhaba hanımefendi, Etik Kurul sekreteryasına bağlar mısınız?
_ Nereye?
_ Etik Kurul. Klinik Araştırmalar Etik Kurulu.
_ Bi saniye bekleticem.

(sessizlik...)

_ Hastanemiz bünyesinde öyle bir yer yok hanfendi.
_ Sağlık Bakanlığı'nın sayfası önümde açık hanımefendi, orada yazıyor.
_ Artık yokmuş ama.
- Hanımefendi, dün onaylandı kurulunuz. Bilen biri vardır mutlaka, rica etsem...
_ Bi saniye. (ahizeyi ağzından çıkarır ve azıcık uzaklaştırır) Yavuz aaabiiiiiiii! Yavuz abiii! Burada etik kurul mu var?

(homurtular, mırıldanmalar...)

_ 300000'den Sema hanımla görüşebilirsiniz.
_ Peki teşekk...
(çat!)

3 numaralı zorlama

_ Alo?
_ Sema hanımla mı görüşüyorum?
_ Evet, hayrola?
_ Sema hanım, etik kurulunuz dosya kabul etmeye başladı mı acaba?
_ Dün kurulduk ama hocalar çok yoğun, kimseyle doğru düzgün toplanamadık daha, o yüzden henüz dosya almıyoruz. Uygun zamanlarını yakalarsam bir toplantı yapacağım ama...
_ Peki, teşekkürler.
_ Rica ederim.

(hayrola diye girdik ama, düzgün çıktık bi konuşmadan, oh be!)

SONUÇ: Ankara'da hala aktif bir Etik Kurul bulunmamaktadır.

(x'in sıfır çıkmasından nefret ediyorum!)

Türkiye bölünemez pastası

@kitschest karşı masadan bildirdi.

Bu habere "baeyaa komiğiz", "daha ne kadar salaklaşabiliyoruz, ona baktık" gibi bir başlık daha uygun düşerdi.

Kılıçla kesmişler pastanın kesebildikleri bir parmak yerini de. Umut Sarıkaya'nın Çile hikayesi kahramanları gibi konuşmayı göze almak pahasına söylemem lazım: Bu hal, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumun özetidir, bölünemez ülkeden arta kalan "creme de la creme" tabaka, kılıçla kesilse acımamaktadır.

Gerizekalılar.

Bir Poliklinik Efsanesi

"mağrur"

SAHNE: Hınca hınç dolu bir poliklinik, beyaz önlüklü doktorlar ve beyaz Ceyo terlikli hemşireler oradan oraya koşturmakta, hastalarda bir telaş, bir sıra kavgası; "ben önce geldim", "yav ben kantine kadar gittiydim", "benim işim çok kısa"lar havalarda uçuşuyor.

Yeni düzenlemelerle 5 dakikada bir hastayla işini bitirmek zorunda olan doktorların, angarya işlerini pasladıkları asistanları sürekli bir hasta ismi bağırıyor mübaşir gibi. Herkes tüm tetkiklerini, MR'larını, röntgen sonuçlarını ve daha neleri varsa hazır etmek zorunda; zaman yok, hiç zaman yok...

"Fatma Aslan!"

Bir kadın giriyor içeri, yaşlıca, başörtüsünü çenesinin altından bağlamış, doktora gelecek diye özenip Polaris terliklerini giymiş... İki dakika geçiyor geçmiyor; mübaşir asistan fırlıyor dışarı elinde tetkik sonuçlarıyla, kızgın:

"Bu hastanın scan'i nerde?!"

Önce çıt çıkmıyor kimseden. E kadın yalnız gelmedi ya oraya canım? Tekrar soruyor asistan:

"Fatma Aslan'ın scan'i nerde?"

Kapının önünde yaşlı bir adam huzursuzca kıpırdanıyor, eliyle kasketini düzeltiyor, önünü ilikleyerek kalkıyor ayağa, hafif ama mağrur bir sesle:

"Burdayım doktor bey."


(Anonimdir, şehir efsanesidir, kişi uydurmadır...)
fotoğraf: buro. ismi ben verdim.

dört büyükler, sonsuz küçükler

Uzun zamandır, uzun aralıklarla yazışmaya devam ettiğim bir arkadaşım bir futbol muhabbetinde bana Mersin İdman Yurdu Spor'u (sanırım böyle, veya bitişik yazılıyor, bilmediğim için bundan sonra MİY diyeceğim) tuttuğunu söyledi. Biraz şaşırdım. Çocuk Mersinli olmadığından değil, takım sorulunca direkt MİY dediğinden.

Öyle bir hissiyatım var ki herkes dört (üç değil) büyüklerden birini tutar ve gerisi laf-ı güzaftır gibi. Biz küçükken, futboldan anlamayan ve sevmeyen, evinde de belli bir seviyenin altında futbol muhabbeti olan insanlar arasında milli takımı tuttuğunu söylemek esastı. Sonuçta ateşli bir taraftarı olmasanız ve pek umursamasanız da, milli takım milli takımdır ve maçlarda onu tutmanız olağandır zaten. Bunu geçiyorum. Şimdi bile, geçen haftalarda Denizli-Göztepe maçını izlerken Osman'a hangi takımı tuttuğunu sorduğumda aldığım "Göztepe" yanıtı beni şaşırtıyor. "O tamam da, asıl hangi takımı tutuyorsun?" deme ihtiyacı hissediyorum. Oysa ki Göztepe de, bong asya liginde de olsa, normal ve tutulası bir takım.

Bizim evde annemin beşiktaşlı, kardeşimin fenerli ve benim de beşiktaştan dönme galatasaraylı (ama daha 7 yaşında filandım!) olduğumuzu düşünürsek, babama takım sorduğumuzda "Altay" yanıtını almamızın oldukça şaşırtıcı olduğunu tahmin edersiniz. Belki de dengeyi tutturuyordu, diye düşünürdüm; hani hiçbirimize hak geçirmiyor, filan...

Şaşkınlığın büyüğünü bundan daha 2-3 yıl önce, Altay'ın bir İzmir takımı olduğunu öğrendiğimde yaşadım.

Peder bey, Trabzon asıllı bir İstanbullu olarak dengeyi korumak adına Trabzonspor'u tutsan nasıl olurdu?

Cins adam, işte.

Onsuz Olmaz.

Bülent Ortaçgil ile Teoman'ın "Konser" albümünü aldım. Eylül Akşamı'na tav olup aldım, olabilir, doğru. O şarkıdan başladım dinlemeye. Beşinci şarkıya geldiğimde şunu düşünüyordum:

Sensiz Olmaz'ı...
Bülent Ortaçgil söyledi.
Bülent Ortaçgil ve Teoman beraber söyledi.
Levent Yüksel söyledi.
Emre Aydın söyledi.
Birsen Tezer söyledi.
Jehan Barbur söyledi.

Sensiz Olmaz'ı -kim bilir- canlı müzik yapılan kaç sağlam veya sikko barda, kaç şöhret olmaya çalışan genç ve kim bilir kaç hektar çim üstünde gitar çalan kaç üniversite öğrencisiyle onların eşlikçileri söyledi.

Ama kimse, Sensiz Olmaz'ı Müslüm Gürses gibi söylemedi.



Şu filmi de tekrar izlemeli.

"Halk" Partisi

Ülkede muhalefet adı altında öyle büyük bir kekoluk dönüyor ki, pes!

