... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Beyaz Atlı Prens değil, Küçük Prens

Dün Google'a girdim, karşıma Küçük Prens çıktı, içim ısındı :)


Antoine de Saint-Exupéry'nin 100. doğumgünüymüş.

Gidip şu adamın ve Küçük Prens'in heykelinin önünde türlü şaklabanlıklarla fotoğraf çektirmek istiyorum!

Önce nerede olduğunu öğrenip, orayı haritadan bulmam gerekiyor tabi.

Herkes benim kadar üşengeç değil; linkiyle minkiyle "Tarfaya / Fas'taymış o heykel" diye karşıma çıkan Moris'e çok teşekkürler. Edit için de :)

Amma velakin bu heykel yazarın doğum yeri olan Lyon / Fransa'daymış. Böylece de bissürü bissürü heykel olduğunu öğrenmiş olduk...

Berk+er

_ Kızım nereye gidiyorsun, erken değil mi daha dershane için?
_ Hakan'da kahvaltı edicez anne.
_ Hakan kim?

Hakan, Beşiktaş'taki pastanenin adı. Dershaneye erken başlayanlar olarak (ne yapayım, bedava olunca onların istediği zaman başlıyorsun dershaneye) Lise 1'de bir dönemin tüm kahvaltılarını orada ettik biz, her haftasonunun her günü, dershane öncesi.

O zaman dershane arkadaşımız da yoktu daha. 5 yıldır her gün gördüğümüz lise arkadaşlarımızla bir de haftasonu kahvaltı etmek bıkkınlık getirmiyordu bize. Dershane çıkışında McDonalds'ın önünde buluşmak da.

Bazı insanları her gün görür ve sıkılmazsınız.

***

_ Bridget Jones'un Günlüğü gelmiş, gitmek istiyor musun?
_ Aa evet ya! Ama şimdi değil, param yok.
_ Var.
_ Yok Berk yaa, valla.
_ Çakarım beynine, var.
_ ...
_ Geleceksin benimle bugün, AFM'de oynuyormuş işte.

Gittik. Bridget Jones'un Günlüğü'nün ilk filmi, Colin Firth gibi adamların gerçekte nadir bulunduğunu ve Bridget Jones gibilerin karşısına daha da nadir çıktıklarını erken anlamış biz genç kızlar için aaah ah dedirterek biter. O zaman yanınızda bir dostunuz ya da bir kardeşiniz varsa sizinle gofretini paylaşır, sizi eve bırakana kadar da bırbırbır konuşup durur ve dikkatinizi dağıtır.

***

_ Abi dedim Vedat Bey'e bin kere, anlamıyor adam, ben her şeyin peşinde koşturmak zorunda mıyım kız orada burada hava atarken? Nedir yani, sesi mi güzel? Şarkı söyleyeceğiz sanki.
_ Öyle deme ya, Özlem de daha önce kaç kez sunuculuk yaptı...
_ Bak, insanda sorumluluk duygusu olması bir karakter meselesidir ve ben güvenmediğim adamı o mikrofonun başına dikmem. Seni seçecekti, takır takır halledecektik.

Biri size güvendikçe, siz de o birine güvenirsiniz.

***

_ Ya sinir oluyorum bu adamın hissiz hallerine. Neden uğraşıyorsun ki bu kadar, onu da anlamıyorum.
_ Seviyorum.
_ İyi de, sana senin ona verdiğin kadar değer vermeyen bir adam var karşında, hak etmiyor seni.

***

_ Neden dans etmiyormuş?
_ Yorgunmuş, antremandan geldi ya.
_ Bence sen kaldır. O zaman da kalkmasın bakalım.

***

_ Karar vermen lazım. Uzak muzak, seni hak ettiğini düşünüyorsan, ondan hoşlanıyorsan dene bence. Ama Mert var mı hala içinde, iyi bak.

***

Kardeş lafından korktum hep, öz kardeşim olmayan kimse için "kardeşim gibidir" demedim, yazmadım yıllık yazılarımda. Günlük hayatta da kullanmam mümkün olduğunca, İbo kardeşim gibi bariz bir şaka olmadığı sürece.

Berk benim kardeşimdi, o da bana ablam derdi. Biz hep onu "zaten içimizde en olgun" sayarken bana abla demesi, benden akıl almak istemesi gururlandırırdı beni. Ben de onu arardım başkalarının anlamayacağını düşündüğüm bir şey olduğunda. E-mail adresimi aldığımda ilk mail attığım kişi oydu. Tatilde darlandığımda da, evde bir şey olduğunda da... Anlamak için tekrar tekrar okuduğum mailler atardı bana. Zorlardı beni ama yanımda olduğunu hissettirmek için değil, onu anlayabilmem için.

Basbayağı kardeştik işte, tamamen kopana kadar.

Kardeş olmayı beceremeyeceğimizi bilseydim arkadaş olmak isterdim halbuki.

***

Şimdi ne garip, o beni hak etmediğini düşündüğü adamla hala konuşuyor, görüşüyor olmama rağmen onu yıllardır görmüyor olmam. Karşılaşmadık bile, bir gün hariç. Onda da annesiyle selamlaştık.

Ne olduğunu hiç bilmiyorum, "biz artık konuşmasak daha iyi olacak" dediğinde ona sordum, sordum, sordum; yanıt alamayınca kimseye sormadım galiba bir daha. O kavgalar neden oldu, kim neyi yanlış anladı, ben bir hata yaptım mı, hiç bilmiyorum. Sadece, benimle birlikte tüm bir sınıf yok sayıldığına göre hata bende değil herhalde, diye tahmin yürütebiliyorum.

Çok kafa yordum, üzüldüm, ağladım zamanında. Bir süre, nasılsa barışacağız, mümkün mü böyle bir şey dedim, olmadı. Sonra ya barışırsak diye senaryolar yazdım, olmadı.

Şimdi sakin kafayla geriye baktığımda bana sadece bir korku kalmış diyorum. Kaybetme korkusu.

İşte o korkumun sebebi bu adam.

arresting development demişler ama time is running out çıktı bu

İçim giderek baktığım bir saat var, internette sörf yapmayı sevmeyen biri olarak nasıl buldum bilmiyorum ama bir şekilde karşıma çıktı işte.

Çok güzel değil mi?

Tasarım işi olsun, orijinal olsun, sırf benim olsun diye takıntılarım yoktur ama bu saati istiyorum. Bilmiyorum ki nasıl elde edilir, alanı belirsiz satanı belirsiz. Bi gün çok param olursa yaptıracağım kendime aynısından diyelim bari :)

Kaynak:
http://www.yankodesign.com/2008/03/04/arresting-development/

gitmek ya da gitmemek, işte bütün mesele bu

Gitme kararı vermek ile gitmek arasında koca bir üşengeçlik duruyor. Bana kıdem aldırır bu üşengeçlik; yıllar sürebilir benim aramam, bulmam, kendimi satmam, ayarlamam, gitmem... Hiç olmayabilir de. Soğuyabilirim de bu fikirden yarın, öbür gün.

Ama "gidicem galiba ben" lafı bu sabah çıktı ağzımdan ilk kez. İlk metus duydu, tarihi dedim bi yere yaz. Şimdi de ilan ediyorum işte. İçimde tutamadım, büyük geldi.