Basında klinik araştırmalarla ilgili birkaç ayda bir Mars maili gibi hortlayan haberler çıktığında onları ciddiye alıp yanıt vermek gerekiyor. Tekzipler gidiyor gazetelere, tabi ki hiçbir tekzip bir (sözde) skandal kadar dikkat çekmiyor. Böyle şeyler olduğunda ben hep şunu düşünürdüm: Birileri buna gerçekten inanacak ve bunun "hükümetin yüce Türk milletini ilaç şirketlerine peşkeş çekmesi" olarak görecek, gösterecek ve bu yanlış düşünce çığ gibi büyüyecek. Çünkü inandıramıyorum insanlara, birebir muhabbet ettiğim insanlara bile bu araştırmaların ağababasının Amerika'da, Avrupa'da döndüğünü, Türkiye'de nüfusa göre çok az miktarda araştırma yapıldığını. İnsanlar benim yerime filmde gördükleri Rachel Weisz'a inanmayı tercih ediyor.

Hani aklımızın ermediği veya yeterince bilmediğimiz birtakım ekonomik veya diplomatik naneler yüzünden yapılan birtakım işler var ya, çıkan kanunlar, aflar, yapılan özelleştirmeler... Bunların tümü gerçekten insanların veya devletin yararınadır demiyorum; hatta "taşıma suyla değirmen dönmez" veya "hazırda dağ dayanmaz" gibi atasözlerini mihenk taşı edindiğimden olsa gerek, çoğunun olumsuz etkilerinin daha çok olacağını düşünüyorum. Ama sonuçta itiraf ettiğim bir şey var: Bilmiyorum bunların altta yatan tüm sebeplerini.

Birinci Dünya Savaşı da, Franz Ferdinand'ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi sebebiyle çıkmamıştır, ona bakarsanız. Kemal Kara ne derse desin.

Şimdi bakalım muhalefetin muhalefetine:


ANADOLU AJANSI
25 Kasım 2011 Cuma 12:10:52

CHP'den ilaç çalışmalarındaki ölüm iddialarına araştırma istemi

TBMM (A.A) - 25.11.2011 - CHP, çok sayıda vatandaşın, ilaç firmalarının 2007-2010 yılları arasındaki ilaç çalışmalarına bağlı olarak öldüğü iddialarının araştırılmasını istedi.

CHP Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı ve arkadaşlarının imzasıyla TBMM Başkanlığına sunulan araştırma önergesinin gerekçesinde, yeni ilaç üretimi ve insanlığın hizmetine sunulmasının, insanlar üzerinde yapılan bir dizi çalışmayı da gerektirdiği belirtildi. Çalışmalara katılanların, yeterince aydınlatıldıktan sonra, hür iradeleriyle hiçbir şekilde zorlanmadan, gönüllü olduklarını beyan etmeleri gerektiği ifade edildi.

Gerekçede, Türkiye'de vatandaşların, özellikle üniversite öğrencilerinin yoksulluk nedeniyle ilaç araştırma deneylerine katılarak, para aldıkları, deneyler sonucunda da yaşamlarını yitirdiğine yönelik haberlere işaret edilerek, bu durumun, vatandaşların onurunu zedelediği belirtildi.

Sağlık Bakanlığının, klinik deneylerin hem bakanlık hem de etik kurullar tarafından denetlendiği, deneklere para verilmesinin ise yasak olduğunu açıkladığı ifade edilen gerekçede, şunlar kaydedildi:

''Bu ifadelerle basında yer alan ifadeler arasında önemli çelişkiler
vardır. Bütün şirketlerin ana hedefi kar etmektir. Dünyanın en büyük şirketleri arasında yer alan ilaç şirketlerinin ilaç araştırmalarını kendi ülkelerindeki denetimlerin sıkılığından kaçarak, geri bırakılmış ve fakir ülkelere kaydırdığı bilinmektedir. Bu durum, hiçbir şekilde kabul edilemez.

Ülkemizde yürütülen ilaç araştırmalarının finansmanında kullanılan bütçenin nerelere harcandığı, başta öğrencilerimiz olmak üzere vatandaşlarımızın içinde bulunduğu ekonomik koşulların istismar edilerek, kullanılıp kullanılmadığı araştırmaya muhtaçtır. Sadece araştırma kayıtlarına bakmak aldatıcıdır. Halen hayatta kalmayı başarabilen deneklerle, kurulacak Meclis Araştırma Komisyonu'nun detaylı bir görüşme yaparak, deneysel çalışma için aydınlatılmış onamlarının olup olmadığı ve çalışma için para alıp almadıklarının tespiti gerekir.''

(MLT-KUD)
12:11 25/11/11


Niyet güzel, amaç doğru, komisyon gerekli belki ama ifade çoooook yanlış ve art niyetli.

"CHP elit kesimin partisi azizim, halka inmesi lazım" diyorsunuz da, ben yukarıdaki iddiayı okuyor ve bunu kaleme alanın tam "halk" olduğuna karar veriyorum (burada "halk", Onurlu'nun kullandığı anlamda ve onun vurgusuyla söylenmelidir)

Ben küçükken, hayal meyal hatırladığım yaşlardayken daha, "büyüyünce milletvekili olacağım" dermişim. Kafayı yemişim besbelli. Bilmeden konuşmayı marifet sayan cahil cühela adamlarla aynı kırmızı koltuklarda oturup aklına mukayyet, sinirine hakim olmak mümkün olmazdı zira. Ha, muhalefet böyleyken, hükümetten bahsetmiyorum bile.

Anladıkları dilden özet geçeyim bari, kısaca: Akıllı adam ne arar la mecliste?

Aptallık denen araf

"Keşke salak olsaydım" diye bir şey var ya, ben de demişimdir kesin şimdiye kadar birkaç kez. Benim zeki olduğuma kim karar veriyor, belki zaten aptalım o ayrı konu; bir de mutlu olmanın şartının (yeter değilse de, gerek şartının) aptal olmak olduğu gibi bir kanıya nasıl kapılıyoruz? Araf gibi bir şey de olabilir aptallık, "allahım bazı şeyleri anlamıyorum ben galiba" diye, sürekli bir şeyler kaçırdığın hissiyle de yaşayıp gidebilirsin ve hiç adam gibi mutlu olamayabilirsin de. (Zaten o lafın aslı da aptallık değil, cahillik içeriyor. Ignorance'ın tam karşılığı olamasa da.)

Acayip.

Bugün hiç de askere uğurlama gibi olmayacağı daha başından belli olan bir yere gitmek için, hafif sakat olan ayağımı sürerek ilerliyordum metroya doğru. Şevval Sam "söyleyemem derdimi" diyordu kulağıma kulağıma. Halbuki yarım saate kadar boğazıma kadar Gaga'ya batacağım kesindi. Taksim'e gittim, D&R'a girdim, çok uzun zamandır beklediğim ve dinlemeden aldığım Lulu'yu geri verip iki tane CD aldım, çıktım, para çektim, mekana girdim. Maç vardı. Maç. Arkadaşlarım askere gidiyordu ve televizyonda maç vardı.

İyi ki gelmek için acele etmemiştim.

Bugün benim için güzel bir gün değildi zaten, gecenin de güzel olma gibi bir ihtimali yoktu ama en azından dostlarla rakı sofrasında olsak iyi gelirdi bana. Birinin uğramadığı, birinin erken kaçmadığı, kendi kendine takılmadığı, bir karı umudunun peşinde her haftasonu yaptığı şeyi yapmadığı bir yerde olsaydık (yok, bir de karıya kıza yazmanızı izlemeye gelecektim. o kadar da değil.)

Keşke, diyorum bazen, keşke tüm genellemelerin içine kıvrılıp yatabilseydim ve kendimden nefret etmeyecek olsaydım o zaman. Ama yaşayamam bununla, yaşayamayacağımı biliyorum. Yapamam bu saatten sonra.