Bu fikir bir gün gerçek olsa da olmasa da, yıllardır "Türkiye'de yaşamak istiyorum ben" diyen, Ortaköy'den Esentepe'ye taşınırken direnen birinin bir sabah kalktığında, görünürde mutluyken, yalnızken ve evde istediği gibi dolaşırken, daha gece odasını toparlamışken ve bu güzel havada giydiği iç açıcı kıyafete küpe seçmeye çalışırken birden "gidicem" demesi garip değil mi?

Bunun garip olup olmadığını sorgulayan ben, sadece ben I as I and not as we gibi; beni tutan bir şey olup olmadığını sorgulamakla aynı şeyi yapıyorum, insanın mutlu olup olmadığını sorgulaması gibi yapılmaması gereken bir şeyi. Tutacak olan tutar zaten. Ben tükenmiş ama daha çok tüketmiş hissediyorum oysa ki.

Ne kadar çabuk pes ettim.

(Ama artık her şey ve herkes benden kaçıyor gibi geliyor, ben neden kaçmayayım ki?)

İçimden bir his, bu olacak, diyor. Kıpırdanıyor. Bir dinginlikle karışık heyecan var içimde; birazdan lunaparktaki o çok korktuğum oyuncağa binecekmişim gibi gururlu ama hafif tırsmış... Anlatabildim mi, bilmiyorum.
*
Anlatabiliyor muyum, onu hiç bilmiyorum.

(28 Haziran 2010, Maçka)

rica etsem saçımı okşar mısınız?'dan


Bulduğu ilk banka oturdu.

Elleri titriyor, alnından boncuk boncuk terler süzülüyordu.

Tam, "Bayılıyorum galiba" diye düşünüyordu ki, saçlarında yumuşacık, sevgi dolu bir el hissetti.

Gözlerini kapadı, başını arkaya doğru attı.

Yaşadıklarına inanamıyordu...

(...)

Sahibini bilmediği, tanımadığı o el saçlarında gezindikçe içindeki büyük boşluğun dolduğunu hissetti.

Hem kendisini okşayan o elin sahibini sevdi gözlerini hiç açmadan, hem de sevilmeye hala ihtiyaç duyabildiği için kendini...

(...)

"... Ne kadar ihtiyacım varmış" diye yanıt verdi adam. Sonra ekledi: "Böyle bir şeye ihtiyacım olduğunu nasıl anladınız?"

Kadın okşamayı hiç kesmedi. Sır vermek istercesine adamın kulağına yaklaştırdı dudaklarını.

"Yirmi yıldır yalnızım. Yalnız bir insanın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi çok iyi bilecek yaştayım."

Sonra hınzırca güldü.

"Hem biliyor musun, ben de bu banka oturup sırf birileri saçımı okşasın diye kim bilir kaç defa fenalaşmış numarası yaptım!"

Fenalaşmış numarası yapacak kadar yaşlı ve yalnız olmak ve bunu birilerinin düşünmesi, yaşaması veya yazması...

Tokat gibi.

gidenlerden #3

Arkamdan hüzünlenildiğini sanmıyorum,
bir evi terk ettiğimde.

Sitem değil, yalnızca tespit.

bellatrix'ten tüm 'iş'lere geliyor: I love to hate you

Hobisini iş olarak yapmaya başlayan adamın o hobiden de nefret edişi, filan yazdım dün... Üstüne aklıma gelenleri başka bir yazı haline getirmem lazımdı.

Çeşitli vesilelerle birçok kişiyle konuşmuşuzdur bunu; ancak yeni bir sözüm olacak tabi.

***

10-12 yıl önceki dönem İELlilerden bir arkadaşın arkadaşı, çocukluğundan beri yelken sporuyla uğraşan bir adamdı ve 'diplomayı alıp' mühendis olmasına rağmen yelken dersi vererek sürdürüyordu hayatını.

Bir lise buluşmasında, herkes kendinden ve işinden bahsederken bir tek o "abi ne güzel, sevdiğin işi yapıyorsun ya" yorumunu almıştı arkadaşlarından. O yüzden de, işi bırakmak istediğini ve öngöremediği kadar uzun bir süre yelken görmek istemediğini anlattığında herkes çok şaşırdı.

Adam yelkenden nefret ediyordu artık!

***

Lise zamanında insanların çok gözüne çarpmayan bir uyuzluğum vardı benim: Delicesine bir düzeltme hastalığı! Konuşmaları, yazıları sürekli düzeltirdim. O zaman bu uyuzluğumun üstünde hiç durulmamış olması garip geldi şimdi. Tamam, dikkatli olduğumu bilirdi arkadaşlar ama hiç bana şaşıran veya bunu bir kişilik özelliği olarak atfeden olmamıştı. Lisedeki iyi öğrenciliğimin aşıladığı şaşırmazlık duygusu olsa gerek.

Bu teorim, bu işin neden üniversitede ortalama bir öğrenciyken ayyuka çıktığını da açıklıyor.

Öyle ki, Yiğit Özgür sevgimi manyaklığıma alet eden alt dönem ENSOlu dostlarımın bana ayrılık hediyesi, bir karikatürde Brütüs rolü oldu; kafasının yerinde benim kafamla elbette.

Dile takıklığım Türkçe (veya İngilizce) gramer kurallarıyla sınırlı değil tabi. Üstüne, kendimi bildim bileli yazmayı da ekleyince, olacağımı aklıma bile getiremediğim bir şey oldum: Editör.

Yayın kurulu, editörlük filan derken uzunca bir süre "son gece"lerde, tasarımlarımızı yapan Figür'de sabahlar oldum, çoğunlukla genetiktenterk grafikerimiz Altuğ ile birlikte. Ben StepS'i bıraktım; StepS Figür'ü, editörler de galiba grafikçide sabahlamaları bıraktı; feysbuk icad oldu, Altuğ beni buldu ve bana nerede, ne iş yaptığımı sordu. Söyledim, "neden?" dedi. "Nasıl neden?" dedim. "Şaşırdım, ben senin hep dergicilikle ilgili bir şey yapacağını düşünmüştüm." dedi. Herkesten çok senin, der gibi.

Yazdıklarımı okuyan veya okumayan arkadaşların bana "kitap yazmayı düşünüyor musun?" benzeri sorular sorması Altuğ'yla bu diyalogumuzu getirdi aklıma. O zaman çok üstünde durmamıştım ama sonradan, bu işten nefret edersem; kelime görmek istemiyorum hayatımda, kitap okumayacağım, klavye tutmayacağım dersem ne olur diye korktuğumu fark ettim. Dünya için ne olur diye değil, benim halim ne olur diye. Yazmaktan nefret etmeyi göze alamam.

Bu da bana şunu düşündürdü: Nefret etmeyi göze alamadığımız şeyi, iş olarak yapmamalı mıyız acaba?

***

Geçen gün işyerinde, neden Türkiye'de kalmak istediğimi hatırlamaya çalışıyordum. "Hiç yurtdışı düşünmedin mi?" diye sorup duran insanlara verdiğim sabit yanıttı bu: Uzun yıllar yurtdışında yaşamak istemiyordum. O kadar yıl okuyup ettikten sonra geri dönüp burada akademik olma isteğim de yoktu. Gittim mi dönmemek gerekiyordu, o da beni bozuyordu.

Ama akademiye devam etmeme sebebim sadece Türkiye'de kalmak değildi. Öğretmen olmak istemiyordum ki bi kere.

Bugün Polonezköy yolunda ihtiyaç duygusu kafamı kurcaladı; birine ihtiyaç duymak, birinin kendisine ihtiyaç duyulduğunu bilmesi, yardım etme kafası, anlatma, öğretmenlik... Öğretmenlik yapmayı neden istemediğimi düşündüm. İnsanlara bir şey anlatabilmiş olmaktan inanılmaz haz duyduğum; anlatırken fark ettiğim, anladığım; o bir işe yaradığımı en çok hissettiğim halde neden istemediğimi.

Öğretmek benden kayıtsız şartsız beklenen bir şey olduğunda sevmeyeceğimi düşündüm bu işi. Kanıksanacak, takdir edilmeyecektim. Gerçekle yüzleşelim: Hiçbirimiz 40 yıl kölesi olmaya razı değiliz kimsenin. Çünkü kutsal da olsa, öğretmenlerin işi bu. Böyle düşünüyoruz.

Öğretmeyi de sevmemeye başlayacaktım, anlatmak da beni tatmin etmeyecekti. Asıl sebep buydu.

(26 Haziran 2010, Polonezköy)

Yine de, gerçekten de hatırlayamadım Türkiye'de neden kalmak istediğimi. Eskiden var olan bariz sebeplerimden hiçbiri gelmedi aklıma.

rakı masası, rakı kafası

Geçenlerde kuzenle kendimizi, hiç dışarıda beraber takılmadığımızı fark ederek Taksim'e attık iş çıkışı.

Kirvem'e gittik. Kuzen benim hiç yemediğim bi uykuluktan bahseder dururdu hep, işte onu çok iyi yapan bir yermiş Kirvem. Bi küçük söyledik, şalgam şöyle az acılı; mezeler etler kadar güzel olmadığından (Bakar usülü) mütevazi davranıp beyaz peynir, kavun söyledik. Sonra közlenmiş soğanlarımız geldi, daha ne olsun.

"Mezeler nasıl?" dedi bir süredir tabaklarımıza bakmakta olan turistler. Doğruyu söyledik, onlar da etle ilgilenmemiş olacaklar ki teşekkür edip uzaklaştılar. Gavur aklı işte dedik, dokusu döner yağına, tadı böbreğe benzeyen uykuluğumuzu yerken.

Bir küçük konuştuk hayhuy içinde konuşmadığımız şeylerden; sevgiliden, arkadaştan; tatminler ve beklentilerden, işten ve iş arayışından, tatilden ve tatil plansızlıklarından, müzikten ve yazıdan bahsettik. Sırayla.

Taksim'de yürürken, Taksim'e de uzun zamandır kuzenle gelmemiş olduğumuzu fark ettik; çünkü kuzen Taksim'de okuduğu ve sabahladığı ve akşamladığı iki yıl boyunca Taksim'den nefret etme boyutuna gelmişti. Oysa ki İstanbul'a teyzesine gelen biriyken çıkmak istemezdi Taksim'den.

"Tespit!" diye uyardım kuzeni, vodafone reklamlarının "Kırmızı!" nidasıyla: Taksim'e bunca aşık bir adamın içinde yaşamaya başlayınca oradan nefret etmesi, hobisini işe çeviren adamın boş zamanlarında dahi eski uğraşının adını duymak istemeyecek hale gelmesiyle aynıdır, dedim.

Taksim'de yürürken, Taksim'e uzun zamandır cadde çok sakinken gelmediğimi fark ettim. Haftaiçi saat 8'de veya pazar gecesi 3'te örneğin... Fransız Kültür'e gittiğim, hazırlığımın dondurulmuş dönemi boyunca İstiklal'in çok sakin bir kısmını görebilmiştim. Hollanda Konsolosluğu'na giderken o sakinlikte yürümüştüm bir de; vize başvurusu yapacak olmamın gerginliğini, hafiften sekerek ilerlerken kemirdiğim simit almıştı.

Boynuma doladığım uzun atkının yürüdükçe uşuştuğu havaları hep sevmişimdir. Uçuşmalar hoşuma gider, biraz da o yüzden yaptırdım permayı.

Taksim'in boş hali deyince de güzel bir Asmalı Konak sahnesi gelir aklıma, sabahın çok erken saatinde, çok güzel bir havada İstiklal'de dolaşan iki sevgili, kafalar boş, huzur, mutluluk; arkada "we'd live the life we choose / we'd fight and never lose / those were the days, oh yes those were the days" çalıyor... Eski dizilerin tadı artık yok azizim.

Şimdi gene her halini seviyoruz ya Taksim'in ama yavaş yavaş da büyüyoruz ya; gün gelecek sadece sakin halini seveceğiz buranın, değil mi? Bakalım ne zaman gelecek o gün...

(Haziran 2010)

V for happiness

Eti reklamlarında bir slogan var ki katılmamak elde değil:

mutluluk iki parmağının arasında

Benim ne işim var ulan Çamlıca'da?!

İnsanın aklı evindeyken kalkıp bir kınaya gitmesinden daha rezil bir durum varsa o da 1,5 saat trafik çekip tiksindiği bir yere gitmesidir.

İstanbul'un bildiğim yerleri içinde en sevmediğim yer Ümraniye, ardından da Çamlıca'dır muhtemelen ve ben bu sevmediğim ikinci yere gitmek için balataları yaktım. En azından arabadan gelen koku onu gösteriyor. Daha ölmedik neyse, araba da ayakta, ördek de.

Çok muhalif ve müşkülpesent biriyim, farkındayım, ama vallahi laf sokmak için yapmıyorum yahu: Bu kına nanesi, ne işe yarıyor?

Ben size ortamı anlatayım, sonra siz bana cevap verin.

Mekan, eşzamanlı olarak her katında kına veya benzeri bir aktivitenin olduğu ve eminim üst katından şahane bir manzaraya nail olunan bir restoran. İçeri girince ilk gördüğünüz şey bir sahne, yanında da bir mescit. Mescidi orta yerde gördükten sonra bırakın kınayı, düğünde bile alkol alma ihtimalimizi bir daha gözden geçirdim ve pek olumlu bir sonuç çıkmadı. İyi haber: Yine araba kullanıyor olacağım (ben içmiyorsam kimse içmesin kafası).

Gelin, kapıdan giren herkesi -ki bir kısmını kendisi de tanımıyor- öpmek zorunda. Bu sıcakta!

Bundan sonrasını sıralı-bağlı cümlelerle özetleyeyim: "hanım hanıma" olunduğundan nişanda kapalı gördüğümüz aile büyüklerinin saçlarını görme fırsatı elde ediliyor falan; bizim Mezunlar Günü'nde rastladığımız, Zeynep'in tabiriyle "kendi oğlunun sünnetine gider gibi giyinmiş" birtakım insanlar burada da mevcut (allahtan A5 kağıt eninde topuklularımı giymişim); bi kız var 91li miymiş neymiş benden 5 yaş büyük gösteriyor - aman yarabbi!; bir kız var maksimum 12 yaşında ama saçını 47 yaşında gibi yaptırmış - bir daha aman yarabbi!; meyve suyu kurupasta, kuru kına, altın yaldızlı poşetlerde çerez, bindallı filan her şey tam bir geleneksellik silsilesi içinde gerçekleşiyor, kimsenin eline koluna kına yaktırmaması hariç tabi.

Bir mekanda kimse kına yaktırmıyor ve Demet Akalın çalıyorsa orası Taksim'de ikinci sınıf bir bardır ve benim bildiğim, Taksim'deki ikinci sınıf barlarda kına geceleri düzenlenmez.

Başta sorduğum soruya cevabınız varsa alayım, ben devam ediyorum zira...