Düşündüm, kızım olursa ileride, kız olsun. Nefes alsın. Ne olduğu, nerede durduğu belli olsun. Beni rahatsız eden şeyler ona normal gelsin. Böyle olduğunu hiç düşünmeden yaşayıp gidebilsin. Kimse onun için "Şişli'de bir apartmanınız olacağına Öykü gibi bir kızınız olsun" demesin, tamam. Bana garip gelsin kızım.

Ama sadece bana garip gelsin.

Bir gün soracaklar.

_ Bana bu kadar kötü bakıyor olamazsın.
_ İstersen sarhoş olmadığında konuşalım.
_ Sarhoş olmadığımda konuştuk.
_ Anlattın mı kimseye?
_ Anlatmadım.
_ Anlatsaydın, öyle diyordun ya? Dalgasını geçecektiniz hani?
_ ...
_ Kafanda şu şişeyi kırabilirim şu an.
_ ...

Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, hiçbir şey bilmeyen insanlar için ne kadar olağan.

Sen ve o. Nasıl böyle.

Anlatmadın. Anlatmadın, veya anlatamadın. Çünkü hepsi sana kızacaktı. Bir hafta öncesi için değil, bir hafta sonrası için.

Ya da kimse kızmayacak, çünkü kimse anlamayacaktı; kendini onun yerine koyamadıkları için.

Ne kadar önemsiyordu bazen başkalarını (gerçekten) ve başkalarının gözündeki kendini (bu, onun gördüğüydü)

Bir gün gelecek, soracaklar "ne oluyor?" diye. Ona gidecekler, sana gelecekler, "normal değil bu haller" diyecekler, ne oldu, ne oldu da siz böyle? Ne oldu da siz bu kadar? Ne oldu da birbirinizden?

Uzaktınız.

Soracaklar ama anlatamayacaksın.

Ya da çok iyi anlatacaksın ve hepsi yanlış anlayacak.



Hazmedemiyor. Uğruna canını feda edebileceği adamın, onun için egosunu feda edememesini hazmedemiyor.

(22 Ekim 2011 ~ 24 Kasım 2011, İstanbul

140 sn.

Çok sinirleniyorum. Çok, nasıl kızıyorum belli değil. Öyle 140 karakterde betimlenecek gibi değil içimdeki kırmızılık. Bir çırpıda yazacağım ve yayınlayacağım dokunmadan.

Kadınlara kızıyorum. Tüm kadınlara genellenebilecek kadar kötü davrandıkları için, hiç hak etmeyen adamlara. Onları aldattıkları, sevmedikleri, hayır derken aslında evet, evet derken "siktir lan" dedikleri için içlerinden... Üç-beş tane kendini bilmez kadının yaptıkları bana dokunduğu, bana mal olduğu için -sırf onlar orta malı oldular ve onların bu yaptıklarını çok fazla insan konuştu, diye-

Erkeklere kızıyorum. İkiyüzlü oldukları, sürekli aşkı aradıklarını iddia ettikleri ama her kuyruk sallayana köpek gibi gittikleri için. Hayatlarına giren üç-beş tane kadının hayır derken aslında evet, evet derken aslında "siktir lan" dediğine tanık olup, bunu tüm kadınlara genelledikleri, sonra da kadınlardan onay almayı, onlarla bırak sevgiliyi, arkadaş olmayı bekledikleri için.

Bu da böyle bi kriz.
Yerseniz.

Bu ikiliye dikkat!

1. Kenan Doğulu'nun Ellerimde Çiçekler'ini, Grup Gündoğarken'inkine tercih eden insan
2. Tarkan'ın Yandım'ını Mazhar Alanson'unkine tercih eden insan

yareppim sen koru.

Adele der ki...

Asla "asla" dememeye çalışırım ama evet, sonuç aynı: Sanatımla sevilmek istiyorum.
"The way I am."

Bu hala mümkün.

afiç

"Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Türkiye'nin "BB" olan yerel ve yabancı para cinsinden uzun vadeli kredi notunu teyit ederken, not görünümünü "Pozitif"ten "Durağan"a çevirdi."

Şimdi, haberde kullanılan görsele bakalım:


Benim başıma gelmiş bir olay değildir ama Sinan anlatmıştı; StepS'in editörü olduğu zamanlarda serbest ticaret konulu yazının (Koray'ın yazısıydı sanıyorum) mizanpajını gözden geçirirken, yazıda kullanılan fotoğraf takılmış gözüne. Alt alta üst üste birtakım adamlar varmış görselde. Bunun ticaretle ilgisi ne, diye sormuş tabi Sinan, o zamanlar beraber çalıştığımız ajans olan Figür'deki kanka elemanlara... Görünen o ki, adamlar serbest ticaret yazıp stoklarda aratmış ve muhtemelen karşılarına çıkan ilk şeyi kullanmışlardı: Serbest güreşle ilgili bir görsel.

3000 baskılı bir kampüs dergisinin sayfa sayfa tüm yazılarını, tüm görsellerini ezbere bilirdik biz. Çünkü sonunda iyi bir şey yaptım demek önemliydi, onu yıllar sonra hatırlamak veya bizim yıllar sonra o dergilerle hatırlanmamız önemliydi. Seviyorduk yaptığımız şeyi, aşıktık belki.

Şimdi bak, milyonların okuduğu iddia edilen gazetenin yaptığına... Bir Umut Sarıkaya karikatürü olsa, "ehehe afiç" der geçerdik ama, değil.

Yaptırdığınız reklamlar hariç hiçbir elle tutulur özelliğiniz yok sevgili Zaman. Reklamlarınız için de size değil, çalıştığınız ajansa veriyorum şuku, tabi ki. Sizse, işinizi ciddiye almıyorsunuz bile.

Yaftalamadan düşündüm, bu sonuç çıktı.


(24 Kasım 2011, İstanbul)
Mutlu yıllar Sinan!

Teflon

_ Nooldu abi şimdi?
_ Ya kız hasta oldu yataklara düştü filan diye düşünüp geri getirdi babası. İbrahim paşaya getirdikleri iyi bi doktor vardı, onu getirdiler gösterttiler filan, kızın göğsünde yaralar başlamış, dediler veba bu... Abi bulaşıcı hastalık sonuçta, vebalıya dokunan ölüyor da ona bakan doktor noluyor? Adam yıllarca tıp okuyor, sonra hoop vebadan git...
_ Heralde bakıyolardır çaresine kuz.
_ Nasıl bakıyolar abi, dokunarak bulaşıyo hastalık işte.
_ O senin dediğin teflon hikayesi gibi. Hani var ya, teflon tavaya hiçbir şey yapışmıyorsa teflon, tavaya nasıl yapışmış kafası... Yalnız 60 sayfa Yiğit Özgür okudum, sen çizgi öyküden beter çıktın yahu.
_ Şey var mı o kitapta, hani kadın içeri gidiyo geliyo da sürekli muhabbet değişiyo, sonra silah alıp geliyo falan?
_ Var. Amca da var. Yekteran Baymedir bile var olm, "baharla birlikte denize düşen ilk yekteran"...

(it goes on without end)

legen...wait for it-

a: 800 oldu mu?
b: Yok, daha 300 filan.

tek tek basaraktan

Tam da "ayağımı iyi ki koltuğa vurmuşum, tek tek basarak yürümeyi öğreniyorum, bir sonraki adım bade süzmek" diye düşünürken (neyse ki inci dizecek kadar takı tasarımı tecrübem var, orayı direkt atlayacağım) bu sabah feci bir ağrı ve şişlikle uyandım.