Maksat dıdısının dıdısı yaşlı teyzeler otururken gençler dans etsin ise, o zaman biz arkadaşlarla beraber gider Mono'ya dans ederiz, ne ki? Ya da olay damat halayıysa gelin güney meydana yapalım, yayla gibi yer. İki el çırpılacak alt tarafı.

Bu kadar gösteriye, iki ayrı elbiseye (çünkü başta giyilen elbise bindallının içine olmayacağı için elbise değiştirmek lazım tabh), havasızlığa, Çamlıca'da restoranı bulma çalışmalarına, trafiğe katlanmaya, düğün veya evliliğin kendisi başlı başına bir masraf kapısıyken harcanan onca paraya ne gerek var? Ben modern bozuntusuyum da ondan burun kıvırıyorum sanılmasın. Arkadaş, yapın roman havasında bi düğün gerçekten sokakta şöyle Keşan'da filan, rakılı makılı, bakın nasıl oynuyorum.

Ama onu beğenmezler, dimi, ay ne banaaaldir o.

Her şey yoz memleketimde, ah benim kafası karışmış yurdum insanım... Gidiyorsun, aynı masada oturacağın fuşya türbanlı kadıncık, yanındaki arkadaşına askılı elbise giymiş diye "bu da bu kıyafetle nereye gelmiş ki?" diyor ikinizin de duyabileceği biçimde ve senin hiiiçbir şey demeden oturman bekleniyor sonra o ağzını aça aça güler ve Rihanna gibi kıvırırken pistte; kına sahiplerinin sahipleri dışarıda selamlık şeklinde oturuyor ve sen dışarı hava almaya çıktığında o tarafa bakmıyorsun, bakmaman bekleniyor; hatta neden dışarı çıkıyorsun ki zaten?

Yazarken kızdırdım kendimi. Dün bu kadar sinirlenmemiştim oysa ki. Dışarıdan bakınca restorandaki durumun vehameti gözler önüne seriliyor sanırım. MinyaTürkiye.

Ha, bi de tüm bunlar olurken, içeride bir sirtaki müziği başlıyor; müstakbel gelin işaret ediyor bana gel gel diye... Yok, bi de tek başıma sirtaki yapacaktım!

Kına neden yapılır?

Ben kendisini bildim bileli evlenecek olan bu arkadaşın, bet seslerimizle söylediğimiz iki yüksek yüksek tepeye, bi kınayı getir anneye ağlayacağını sanmak için mi?

Gülünecek bir şey söyledim, bence hep beraber gülelim.

(24 Haziran 2010)


Bu yazıdaki hiçbir yer değilse, burası çok ciddi:
Cumartesi akşamı haziran gelinimizin üstüne yağmur yağmasın.
Güzel bir gece olsun, beklediğine değsin... Çok isteyince de olsun, Wristcutters'ı haksız çıkarsın.
Bu aralar dileğim bu.

Bir kravat sahnesi

Dün havalimanından eve doğru yola çıktım, pencereleri kapatıp sesi sonuna kadar açtım, ben solo girişleri dinleyemem çok uzayınca ama ne güzeldi o öyle, sonra üretmeliyim- üretmeliyim-üretmeliyim, basbas bağırırken huzur doldum.

Üretmeliyim, evet, beynim zonkluyor.

Bir sahne geldi gözümün önüne. Beni aramadan gel istedim ("ben hep evdeyim" Firuze gibi), ben sana kapıyı açayım, dönüp oturayım sonra. Birbirimizden başka hiçbir şeyle ilgilenmeden, birbirimizle de ilgilenmeyelim istedim. Sen kendini koltuğa atarken kravatını gevşet, yakanı çöz (bu illa ki olsun ama çünkü tüm sahne zaten bu kravatla gelişti; belli bir kravat olmasına gerek yok, ciddi bir şey olsun yeter) Çıkarma kravatını. Televizyonda bir şey dönsün, böyle benim arada baktığım bir şey, ama sen benim şarkılarımsın çalsın arkada, sen bana anlat istedim -çok kısa- nedir derdin, neyi sıkıntı edindin kendine yine... Anlattıkça rahatla, anlattıkça ben anlayayım istedim. Ben anlayayım diye ve sanki başka kimse anlayamazmış gibi anlat. Ve ben bir şey demeyeyim istedim.

Uyu orda, üstünü örteyim istedim. Gidip yatayım ben de vaktim gelince. Sen hiçbir şey demeden gelip yerine yat sonra. Yanıma. Daha huzurlu bir yer bulama çünkü evin içinde,
şehrin içinde,
kainatın içinde.

Huzur veren bir insan olmak istedim.
Belki bundan sonraki tut(un)tuğum dilek bu olur.

Yani...

Emre Altuğ'ın ilk albümü İbret-i Alem'de, şimdi kimselerin hatırlamadığı, böyle Okan'ın 90lı yıllar programına falan çıkamayacak bir şarkısı vardır: Yani.

O şarkı Fırat Tanış'ınmış meğer. Yıllardır izlemediğim Beyaz Show'u bayağı boşladığım geçen cuma izleyekaldım; birden adamın eline gitarı tutuşturuverdiler, o da birden söylemeye başladı, ben kendimi eşlik ederken buldum, sonra grooveshark'ta şarkıyı buldum, dinleyip duruyorum günlerdir.

Aa, ne içten şarkıymış meğer 'yani', biz ilkokulda olduğumuzdan kafam basmamış demek ki, o zaman bu şarkıyı atfettiğim hiçbir şey olmadığı için hayatımda, anlamamışım.

Sen neymişsin Koyu Bilal! Hem, yakışıklı olmayan adamlara verilen bu ayrıcalık nedir, Allahaşkına...
Bir adamdan bir şarkıyla etkilenmek mümkün müdür?

Bu adam bu şarkıyı yaptığında ilkokulda olduğuma üzüldüm.
Bu da bir aşk hali değil midir?

once.

, and if you have something to say
you'd better say it now

i wonder if you could ever despise me
when you know i really try to be a better one
to satisfy you for your everything to me
and i’ll do what you ask me

if you’ll let me be...
free

so, if you want something
and you call, call
then i'll come running to fight,
and i'll be at your door
when there's nothing worth running for

the volunteer is slowing down

and taking time to save himself
(...)


so plant the thought and watch it grow

wind it up and let it go


i'm on my knees in front of him


but he doesn't seem to see me

with all his troubles on his mind

he's looking right through me

(...)



looking at you leaving, i'm looking for a sign...

work, work, brighten the corners that will never see

untangle the thoughts that you know what they mean

~i hope that the answer doesn't come too late~

and what chance had we got when you missed every shot for me

and in the morning when you're turning, i'll be out of reach
and in the darkness when you find this, i'll be far to sea


take this sinking boat and point it home
we've still got time

.

algida seçicilik


afedersiniz de...

sema'yla can, yeni bir hayata evet demelerinin 20. saatinde oturup dondurma mı yiyorlar yani?

tamam, artık ilk gece heyecanı beklemiyoruz belki ama bu kadar frijitlik de fazla.
tss...

Iamsterdam

Umut Sarıkaya, sen çok yaşa!

Uzun lafın kısası: Kurban Bayramı'nda Amsterdam'a gittik. Elalemin Amsterdam macerasıyla işim olmaz diyen burda okumayı kessin. Bir miktar spoiler da içerebilir yazı, ne bileyim. Şahsen gezi dergisi insanı olmadığımdan ve insanların gezip gördüğü yerlerle ilgili anlattıkları bana daha ziyade imrenme duygusu itelediğinden, anlayışla karşılarım okumazsanız.