Acı eşiğim düşüktür ama bunun konumuzla bir ilgisi yok. Bir gün boyunca doktora gitmeyi reddedip olayı bu boyuta getirerek iyi bir şey yapmadığımın farkındayım. Yok, doktordan korktuğumdan değil, tamamen üşengeçlikten. Bir tıp adamı olan babamın "geçer ya"cı genleri bana da geçmiş olacak.

Babamdan feyz alarak "geçer yea" dedim ama geçmedi. Geçmediği gibi, zavallı ikinci parmağım iki katına çıktı ve ben kırık olmamasını umarak doktora göründüm bugün. Neyse, kırık değilmiş, sadece yumuşak doku travması. Doktor bana 3 günlük bir rapor yazarken ben "bu hafta 3 gün çalışmazsam haftaya mesaide geçireceğim travmayı düşünemiyorum" dedim, ama dinlemedi ki. Nitekim ben de eve dönüp 4-5 saat kadar uyuduktan sonra ofisten bilgisayarımı eve gönderttim ve çalışıyorum. Şu an ara verdiğim için blog yazıyorum; yani ofiste nasıl davranıyorsam aynen öyle devam ediyorum, merak edilmesin :)

Ağrı konusunda çeşitli iddialar vardır; biri "diş ağrısı hiçbir şeye benzemez" derken, biri çıkıp "migren rulz" veya "regl sancısı gibisi yok" diyebilir. Eşi benzeri olmayan bir ağrı değil benimkisi, ama iddia edebilirim ki ayak parmakları da insanı vezir ettiği gibi rezil ediyormuş.

Neyse ki Vecihe gibi arkadaşlarım var ve bana sanal ortamdan çiçek gönderiyorlar. İyi niyetleriyle birlikte!!!!!

:)

Bir tane normal arkadaşım olsun, dişimi kırıcam, sonra dişçidir, protezdir uğraş dur.

Yerli dizi, yersiz uzun bakışma

Pis Yedili diye bişi başlıyormuş, galiba dizi. Çıkış cümlesi "Yoksullukları en büyük zenginlikleriydi." (yoksullukları'ndan sonra hafif es vererek okunacak) Bir de orada yazmayan yan cümlesi var: "Bir de aşkları" (bir de'den sonra hafif es vererek okunacak)

Onların yoksullukları, en büyük zenginlikleri değil. Birilerinin yoksullukları, yapımcıların en büyük zenginliği.

Fragman şahane. Birbirine bakan gençler... Yerli dizi, yersiz uzun bakışma. Aşıksanız öpüşün arkadaş, tenhadasınız, tutan mı var? O dönüp yanındakine bakıyor, arkadaki öndekine bakıyor, onun yanındaki ona... Herkes elinde olmayana aşık yani, büyük trajedi geliyor!

Yıl olmuş 2011, artık Yunan tragedyasının yerine Türk dizilerini koymanın vakti geldi de geçiyor bile.

Dizicenek güzel bir es verecekler gibi geliyor bana da, hadi hayırlısı. Ben böyle konularda pek haklı çıkmıyorum; sonuçta Akasya Durağı hala yayında. Pis Yedili oyuncuları da yanıldığımı umsunlar o vakit.

you're gonna wish you / never had met me

Adele'in en çok "Rolling in the Deep"ini seviyorum. Bıkmadan dinleyebilirim üst üste, defalarca. Ritim, güç, sözlerin iğneleyiciliği, bir de benim o çok sevdiğim iç sesleri şarkının - tabi severim ve pıtır pıtır masa altı dansı yaparken bağıra çağıra eşlik etmemek için de kendimi zor tutarım!

Michael Jackson kliplerinden fazla izlenmiş olmasına şaşırmıyorum.



Bir de, kadındaki şu surata bak allasen. Şahane bence.

Eşeğin siki (konulu)

Bu akşamımız "konulu konulu", Harun komserimin dediği gibi. Lakin attığım başlık benim konum değil; iki saattir kapının çalınmasını bekleyerek çöpün etrafında dolaşıp, muhabbetin kapıyı açabileceğim bir seviyeye gelmesini bekleyen ben, tamamen masumum.

Kapıcı (kusura bakmazsanız apartman görevlisi diyemeyeceğim eşeğe atlayan adama), yan komşuyla ekir ekir güldükleri bir muhabbete balıklama dalıp, çıkamadılar iki saat. Ulan kapımın dibindesiniz, girin içerde tartışın ne zıkkım tartışacaksanız... Komşum olacak adam kapıcıya "sen eşeğe atladın mı?" diyor, kapıcı "atladım tabi köy yerinde, atlamadım diyen yalan söyler" diyor, komşum olacak adam "öyle dimi, ilk eşekle mi oluyor" diye sürdürüyor muhabbeti; tüm konuşmalar da aynen bizim evin içinde. Bunlar iki kadın, acaba evdeler mi diye düşünen yok.

Ha, seslerinin yettiğince hayvanlı porno film aktarırken seslerini kısmak akıllarına gelmiyor ama, kapıyı aniden açınca nasıl kaçışacaklarını da bilemiyorlar. O kadar normal bir şey konuşuyorsanız neden çil yavrusu gibi dağılıyorsunuz o vakit? Durun, kapıyı kapatmadan bi iyi akşamlar, nasılsınız, evden memnun musunuz deyin filan, yok dimi, o yüz kalmadı çünkü, eşeğin sikine gitti o yüz.

Yav bu erkekler yok mu... Yarısından çoğunu at çöpe, ver kapıcıya, kendisiyle beraber bıraksın sokağa.

be running up that road-

Günlerdir içimde dönüp duran şarkı.

You and me be running up that hill...




You and me won't be unhappy.

politika diyordum kıravat mıravat

Hokus pokusla sırala


Bugün sevgili google reader'a ve onun -belli ki- google translate kullanan sadık çevirmenlerine bir şarkı armağan ediyorum, çok içimden geldi yaa:

Abra-abracadabra / I wanna reach out and grab ya!

İbrahim Sadri olmayı istemek, İbrahim Sadri olmanın yarısıdır.

Aslında her şey, Onurlu'nun neden deri ceket giymediğini bizlerle paylaşmasıyla başladı... "Gökhan Özen'in deri ceketi ile yazlık mekanda çektiği üşüyorum ödünç ver ellerini klibinden" dolayı deri ceket giymediğini açıklaması, Gökhan Özen sempatizanları tarafından tepkiyle karşılandı. "Sen o kıyafetin,bir klip için seçildiğini anlamamışsan,zaten deri ceket giyme be arkadaş,sana yakışacağını hiiç sanmam:)))" gibi bir tepki veren bir günboyuGökhanÖzenyazıpTwitterdaaratıyorumkifırsatçıksınbirilerinelafsokayım'cı karaktere (ki biz kendisine bundan sonra kısaca "abidik" diyeceğiz) gereken cevabı vermekte hiç beis görmedi tepkisel hareketin simgesi Onurlu: "yok ben genelde ironiden anlamayan nesle bi siktir git ya derim ;)" (Abidik'in bu cümledeki göndermeyi anladığı hiç zannedilmemektedir.)

Tüm bunlar olmadan önce, Onurlu deri dekete karşı tavrını ilk açıkladığı esnada bellatrix, deri ceket denince akla gelen başka bir simayı hatırlatmayı kendine borç bildi. Zaten Twitter böyle gereksiz işler için var, değil miydi?

"ama deri ceketini kırmızı boğazlı kazağın ve 'o' gidince yediğin soğan ile kombinleyerek ibrahim sadri de olabilirsin!"
İbrahim Sadri (temsili)

Onurlu hiç durur mu, yapıştırdı cevabı:

"hatta 'gardaşımla oturduk yer sofrasına, anamın mintax kokulu masa örtüsü üzerinde paylaştık hayatımız gibi son dilim ekmeğimizi' gibi dörtlükler bile yazarım, benden acaip ibrahim sadri olur, tam benim tasvir tarzımda bir adam ehe"


"Mintaks iyi güzel de, aşksız olmaz hacı" diyen bellatrix, elbette başka bir üstadı anmadan geçemeyecekti...

"araya iki satır da aşk atarsan, hafif eziklenerek böyle, cezmi ersöz oldun bitti :)"


Bu esnada, sıkı takipçi zaphod beeblebrox araya girip, ikiliye beklenen açıklamayı yaptı:

"acımasızlığınızın hastasıyım."


Acımasızlık boşuna değildi, belki hayat bizi bu hale getirmişti, belki felek döner tekme atmıştı (tam bilemiyoruz, kaçırdık orasını) ama bu sözcük, bu "acımasızlık" sözcüğü gurbet ellerde kendine yeni bir yaşam yaratan Onurlu'yu derinden etkilemiş, ona ilham kaynağı olmuştu...

"acımasızlık zalımlık nedir ki gardaşım, anamın mintaks kokulu bembeyaz masa örtüsü üzerine, bir bardak çayı bile bile boşaltmak mı yoksa? çocukluğumda anamla gittiğim pazarlar geldi aklıma, gardaşımın belinden eşofman altı için altığımız don lastiği geldi aklıma. zamane aşkları gibi nereye çeksen oraya uzuyordu... oysa bankadaki veznedar bile şahitti bizim Allah sevgisi kadar temiz,bir çocuk bakışı kadar neşeli aşkımıza"


Ve Onurlu, farkında olmadan, "acaba olsam mı?" derken, bir İbrahim Sadri oluvermişti bile! Sonuçta İbrahim Sadri olmayı istemek, İbrahim Sadri olmanın yarısıydı (yarım İbrahim Sadri görüntüsünü çocukların ulaşabileceği yerlerden kaldırınız)

Velhasıl, siz de İbrahim Sadri olabilirsiniz. Fiziksel ve gardropsal şartları karşılayıp, boş 5 litrelik ayçiçek yağı kutularına çiçek ektikten sonra hala aklınıza bir şey gelmiyorsa, ilham için burayı tıklayabilirsiniz. Yazdığınız şiirleri youtube'daki boşlara gönderip onlara google görselli, yedi karanfil müzikli klipler de hazırlatabilirsiniz. Hadi yine iyisiniz (böyle dedik diye de favori uzatmaya başlamayın aman ha!)


(Bu yazı eşzamanlı olarak Portakal Suyu'nda da yayınlanmaktadır.)

Bi plakan eksikti!

Bu akşamki nişanın sonunda, otelin önünde arabamı bekliyordum. İnsanlarla öpüştük, vedalaştık, araba geldi, bir adım attım, durdum. Benim arabam değildi artık o ZG, unutmuş, boş bulunmuştum. Benim yerime geçen kız oturdu sürücü koltuğuna. Yanına binen eski ofis arkadaşlarım gülümsediler bana, anladılar. Aslında beni isterlerdi sürücü koltuğunda -sadece bunu bilmek bile güzel-.

Tesadüf bu ya, ardından gelen araba da demin sürücü koltuğuna oturan kızın eski arabasıydı. Benim de şimdiki arabam. Ee, sektör küçük, böyle yer değiştirmeler konuşma konusu bile olmuyor. Sadece bana konu oluyor, işte böyle.

Plakalarla bir derdim var benim sanırım. Belki kendi arabamı bile tanıyamadığım, plakaya bakmadan o olduğuna emin olamadığım içindir. Eğer arka camda sarı ördeğimi (tamam Vecihe, ördek değil o, platypus :) senin dediğin olsun) göremiyorsam, plakaya bakarım başka bir arabanın kapısını zorlamış olmamak adına.

Plakalarla derdim var evet. Plakaları unutmuyorum, yıllardır aklımda duran ve hiçbir işe yaramayan, ölmüş veya benim için ölmüş insanların telefon numaraları gibi onlar. Trafikte onlara rast gelirsem dikkat kesiliyorum, hatta duruma göre bazen kaskatı kesiliyorum; eski sevgilimin eski arabası, eski sevgilimin yeni arabası, eskiden sevgili olmayan adamın arabası, benim eski arabalarım, bir arkadaşın eski arabası... Her plakayla bir anı, o insanın bana hissettirdiği bir şey geliyor aniden. Sadece ortadaki harflerin tutması bile yetiyor bazen.

"Önümde uzunca bir zamandır görmediğim bir araba var; içinde de uzunca bir zamandır görmediğim biri. Plakaya tekrar baktım. Uzunca bir zamandır bu plakayı görmeye çalışmamış, acaba rastlaşır mıyız diye beklememiştim. Selektör yapsam mı, dedim; o kadar yırtık olamayacağıma karar verdim. Birine selektör yapmayı yırtıklıktan saydığım için hiçbir zaman yırtık olamayacağıma da tekrar karar verdim."

İşte tüm bunlar yüzünden... Bi plakanı bilmem eksikti!

Up in the Air: Berbat bir hayat

Up in the Air'i izledim bu gece, şarap gibi adam George Clooney'nin, düşündüğümden iyi filmini. Üzüldüm yahu. Filmin amacı bu muydu? Ben sadece kendimizi sorgulayacağız filan sanıyordum... Neyse, olan oldu.


***And hey, I've looked all my life for you, Now you're here Parlement sinema kulübü ile spoiler başlıyor And hey, I'll spend all my life with you, All my life***


Güldürmediği kesin filmin ama, atlatamadığım arkadaşlık travmalarımın yüzüme vurulmasının beni eğlendirmediği de bir o kadar kesin.

Ben çok ağır çantalar taşıdım yıllarca, okulda pek bir şey bırakmazdım. Bir de benim kitabım benim kitabımdır yani, istediğim gibi kullanmak isterim; o yüzden şimdi IKEA kitaplığımın raflarına bel verdiren kalın kitaplarımı yanımda getirip götürdüm yıllar boyu. Düşünüyorum da, omzum hiç şu an olduğu kadar kadar acımamıştı.

Aşağıda okuyacağınız ne tür bir motivasyonel konuşma veya iyi bir amaca hizmet ediyor mu bilmiyorum ama, benim için doğru.

"How much does your life weigh? Imagine for a second that you're carrying a backpack. I want you to pack it with all the stuff that you have in your life... you start with the little things. (...) Now I want you to fill it with people. Start with casual acquaintances, friends of friends, folks around the office... and then you move into the people you trust with your most intimate secrets. Your brothers, your sisters, your children, your parents and finally your husband, your wife, your boyfriend, your girlfriend. You get them into that backpack, feel the weight of that bag. Make no mistake your relationships are the heaviest components in your life."

*

Kızı karşısına oturtup anne gibi, ya da hadi, küçük teyze gibi tavsiye veren Alex, iyiydi. Natalie, hepimizin arada bir aklına gelen ama gelmesinden hoşlanmadığımız bir şeyler söyledi...

"Sometimes it feels like, no matter how much success I have, it's not gonna matter until I find the right guy. I could have made it work, he really fit the bill, you know. White collar, 6'1, college grad, loves dogs, likes funny movies, brown hair, kind eyes, works in finance but is outdoorsy. I always imagined he'd have a single syllable name like Matt or John or Dave. In a perfect world, he drives a 4 runner and the only thing he loves more than me is his golden lab. And a nice smile."

Bu argümanların çöpe gitmesi için veya böyle kriterler koymamak gerektiğini öğrenmem için 34 yaşına gelmek zorunda olmadığıma sevindim. Kriterler koyduğunuzda, karşınıza çıkan neredeyse herkese "razı olduğunuzu" düşünüp mutsuz olursunuz ve mutsuz edersiniz karşınızdakini de. Bunu erken öğrendim.