Ha bu arada, öyle niyet etmediysem de yazı +13 olabilir, penis filan demek benim için kütikül demek kadar doğal olduğundan kendimi de çok kısıtladığımı söyleyemem.

Uzun laf:

Toplamda ikinci, keyfen ilk kez yurtdışına çıkacak olduğumdan, pek ihtimal vermemiştim Amsterdam'a gidebileceğime. Böyle durumlarda çekip çevirici biri gerekir hep, ve kendimi içinde bulduğum böyle durumlarda çekip çeviren ben olageldim. Bu sefer iddialı değildim; çünkü zerre kadar anlamıyorum bu ucuz bilet, hostel mostel işlerinden. Neyse ki bu işleri daha çok bilen ve benim gibi sırf uyumak için gideceği yere olabildiğince az para vermek isteyen yoldaşlar buldum kendime. İnternet aleminin altını üstüne getirip, sanırım bir daha asla bulamayacağımız kadar ucuz biletleri bulduktan, hostelde de yerimizi ayırttıktan sonra artık hazırdık.

Hava aydınlanmadan yola çıkacağımız arife günü öncesinde, saat dokuza kadar çalışmış olmanın bende yarattığı gerginlikle 2-3 saat uyuyup, yetiştirdiğim işleri rüyamda görmenin yorgunluğuyla kalktım ve şimdiye kadar gördüğüm en yoğun siste araba kullandım. Benim için sıradan ama sanıyorum yanımdakiler için travmatik bir yolculuktu. KLM'in armutlu (niye armut? Bilmiyorum. Bu konuya sonra döneceğiz.) tırt sandöviçlerini bir kahvaltı aperatifi olarak mideye indirdiğimizde, önümüzdeki günlerde aşağı yukarı aynı şeyleri yemek durumunda kalacağımızdan bihaberdik. E dedim ya, cimriyiz (yaşasın patat!)

Bu arada, eğer bilet parasını başkası veriyorsa yurtdışına çıkarken THY bir ayrıcalıkmış kesinlikle. KLM'e binince bunu anladım; bir dahaki THY uçuşumda uçağı öpücem. Öpüjem, hatta. Alkol var lan!

Schiphol'e, AŞTİ'ye gelen Ankaralı misali, gavur memleketin ulaşım altyapısına sonsuz güvenimizle indik. Kocaman bir çam ağacının dibinde sabahın körü kahvelerimizi içip, şakır şakır yağmurla ayıldık (uyku havası ters tepebiliyor heyecanlı bünyelerde). Gerçekten de şehir merkezine tabir-i caizse zart diye gittik; o trende veya dışarıda gördüklerimizde hiç iş yoktu, kendimi cesur yeni dünyada veya 1984'te gibi hissettim; hepsi tanıdığımız dünya şirketleri, bir örnek, sanayi tipi, plaza kafası... Fotoğraf makinemi çantamdan çıkarmaya bile zahmet etmedim.

Şehir merkezine gelir gelmez aldık Iamsterdam kartlarımızı, ben bir an üstünde Iamsterdam yazan her şeyi alma kafasına girdim ve neyse ki hiçbir şey almadan çıktım oradan; daha çok erkendi! Ah bu anı biriktirme kafası yok mu, her şey için cimriyken maaşı nasıl bitirebildiğimin açıklaması o işte. Kartlar bize bir sürü yere beleş, bir sürü yere indirimli girme ve 3 gün boyunca tramvayı sınırsız kullanma hakkı verdi. Tramvaya ilk binişimde, Amsterdam'ın olayını çözdüm: Ayakta yolculuk yapıyorsanız, mütemadiyen S çizerek ilerleyen tramvayın hızlı dönüşlerinden kafa oluyorsunuz, coffee shoplardan sızan dumandan olmadığınız kadar hem de!

Bu fotoğraf global olarak, "am" harfleri önünde çektirilenler de Türk kafası olarak, Allah'ın emri.
Hepimiz varız işte burda, kırmızı "am"ın önündeki ikili bizden değil yalnız.

Amsterdam'da çantalarımızı hostele atar atmaz bizi akşama kadar idare edecek şahane bir kahvaltı edelim dedik; haritalarımız, indirim kuponlarımız ve benim elimde beni musmutlu eden mesajın olduğu cep telefonumla yürüye yürüye pancake yiyebileceğimiz bir yere gittik. Bize göre çok pahalıydı ama gelen porsiyonun kocamanlığı susturdu bizi. Gördüğüm her şeyi aktarma kafasına girdim yine, bir de ofis taşıma hüznü içindeydik, bizimkilerin anlam veremediği bir 25 dakika geçirdim telefonda falan filan... Yakıtı aldıktan sonra yola koyulduk.

Çok zaman geçti, her şeyi anlatamam tabi, hele kronolojik olarak mümkün değil ama zaten amacım ne yiyip içtiğimi, özellikle de ne içtiğimi anlatmak değil. Uzuuuun uzun yazdığı mesajla Moris başta olmak üzere "Amsterdam görmüşler"den aldığımız tavsiyelerle (ki sayıları bayağı çokmuş akranlarımız arasında) illa ki yapılacak olan şeyleri yaptık biz de, Madame Tussaud's'ya gidip balmumu heykellerle fotoğraf çektirdik bolca, hepsi çok orijinal, hepsi daha önce giden herkesle bir örnekti :) Adamların yaptığı, dünyanın dört bir yanından sanatçıları, devlet adamlarını, bilim insanlarını filan toplayıp kuklasını yapıp insanlara onları gösterirken, alttan Hollanda gazı da vermek. Müzeye girişte Prince of Orange kimdir, bu portakal kafası nedir, Hollanda tarihte ne yapmış ne etmiştir gibi birtakım, benim gibi tarihsevmezleri ilgilendirmeyen şeyler anlatıldı cüceler ülkesindeki dev tarafından. Her tarafından bir şeyler fışkırıyordu devin, laleler, Hollanda ayakkabıları falan filan... Bir yerden sonra bana ne'ydi, ben fotoğraf çektim.

...çarşı mağazalarında indirim var!


Ayrıca Prince of Orange'ı anladım, portakal bağlarını bahçelerini de öyle; hadi laleyi de anladım -ki lale onlara Osmanlı'dan gitmiştir, neyse-; ancak bir adet anlamadığım şey var: Armut. Bu armut neden orada popüler, neden en çok içilen meyve suları armutlu, KLM'nin sandöviçlerinde armut olduğu iddia edilen bir şey neden var, armut turşusu ne alaka... Kimse armutun Amsterdam ve civar köylerde çok yetiştiğinden filan bahsetmiyor halbuki, adamlar da bizden daha ayı gibi görünmüyor üstelik.

Sonra seks müzesine gittik. Seks müzesi, söylerken bile çok garip geliyor; daha ziyade "sanat mı lan şimdi bu?" denecek, tümü penis temalı birtakım heykeller ve onların kocamanları ile, anne-babalarımızın gençliğinden bu yana porno anlayışının nasıl evrildiğinin resimleri. Resimleri evet, ve ben biyolojiden ve erkek dünyasından azıcık çakıyorsam, tüm erkeklerin bol pantolonlarla girmeleri gereken bir yer burası. Şunu yazmazsam çatlarım: Seks müzesinde boyumdan büyük bir penis ile fotoğraf çektirdikten sonra, öbür tarafta hohlayınca eriyecek bir Robbie Williams'a sarılmış olmanın çok da etkileyici olmayacağını tahmin edersiniz :)

Ayrıca penisin neden vajinadan daha yaygın bir tema olduğunu da merak etmedim değil; kadın vücudunun açık ara meta olduğu dünyada bir Amsterdam mı kalmış acaba diğer tarafa meyleden?

Şu yandakiler gibi peluş hayvanların satıldığı bir ortamda dünyaya bir çocuk getirsek, dünyanın Amsterdam dışında kalan hiçbir yerinde mutlu olamayacağını konuştuk bizimkilerle... Belki de gerçekten fazla serbesti iyi değildir?

Rijksmuseum (hala okuyamıyorum bunu) ve Van Gogh müzesini de kendimize bir saat sınırı koyarak dolaştık. Benim en çok sevdiğim iki şey oldu, bir resim bir de heykel. Resmin adını ve sanatçıyı bir yere yazmadığıma lanet ettim sonra (o kadar da kuvvetli değil hafızam, özellikle de hiç tanımadığım yabancı isimleri konusunda) ama heykeli biliyorum. Falconet'den, dünya muzipi bir Eros; "L'amour Menaçant" veya Menacing Love. Dennis the Menace'ı bildiniz mi, ondan işte. Artık afacan diye mi çevirirsiniz bilemem :)

Milleti sustururken bir yandan da fıtı fıtı okunu alıyor, çakaaal...

Kitap ayracı kafası yaygın olmadığı için Amsterdam'da, kartpostalını aldım bu bebeğin, o da olur. Hah yalnız, meleğe bebek dedim, şimdi patlayacak Zeus'un şimşeği tepemde, kaçın!

Amsterdam öyle hayatın 8'de bittiği bir şehir değil ama biz dışarıdan gelenler için değil sadece. İnsanlar işten çıkıp bisiklete atlayıp illa ki -zaten neden araba kullanılır ki orada, şirketler bile çalışanlarına bisiklet veriyordur zannımca-, evlerine gidiyorlar. Yok ki sokakta birasını veya otunu içe içe giden adam; zaten serbest, adam evine gidiyor işte. Turistin turist olduğu çok belliydi sizin anlayacağınız.

İmrenmedim değil. Bir kere, adamlar bisiklete biniyor ama envai çeşit! Önünde puset olanı, köpek koyma zımbırtısı olanı, kapalısı açığı falan filan hepsi var; şehir dümdüz olduğu için bizdeki dağ bisikleti zorunluluğu da yok, hepsi tıngır mıngır gezi bisikleti. Alabildiğine tırt bisikletler ayrıca, çünkü sürekli açık havada duruyorlar ve sürekli yağmur yağıyor Amsterdam'a. Şöyle bir bisiklet gördük mesela, artık son noktaydı sanıyorum (sağda olması lazım).

O kadar çok yağmur yağdı ki biz oradayken, bisiklete binemedim. Bisikleti iyi kullanırım ama hiç bilmediğim bir şehrin içinde, tek elimle şemsiye tutmaya çalışırken binmek yemedi. Bir dahakine, daha montsuz bir havada gittiğimde yapacağım şeyler arasında bisiklet kiralamak ilk, ya da ikinci sırada. Hayır, bisiklete binmeyi zaten çok severim, bir de bu kadar öncelikli olduğum bir şehir içinde binmek ne menem bir şeydir merak ediyorum; çünkü bisiklet dedin mi araç da yaya da zınk diye duruyor.

Bu arada bisiklet kalitesi ile Converse fiyatı doğru orantılı olarak azalıyor; zira yağışlı yerde kaliteli bisiklete para yatırmakla Converse'e yatırmak arasında bir fark yok. Heineken'in kurduğu koca bira müzesinde (bu adı ben koydum tabi ama tam bir karşılığı yok, Heineken Experience deniyor) ve merkezdeki hediyelik eşya dükkanında ayılıp bayıldığım 6 cepli sweatshirtlerin (bira koymak için evet :)) 70 euro olduğunu düşünürsek, 40 euroyu ayakkabıya vermek saçma değil.

Gerçi Converse'i ben giymiyorum yağmurda ve bu benim fikrim, orada herkes sözleşmiş gibi şu biçimsiz ugg'ları giyiyordu yağmurda çamurda. Çok ilginç.


Heineken dedik de, oradayken aslında Efes'in çok daha iyi bir bira olduğunu ama neden ama neden böyle mekanı olmadığını konuştuk, klasik... Klasik olan, Efes'i de pek sevmeyen benim için bira kalitesi muhabbeti değil; böyle mekan olmayışının muhabbetinin yapılması. Bizim Efes'ten anladığımız mikrobiyoloji dersinde fabrika gezmektir olsa olsa; nerde öyle arpa öğütmek, her bir kazanın içinde neler olduğuna bakmak, bira tatmak, Raul gibi yakışıklı görevlilerin etrafta kol gezmesi filan... Bir tek kokusu aynı mekanın: Maya. Koca bir inkübatör içinde Petri kabında bizzat büyür gibi. Beeah!

Heineken deyip de, Okay'la her fırsatta anlattığımız anımızı yazmadan geçmek olmaz. Heineken'i gezen herkes, gezinin sonunda bir veya şanslıysa iki tane bira içme şansı elde ediyordu. Bir yandan da Heineken propagandası sürüyor, tezgah başındaki abilerle ablalar neden biranın köpüğünü spatulayla attıklarını, bunu neden sadece Hollandalıların yaptığını anlattı (bana kalırsa başımıza bir hediyelik eşya seçeneği daha çıkarmaktan başka bir işe yaramıyor:)) Sonra da, bir deney yapacaklarını söyledi ve iki gönüllü istedi, bir kız bir erkek. Birahane diyebileceğimiz bir yerde başımıza gelebilecek en kötü şey ne olabilir ki, diyerek elimi kaldırdım, diğer gönüllü tabi ki Okay'dı. Abla önümüze 20 cc'lik birer bardak bira koydu, ben tek dikemediğim içkinin bira olduğuna eyvahlanırken "birer yudum almamızı" istedi. Aldık, koyduk bardakları. Abla anlatmaya başladı, işte kadınlar erkeklerden daha küçük yudumlarla içki içtiklerinden, bira dillerinin ekşi tatları alan ön bölümlerine temas eder ve o yüzden tadını sevmezlermiş; erkeklerse koca yudumları yuvarlayıp direkt mideye gönderir, o yüzden de birayı daha çok severlermiş... E anlatılanlar iyi güzel, mantıklı da, yalnız bi sıkıntı var: Okay'la biralarımıza baktık, aynı. "Eee, sorry" dedik ablaya, bizimkiler aynı, onu napcaz? "Değildir" dedi abla, "vardır mutlaka bi fark". Yok dedik. Baktı, gerçekten yok. "Napalım, normalde böyle olur ama bu seferki örnek kötü olmuş" deyip güldü. Biz de anı belgeledik:

Ay ne dağıttım, imrendiklerimi anlatıyordum en son... Mesela, ben su aşığıyım, şehir suyun içinde yüzüyor. Tabi ki kanal dediğin bir Boğaz olamaz ama bir yüzen evim olsa fena mı olurdu? Kanal turu atarken hepsine ağzımın suyu akarak baktım, o kadar güzellerdi ki... Bir tanesini müze haline getirmişler, çok ısrar ettim gezmek için, tam bana göre kutu gibi, kendime ait işte. Hep sevmişimdir öyle yerleri.

Yüzen ev bu değil, hayır. Ama bu da işimi görür.