Herkesin kötü yönleri, kötü alışkanlıkları var; eminim tanısam çok severim onları.

Belki de hepsi, razı değil, hazır olmakla alakalıdır.

(Ama gülümsemenin güzel oluşu her zaman işe yarar!)

*

"Ryan Bingham: Your resume says you minored in French Culinary Arts. Most students work the frier at KFC. You busted tables at Il Picatorre to support yourself. Then you got out of college and started working here. How much did they pay you to give up on your dreams?
Bob: Twenty seven thousand a year.

Ryan Bingham: At what point were you going to stop and go back to what made you happy?"


Kovduğu bir adamın, sözlerine karşılık verecek hiçbir cevabı kalmadığını düşündürürken beni şaşırtan Ryan Bingham'ın yukarıda dedikleri, bana eski şirketimdeki arkadaşlarımın "bizi kovsalar da kurtulsak" deyişini hatırlattı. Sanki bizi kovup paramızı verseler, ondan sonra hayatımıza hep daha mutlu olacağımız işlerde devam edecekmişiz, istifa etmekten bizi alıkoyan tek şey tazminat alamayacak olmamızmış gibi. Peh. Sıkıntıyı başka bir sıkıntıyla örtbas etmek gibi (siz de bir yeriniz acıdığında başka bir yerinizi, mesela kolunuzu ısırır mısınız odağı dağıtmak için?)

Sonuçta kovulmadık, istifa ettik ve gördük ki, bizi daha mutlu olacağımız işler yapmaktan alıkoyan tek şey memur kafamız, nasıl diyelim, 'bugüne ve geleceğe güvenle bakma' isteğimizmiş.

Bir de görüşmeye gittiğimiz ve bizi alacaklarını sandığımız, kriterlerimizi düşürmeye razı olduğumuz o yerin bizi işe almamasıymış.

*

"I googled you. That's what modern girls do when they have a crush on somebody."

Well, I may say that is just good sense :]

*

Amélie / bahçe cücesi göndermesi, oldukça iyiydi.

*

Berbat bir işti Ryan denen adamın filme konu olan işi. Bu sıkıntıya girmek istemeyen ve bu sıkıntıya girmeme lüksünü karşılayabilecek parası olan şirketlerin elemanlarını onlar için kovuyordu; bunun için yılın sadece 43 gününü ev dediği ve nefret ettiği otel odasından bozma yerde geçiriyor, kalan sürede sürekli uçuyordu, deli gibi mil biriktirmek için, Küçük Prens'in önemli iş adamı vardır ya, onun gibi millerini bir kağıda yazıp çekmeceye kilitleyecekti herhalde. Kral bile değildi yani adam.

Berbat bir hayat.

Ve insanları kovarken onlara "artık geleceğinizi düşünmeye başlamalısınız" olan adamın, kendi geleceğini hiç düşünmeyişinden aldığı haz, pek ironikti. Yine de adamın fikrinin yavaş yavaş değişmesi, bunun bir film olduğunu ispatlar gibiydi. Gerçek hayatta böyle şeyler olmaz, piç adam piç adamdır, kötü hayat felsefesi de kötü hayat felsefesidir; bir kızın size ayaküstü çemkirmesi aklınızı başınıza getirmez, aşık olasınız yoksa da olmazsınız. Hayat karmaşık değildir, hayat açık ve nettir; onu karmaşık hale getiren şey basit ve tahmin edilebilir -ve yalan- Hollywood filmleridir. Görünen bu.


***And hey, I've looked all my life for you, Now you're here Parlement sinema kulübü ile spoiler bitti And hey, I'll spend all my life with you, All my life***


Up in the Air'i beğendim ben. Üzdü beni birçok açıdan ama, beni üzen birçok şey gibi güzeldi de, birçok açıdan.

Filmin Türkçe ismi hariç tabi. "Aklı Havada" nedir abi? "Berbat bir Hayat" diye çevirivereydiniz ya?!

Neyse neyse, bi şarkı madem, tabi ki filmden:

Bugün güzel bir gün değil.

Bugün güzel bir gün değil.

Keşke yanımda olsaydın.
Ya da o çok zorsa,
Keşke arayabilseydim seni elim telefona gittiğinde.
Ama olmaz ki.

Bugün hiç güzel bir gün değil, canım.
Ve ben ilk seni düşündüm bugünün tüm kötülüğünde.

Gel, teşekkür edeyim sana.

"Babam ölmesin!"

Etinden et koparıyorlarmış gibi bağırarak çıktı hastaneden kadın, dağınık saçları başındaki yemeniden yer yer fırlamış, kıyafetleri özensiz, üstünde bir yün yelekle sadece - bu soğukta! Belli ki soğuğu düşünecek hali yoktu. Ayağa kalktım, sigarasız elimi cebime sokup paltomun içine sindim iyice.

Kadın dışarıda bekleyen minibüse doğru ilerledi, bağırmaya devam ederek, arada nefes almak için çok kısa molalar vererek sadece. Bir çocuk ona doğru yürüdü, ne olduğunu anladı, hastane merdivenlerinin önünde, olduğu yere çöktü, yüzünü ellerinin arasına gömüp sarsılmaya başladı. Sonra onun da hıçkırıkları yükseldi ellerinin arasından, boğuk boğuk...

Kadın ve çocuk belli ki yakınlarıyla gelmişlerdi, kim bilir nereden gelmişlerdi, burada insanlar telefonda konuşurken "Antep'teyim" deme ihtiyacı duyuyorlardı, şehirden şehire, hatta başka ülkeye taksiyle gidilen yerlerdeydik çünkü. Sesleri duyup minibüsten dışarı fırlayan bir kızı iki-üç kişi tuttu, kız kavgadaymış gibi kurtarmaya çalıştı kendini, kurtarsa hastane kapısıyla kavga edecekti sanki. Olmadı, kurtaramadı kendini yakınlarının elinden, sesi yırttı yağmurlu, bulutlu, soğuk günü sadece: "Babam ölmesin!"

Babası, ölmüştü.

Ben hiçbir şey yapamıyordum; üniversite mezunu, çalışan, sertifikalı ilkyardımcı, blogger, zırt vırt: Hayattaki hiçbir sıfatın hiçbir işe yaramadığı anlardan birindeydim, üzülüyordum ama neye, kime daha çok üzüldüğümü bilmeden. Elimden sadece ayakta durmak geliyordu. Saygı duruşundaydım sanki.

Kadın gidip birinden sigara istedi ("Bi tane yaksana" "Sen sigara içiyor muydun?" "İçicem şimdi") O kadar içmiyordu ki aslında, kendi sigarasını yakamıyordu bile. Ne kadar ironikti belki de sigarayla ölümü hızlandırılmış birinin ardından sigara içmeyi istemek...

Bense içemeyip attım sigaramı. Hava almaya dışarı çıktığıma bin pişman olmuştum, kahrolmuştum ayaküstü. Şehit ailelerini düşündüm, oturduğumuz yerden verdiğimiz kararları, vardığımız yargıları, empati kuramayışımızı ve aslında kimseyi anlamadığımızı (hala da anladığımı iddia edecek değilim)... Telefona gitti elim, biriyle konuşmam lazımdı, kiminle konuşacağımı bilemeyip koydum yerine telefonu. Kimse yeterince yakın değildi bana o anda.

Ya da ben çok uzaktaydım.

Bilir misiniz, Gaziantep'te Onkoloji Hastanesi dağ başında, her yerden uzakta bir yerdedir... Anladım bugün neden olduğunu. Hasta olmayanlar o çığlıkları duyup, korkmasınlar diye.


(18 Kasım 2011, Gaziantep)
Fotoğraf: buro

naçizane: tavla kızı

(gerisini de bir gün yazmak umuduyla)

Anlattığı irili ufaklı, saçmasapan her şeyi dünyanın en önemli şeyiymişçesine dinlediğiniz kişiye "tavlamaya çalıştığınız kız";

Anlattığı en önemli şeye karşı bile "detaylarda boğulma, dümdüz anlat" dediğiniz kişiye de "tavladığınız kız" denir.

Tecrübeyle sabittir.

Not As Me

Sonunda böyle görüneceksem, acilen bir sevgili edinip ayrılabilirim kendisinden:

Hastası oldum şuranın. Mekanın, bahçenin, havanın, yerden tavana camların, minderin, uzun saçın, defterin, yazmanın, her şeyin.

Çok severim bu şarkıyı albüm çıktığından beri. O zamanlar ben de fake atıyordum; önce yalandan, sonra gerçekten yeni baştan başlayana kadar.

Çünkü hep başlanır sıfırdan. Hep.



Yoksa siz de kobaylaştıramadıklarımızdan mısınız?

Gazetecilikten ne zaman nefret ediyorum biliyor musunuz? Para yapacağını bildikleri asparagas haberi, insanları o konuyla ilgili nasıl etkileyeceklerini hiç düşünmeden sallayıveriyorlar en çok okunan gazetelere. O adamlar yükseliyor, biliyorum. Şerefsizce, alçakça yükselip; altlarındakilere de böyle yapmalarını buyuruyorlar. Biz de o gazeteleri alıp, çimlerde üstüne oturmak için kullanıyoruz. Biz en fazla boş haberin olduğu, en kalın ve ucuz gazeteyi alırız ama, orada yazanlara inananlar da var. Bu kobay haberlerine inanacaklar olduğu gibi.

Biri, Sağlık Bakanlığı temsilcilerinin de bulunduğu bir toplantıda söyledi, çok da doğru söyledi: "Tutup yüzlerce, binlerce hekime klinik araştırma eğitimi vereceğimize biraz da basına versek, bence daha iyi olur."

Çok uzatılabilir ve uzatılacaktır da bu "kobay" konusu, gerekli tekzipler gitmiştir bile oradan buradan ama ben birkaç şey söyleyeceğim kısaca; klinik deneyleri saç dökülmesini azaltan şampuanlarla özdeşleştirmeyip geniş düşünmeyi başarabilen insanevlatları için...

1. Molekül bulunmasından ilacın piyasaya çıkmasına kadar geçen süre takriben 12-15 yıl. Bu süre, klinik öncesi ve klinik çalışmalarla geçiyor ve bulunan 10000 molekülden 1 ilaç çıkarsa, bilim insanları kendini şanslı sayıyor.

2. Laboratuvarda, hayvanlar üstünde, sağlıklı insanlar üstünde ve hasta insanlar üstünde denenmeden, sonra da gerekiyorsa başka ilaçlarla karşılaştırma çalışmaları yapılmadan, hiçbir ilaç piyasaya çıkamaz.

3. Klinik araştırmalar global ve lokal olarak yüzlerce kural, kanun, kılavuz, yönetmelik ve yasa ile düzenlenirler.

4. O insanlar kobay değil, denek de değil, gönüllü. Gerçekten gönüllü olmaları, rıza vermeleri ve istedikleri zaman rızalarını geri çekebilmeleri bir yana; onlara denek diyerek fareye indirgemiyoruz gazeteciler gibi.

5. Türkiye'de hastalara, çalışmaya girmeleri için para ödenmiyor. Elde ettikleri tek fayda, insanlık adına elde edilenin yanı sıra, ücretsiz tedavi alıyor olmaları. Sağlıklı gönüllüler için durumu, tecrübem olmadığından bilmiyorum fakat yönetmelikte "çalışmada harcadıkları süre sebebiyle doğan iş kaybını telafi etmeye yönelik" bir ödeme yapılabileceğinden söz ediliyor.

6. Gönüllüler, tüm prosedürleri ve olası yan etkileri baştan bilirler. Bilme hakları vardır, bilmiyorlarsa ilgisizliklerindendir. Sağlıklı gönüllü olarak, para kazanmak amacıyla çalışmaya rıza verip, sonra prosedürlerden şikayet ediyorlarsa ya yalan söylüyorlar, ya da ünlü olmaya çalışıyorlardır.

7. Siz yoğun bakım hastasının iflas etmiş vücudundan mantar enfeksiyonunu sökmeye çalışırsınız, hasta ölür. Ölebilir. Hasta, yoğun bakımda her ne sebepten yatıyorsa o yüzden ölmüştür; ama öldüğünde mantar enfeksiyonundan kurtulmuştur, o zaman ilacınız işe yaramıştır.

Bazen üzülseniz mi, yoksa sevinseniz mi bilemediğiniz iştir klinik araştırmalar ve önemli olan, etik kurallardan ödün vermemeye çalışmaktır.

Twitter Öyküleri


twitterstories diye bir adres çıktı karşıma geçenlerde. İnsanların değişik hikayeleri ilgimi çekti...



Mesela bir adam var (@EverydayDude), annesinin kitapçı dükkanını kurtarmak için konuyla ilgili tweet atıp, bir de cin fikirle geliyor: 50 doların üstünde alışveriş yapan herkese bir burrito ısmarlamak! Sonuçta kitapçı kapanmak şöyle dursun, en iyi sezonunu yaşıyor. Tam bir Shop Around the Corner hikayesi: You've Got Mail çekildiği yıllarda internete bağlanma sesleri yerine Twitter olsaydı, o dükkan kendiliğinden kurtulurdu belki de?

Başka bir örnek de bir sinema eleştirmeni (@ebertchicago): Kanser ameliyatları sonrasında sesini kaybeden Roger Ebert, yazdığı köşe, kitapları, blogu ve Twitter'ı ile kendine bir ses edinmiş adeta.

Kahire'de cinsel tacize uğrayanları korumak ve tacizin gerçekleştiği bölgeleri deşifre etmek için @harassmap hesabını açan Rebecca Chiao'nun amacı, bunu tüm dünyayı kapsayacak şekilde genişletmek.

Norveçli değil ama Japon balıkçılar, günlük avlarını daha tekneleri karaya dönmeden satabilmek için teknelerinin isimleriyle hesap açmışlar. @yoshieimaru ve @Kageyamamaru hesaplarıyla, yakaladıkları balıkların fotoğraf ve videolarını da paylaşıyorlar üstelik!

Biz "kan aranıyor" mail ve tweetlerini pek ciddiye almayız, bıkmışızdır artık çünkü. Ama @ChrisStrouth için durum öyle olmuyor. Yıllarca böbrek hastalığı ile boğuştuktan sonra, nakil yapılması zorunlu hale geldiğinde "Sh*t, I need a kidney" yazıyor ve 19 kişiden yanıt alıyor. Sonunda, yıllardır görmediği bir arkadaşı ona böbreğini bağışlıyor.

Uzaydan ilk tweet'i 12 Mayıs 2009 tarihinde atan @Astro_Mike için bir şey söylemeye zaten gerek yok, daha ne yapsın adam?! Benim ilgimi daha çok, bundan birkaç gün sonra yazdığı şu cümle çekti ama: "From orbit: We see 16 sunrises and sunsets in 24 hrs, each one spectacular as the sun lights up the atmosphere in a spectrum of colors" İnanılmaz değil mi bir günde onlarca günbatımı görmek; iskemlesini şöyle bir kımıldatsa oldu bitti...