Sonracımaaa, insanlar güzel. Artık kafaları güzel diye mi bilemem ama, alkol kafası gibi olay çıkaran, nara atan, dayılanan bir kafa değil işte, herkes kendi halinde. Gece dışarı çıktık, pubcrawling denen, 18 euroyu bastıran grubu 6 mekan gezdirip her mekanda bi bira içireceğini taahhüt eden naneye katıldık. Fakat sağ çıkmak ne mümkün, o her mekanda bir bira denen şey aslında sınırsız içkiymiş; birinde Smirnoff Ice'lar, birinde votka shotlar, bir diğerinde deney tüpü içinde kim bilir ne... 5. mekanı hatırlamıyorum, 6.ya hiç gitmedim, ama çıkışta bir Quarter pounder yedim onu biliyorum. Üstünde "I survived Pubcrawling" yazan tişörtümü de alnımın akıyla kaybettim: Zaten sağ çıktığım da söylenemezdi!

Girdiğimiz tüm mekanları birbirine kardığımızda ortaya şöyle bir manzara çıkıyor:

En ufak bir itişmeye rastlamadım. Artılar eksiler listesi yapılıyorsa, bu değerlendirilmeli (Buldun, diyorsunuz değil mi? Moda sahilinde içki içmek yasak, birileri oturmuş otu yasallaştırsak mı diye düşünüyordur eminim. Fekat burada sevgili Lily Allen'ın güzide bir şarkısını anmadan edemiyorum: Everyone's At It. Tabh.)

İnsanlar güzel derken sadece kafalarından bahsetmiyorum tabi ki, örneğin Viyana'daki buram buram Alman ekolü soğukluğu burada kesinlikle yoktu, adres soracağımız adamlar daha biz ağzımızı açmadan gülümsüyorlardı bize, sahaflar inanılmaz sevimliydi, herkes bir "tabi ki!" bulutunun içinde yüzüyordu.

Bu tabi kiler, biz ilk coffee shop'umuza girmeye çalışırken ortadan kayboldu. 4 erkek 1 ben olarak içeri girerken kapıdaki görevli bizi durdurup bana 18 yaşından büyük olup olmadığımı sordu. Bana!? Tabi ki, dedim. Kimlik görmek istedi. "Memnuniyetle" gösterdim sırıtarak. NŞA 18 yaşında gösteriyorsam bayağı iyi bence.

Sonra bir ara, benim anlayışımla birkaç saatimizi çarçur etme uğruna bir casino'ya girdik. Kimsenin içeride zamanın nasıl geçtiğini anlamadığına şaşmamalı; saat yok hiçbir yerde, içeri girerken hava aydınlık olsa bile içeride hep bir gece havası var filan. Aaa, içeri bir giren oturuyor bir slot makinesinin başına, ki makineler de şöyle eski tip çekmeli kollu filan değil (bari onu görseydik!) düğmeli hepsi, yemeğini içkisini önüne söyleyip saatlerce kalkmadan oturuyor orada ve yaptığı tek iş, bir düğmeye belli aralıklarla basmak. LOST gerçekdışı mı dediniz, tam duyamadım? Bunu gerçek hayatta yapan var ulan!

Casino konusunda tek bir yansıma sesi özetler hissiyatımı, telefona da öyle not etmişim zaten: Casino: Pfft. Üstelik içeride fotoğraf çekmek de yasak olduğundan, bir fotoğraf çekip "işte burada insanlar zaman öldürüyordu" demek de sözkonusu değil. O sıkıntıyı hatırlamak için yandakiyle idare edeceğiz.

Akşamlarımızdan birinde güzel bir yemek yemek istedik ve gözümüze güzel görünen bir yere gittik, hani ahşap ağırlıklı dekoru olan; masaların her biri yerden bir basamak yüksekte ve etrafı tezgah gibi bir şeyle çevrili, yani etraftan yalıtılmış gibi duran lokantalardan birinde... Yan masamızda bir aile vardı onlara takılıp ekmeğe ayrıca para verdiğimizi bile fark etmiyordum az kalsın: 3 kuşak vardı masada, "Bizimkiler" dizisi gibi güle oynaya yemek yerken Şükrü, Ali'ye takılıyor, Bilge'nin nişanlısı onu almaya geliyor, Nazan dudaklarını büzmüş memnuniyetsiz oturuyordu kayınvalidenin karşısında...


Tam ben bunu aklımdan geçirirken, Uykusuz'da Ersin Karabulut'un geniş ailelerden ve Bizimkiler'den bahsedişini okudum, ilginç oldu. Katılmamak elde değil, aileden kaçıyor gibi görünsem de aslında genişletilebilen masaları ve kalabalık yemek takımlarını çok severim ben de. Hangimiz yaşamak istememişizdir ki Neşeli Günler'de? Seviyoruz galiba hem geniş aileleri veya geniş aile umudunu, hem de binalarından kovulan Çamlıca Lisesi misali birbirimize kenetlenme ihtimalimizi. O yüzden, gerektiğinde bir Kurtuluş Savaşı ile daha birbirimizi kurtaracağımıza inancımız tam. Ama sadece gerektiğinde.

Sonuç itibariyle...

Amsterdam'in altını üstüne getirdik mi? Hayır. Amsterdam bizim altımızı üstümüze getirdi mi? Beklediğimin aksine, hayır. ENSOlu dostlarımın aksine, hiç de "bitirdiğimizi" düşünmüyorum üstelik. Aç kalktım masadan :)

Kız-erkek davranışı/duygusu/düşüncesi diye sınıflandırmak istemiyorum. Sadece, bazen "daha" olmak hoşuna gitmiyor insanın. Eşit olmaya bir diyeceğim yok, bir gün hariç dört erkekle yalnız gezmiş olmaktan da zerre kadar rahatsız olmadım. Fakat bana gerikafalı denmesini göze alarak, mümkünse erkeklerin benden daha gözüpek, cesur, laubali olmasını isteyecek ve olmadıkları zaman da hayalkırıklığına uğrayacağım. Bu hayalkırıklığı beni, Amsterdam'da istediğim geziyi yapmamış olma uğruna bir şeylerden vazgeçirdi ve bu yazıya daha uçaktayken düşündüğüm başlığı yerleştirmememe neden oldu. Bir dahakine diye sakladım onu; şimdi 'kısfmet' diyorum.

Amsterdam'a gidişimiz, 10 numara bir keşif turuydu. 1000 numara bir gezi için, tekrar gitmek gerek. Gelenler elime mum diksin!

(Son cümleden başlayarak; 26-30 Kasım 2009, Amsterdam)

Sağdaki penisin yaptığı kink için üzülmedim değil.

Terkedilmiş Hollanda ayakkabısı, camdan değil ama.

Olmazsa olmaz, yüz bin tane foto çektim böyle. Ama bu evin farkı, yana yatık durması :)

Q = m.c.Δt


Aşık olmadan aşk acısı çekiyor, terk edilmeden yalnız kalıyorum.

***

Buz var karşımda, beni çağırıyor, serinim ben bak ne güzel, ferahlarsın diyor, elimi uzatıyorum... Yapışıveriyorum.