Buraya eklenebileceğini düşündüğümüz bir hikayemiz olursa, gönderebiliyoruz da.

Bizim 15 dakikalık ünümüz de böyle bir şey olabilir mesela?


(Bu yazı eşzamanlı olarak portakalsuyu'nda da yayınlanmaktadır.)

Salakça mutlu

Bu aralar yolda yürürken ufak ufak sekmiş olabilirim arada, veya ne bileyim, gülümsemiş olabilirim durduk yere, kabul. Benim bu halimin bir sebebi var -ya da ben öyle düşünüyorum-, ama bu hali hayatının tümüne yayabilen insanları hiç anlamadım. Bu yazdıklarımı okuyanlar varsa onlara da sormak istiyorum: Neye gülüyosunuz abi bu kadar? Ben yapılan esprileri anlayan biriyimdir ve anlamadım bu süregelen espriyi. Açıklayın rica ediyorum, "hayat kocaman bir espri değil mi zaten" gibi aforizmalar yapıp ağzınıza kürekle vurdurmayın yalnız.

Hep diyorum, bu salakça mutlu insanlar çok acayip diye... Meğer hakikaten (bir nevi) salaklarmış :)

Scientists have discovered that people who are very optimistic about the outcome of events could in fact have a "faulty" brain.

The study, which was published in Nature Neuroscience, suggests that the brain is very good at processing information, whereas some people ignore anything negative, leading them with a positive outlook.

This had lead scientists to believe that people who are continuously optimistic when reality challenges their beliefs is due to a 'faulty' function of the brain's frontal lobe.

(Araştırmanın devamı için: International Business Times / UK)

yine mi kurtlu bakla!

Bir şeyin ağırdan satılması, onun gerçekten ağır olduğu anlamına gelmez. Satanın ya müstakbel alıcıyı, ya da (daha trajikomiği) kendini kandırdığı anlamına da gelebilir pekala.

Telaşa mahal yok yine de. Kör alıcı diye de bir gerçek var.

Görselemedim.

Aylar oldu o Nişantaşı'na yerleşeli, ben Küçük Prens'i göremedim diye plan program yaptık, pazar kahvemizi orada içelim dedik Dodo ve Aslıko'yla bu hafta. Nicedir güzel bi fotoğrafım da olmamıştı, ikisinin instagramına dadanacaktım prensimle. Aa, bi baktık Küçük Prens'i sökmüşler yerinden. Yıldızı duruyor ama, demek ki biri aldı götürdü Küçük Prens'i üstünden. Bunu holiganlıkla açıklayamıyorum, bu insanlar çıldırmış bildiğin. Biz 10-11 yaşlarındayken düzenlenen Maçka Demokrasi Parkı'nın başka hiçbir çocuk parkına benzemeyen oyun alanının da parça parça sökülmesi yaklaşık 3 ay almıştı sadece (şimdi yerlerinde, diğer çocuk parklarındaki tırt plastik oyuncaklardan var işte!) Anlamıyorum ki insanları. Naptınız, benden çok sevdiğiniz Küçük Prens'i söküp eve koydunuz, prens köşesi mi yaptınız evde? İyi anlaşıyor mu bari evdeki tilkiyle?

Bugün de Mano Burger'e gidelim dedik arkadaşlarla. Ben ilk defa gidecektim, deli gibi de açtım üstelik. Gittik, Tünel'deki Mano Burger'in yerinde yeller esiyor. Murphy, naber canım? Gidip Big Chef's'te yedik tabi hamburgerimizi ama olay o değil ki be abi!

Böyle şeyler olduğunda "hayatımdaki her şey kötü gidiyor" diye isyan ederdi Veciko eskiden. He, aynen öyle.

Görselsiz bu yazı, hiçbir şeyi yerinde bulup görselemedim bi türlü. İdare edin.

Noel Baba'ya mektup

kafa nereye biz oraya temalı fotoğraf şurdan

Sevgili Noel Baba,

Ben çocuk değilim, bana çocuksun diyen adamların kendilerinin çocuk olduğunu düşünerek söylüyorum bunu. Çocuk olmadığım gibi, birkaç ay sonra Interrail'e indirimli gitme hakkımı kaybedeceğim, o kadar büyüdüm yani. Ama yine de sana mektup yazmak istedim. Çocukken yazmadıklarıma say.

Bu yıl kuzenle ağaç almayı düşünüyoruz. IKEA'dan filan, çakma yılbaşı ağacı. Çok küçükken, çok küçük bir ağacımız vardı annemlerin evinde ama bir şekilde, hiç istediğim gibi olmadı o ağaç. Şimdi keyfimizce süsleyebiliriz kocaman bir ağacı. Hem de sadece 49,99 liraya.

Ağacı boşuna almıyoruz Noel babacım. Şöminemiz veya bacamız yok ama kapımız sana her zaman açık, bekleriz. Yalnız elin boş gelmezsen, çok seviniriz. Ben son birkaç yıldır uslu bir çocuk olduğumu düşünüyor ve senden biraz büyük bir hediye istiyorum: Lütfen bana bir Akım Kapasitörü getir. Çünkü ben gideceğim. Git geldi bana; git geldi mi, gitmez.

Daha önce de söyledim; ben yanlışım, uygunsuzum buraya. Anlıyorum, ama bu kadar yanlış bir zamanda doğmak benim tercihim değildi ki. Kafamın eskiliğinin yadırganmayacağı bir yere, şimdiki normallerin hala azıcık daha anormal olduğu bir yere dönmek istiyorum. Bana bu imkanı yarat; senden şimdiye kadar hiçbir şey istememişliğimi göz önüne alarak, iyi halimin şukunu vererek yarat. Söz, bir daha bir şey istemeyeceğim senden.

Gerekirse kağıda yazıp Vecihe'nin iki yıl önce aldığı hediye çorabına da koyarım, bir yere asarım bu isteğimi, hiç sorun değil.

Hadi baba be...

Sevgiler,
b.

Kedi Dönergeci

Erke Dönergeci'ni beğenmediniz, biz de bunu getirdik:

(Sayın gülş ç sağolsun.)

Nasıl The Incredible Machine oynayasım geldi, belli değil! Ancak orada mümkündür bu tarz "mühendis olamaz"lıklar :)

SOS102: Çevremizi ve ağımızı tanıyalım.

Nerede ne yapılır, ne yazılır bilmiyor musunuz?
Durumunuzu bildirirken kafanız karışıyor, işin içinden çıkamıyor musunuz?
O zaman bu kısa rehber tam size göre.
Haydi rasgele!

Van, devam

Sezen diye bir arkadaşım var, hazırlıktan. Uzun süre STK'larda görev aldı ve muhtemelen öyle de devam edecek.


Sezen demiş ki:


“bütün iyi niyetleriyle gönüllü çağrısında bulunan dostlar, enkaz kaldırmak, çadır kurmak, yardım dağıtmak için gönüllü arayacağımıza, Van'da son sürat giden devlet terörüyle, insan kıyımıyla, copla, biber gazıyla mücadele eden depremzedelerle dayanışmak için de az biraz çağrı yapsak. gelen milyonlarca dolar yardımın, binlerce çadırın nereye gittiğinin hesabını sorsak, belediyenin, valiliğin ağzına kadar yardım malzemesi dolu olan depolarını açtırtıp bu işin asıl sorumlusu olanlara bu işi yaptırtsak daha makul bi iş yapmış olmaz mıyız? deprem yaralarının sosyal sorumluluk projesi gibi sarılması halinden feci sıkılmış durumdayım.”


Sadece paylaşmak istedim.
Can sıkıntısı işte.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!