Ayrıl sıkıyorsa diyor, evet, ayrılamıyorum. Ayrılmaya çalışmak canımı çok acıtıyor, ayrılma düşüncesi de öyle ama yapışık kalmak da az değil, 'ne seninle ne de sensiz'... Başka sıcaklıklar olmasa hissettiğim, buza kesmem an meselesi. Her yere yetişip her yere yanımda taşıyorum onu da, insanlar soruyor "bu ne?" diye, cevabım yok işte, benim bir parçam o diyorum, "nasıl bir parça?" diyorlar tek kaşlarını kaldırarak, saçmalamayın diyorum. Bazı yerlere beni almıyorlar onunla, tek başına çıkman gereken yollara buzla çıkamazsın. Bana uzatılan bazı eller uzatıldığında havada kalıyor, elim dolu, tokalaşamıyorum, tutamıyorum.

Kelimelerim bazen bitiyor ama onunkilerin bittiği kadar değil. Ben kendimle konuşuyorum, o kendi kadarını kabul ediyor, evet, öyle, ne yapayım, diyor, bilmiyorum diyor. (Benim buzu sevdiğime inanıyorsun da, onun kabullenişine neden inanmıyorsun?) İnsanlar soruyor "neden bu kadar abartıyorsun?" diye, cevabım yok işte. Susuyorum, ona da kızamıyorum, doğası bu demek ki; doğası bu diye kızılır mı hiçbir şeye? Aldığım eğitime yakışmaz bi kere.

Sonra iyi saatte olsunlar geliyor, her zaman yok yere gelmiyor iyi saatte olsunlar, ben bunları yaşar, düşünür, canımı sıkarken nasıl kurtulurum veya kurtulur muyum diye; o benden esirgediği azıcık sıcaklığı nasıl başkalarına dağıtır/başkalarına nasıl dağıtır/o başkaları nasıl başkalarıdır, anlamıyorum, ben bir yerde hata yapıyorum herhalde. Çok kızıyorum, işte o zaman elimi vurup vargücümle duvara, kırasım geliyor onu, elimi de kıracağımı bilerek. Zaten kendime de kızıyorum, çocukları sehpaya çarpınca annelerin sehpadan aldığı intikam gibi aynı, kendi kendime ceza veriyorum, ben de kırılayım lan, ne var ki. Buz kırılsın gitsin istiyorum, canı yansın istiyorum, benim gibi. Ben yanıyorum çünkü...

Ve o yavaşça eriyor.

Ve benim tek yaptığım, boştaki elimle bunları yazmak oluyor.
Tatminsizlik dizboyu.

***

Benim için kavga etmeyen, benim için 'benimle' bile kavga etmeyen bir adamı seviyorum. Çok seviyorum, yapacak bir şey yok.

Dedim ya, ayrılık ilişkisel bir şey değildir illa ve ben bugünün geleceğini çok önceden görmüştüm... İletişime ve gerektiği kadar şiddete inanırım ben ama bu çok kötü oldu; lagda kaldık tabir-i caizse;

İşte şimdi, tanıdığım kimsenin anlamayacağı bir yerdeyim.
Yalnızlık ömür boyu.

naçizane: Aşkın yalın hali

Aşkın en yalın hali, kişiye adıyla hitap edilen an çıkar ortaya.

Aşkım, canım, cicim demeye gerek yok. Biri sana adınla seslendiğinde cız ediyorsa için, bir şey hissediyorsundur işte. Sadece adınla. Güzel ama, kızgın değil; sakin, laf arasında geçirir gibi belki sadece, olsun.

Adımı ilk kez söylemiş olabilir misin? Nasıl da yakıştı ağzına!
"Bak, bellatrix çok mutlu mesela."
39 kere daha söyle, olsun.

Belki hayatın akışında kanıksamışsındır adını duymayı, sevdiğin insandan bile.

Ama, sırf bu söylediğim sebep yüzünden birçok insan kulağına sevgi sözcükleri yerine kendi adının fısıldanmasını ister yataktayken.

Daha yakın bir an ve daha yakın bir laf yoktur çünkü.

I was hoping

Alanis Morissette'ten bana geliyor: I was hoping.

Uzun zamandır dinlememiştim.
Yalnız uyarıyorum: canlı dinleyip diri diri gömülebilirsiniz :)

as we were talking outside it was cold we were shivering yet warmed by the subject matter
my wife is in the next room we've been having troubles you know
please don't tell her or anyone but I need to talk to somebody
you said "Wouldn't it be a shame if I knew how great I was five minutes before I died I'd be filled with such regret before I took my last breath"
and I said "You're willing to tell me this now and you're not going to die any time soon"
and I said "I haven't been eating chicken or meat or anything"
and you said yes but you've been wearing leather and laughed
and said we're at the top of the food chain and yes you're still a fine woman I cringed

I was hoping I was hoping we could heal each other
I was hoping I was hoping we could be raw together

we left the restaurant where the head waiter (in his 60's) said
"good-bye sir thank you for your business sir you're successful and established sir
and we like the frequency with which you dine here sir and your money"
and when I walked by they said "thank you too dear" I was all pigtails and cords
and there was a day when I would've said something like "hey dude I could buy and sell this place so kiss it"
I too once thought I was owed something

I was hoping I was hoping we could challenge each other
I was hoping I was hoping we could crack each other up

I too thought that when proved wrong I lost somehow
I too once thought life was cruel
It's a cycle really you think I'm withdrawing and guilt tripping you
I think you're insensitive and I don't feel heard
and I said do you believe we are fundamentally judgmental?
Fundamentally evil?
and you said yes I said I don't believe in revenge in right or wrong good or bad

you said "well what about the man that I saw handcuffed in the emergency room
bleeding after beating his kid and she threw a shoe at his head.
I think what he did was wrong
and I would've had a hard time feeling compassion for him"
I had to watch my tone for fear of having you feel judged

I was hoping I was hoping we could dance together
I was hoping I was hoping we could be creamy together

Büyük Ayı

4. Geleneksel.

Haziran'da düzenlenen bu tekne akşamlarından birine gittim, birinden haberim olmadı, birinde bir arkadaşımla bozuktum ve "ya o ya ben" durumlarında mutlak surette seçilmeyecek olan insandım da ondan sanıyorum, haberim olmadı. Dördüncüye kısmetmiş.

4 rakamını oldum olası sevmişimdir.

***

Boğaz'ı çok seviyorum. Karşı kıyısı, karşı kıyıdaki ışıkları görünen yerleri çok sevdiğim için herhalde. Sanki hepimizin çocukluğu Orange County'de geçmişçesine rahatça sorulan "Okyanus mu seversiniz, yoksa göl mü?" tarzı kişilik envanteri sorularına hep "göl" diye cevap veririm, sonuç da hep "demek ki güvenlik arayışında bir bireysiniz" çıkar. Ne alakası var, halbuki ben karşı kıyıya bakmayı seviyorum sadece. Ufuk çizgisi beni derin düşüncelere itmiyor.

Karadeniz'i de deniz olarak çok sevmekle beraber, Amasra'yı neden İstanbul'a değişmediğimin yanıtıdır bu.

"David olsa ne atardı" CDsi çalarken arka planda, uzun uzun baktım etrafa tekneden; havaya baktım, yalılara, Ortaköy'e (iki gün sonra eve dönecektik!), köprülere ki özellikle altından geçerken dilek tutayım diye, kaçırmadım, köprü altından geçene kadar 40 kere söyleyebileceğim bir şey tuttum. Hem köprü altından geçiyorum, hem de yeteri kadar tekrarlıyorum; benim ufak sayısalcı beynim garantilemiş olmalı gerçekleşeceğini. Unuttum, in vivo izole lab ortamıyla aynı sonucu vermez ki çoğunlukla. Görmezden geldim; ben yeterince okumadım ki, alt tarafı lisans diplomam var benim.

Fotoğraf için Özgür'e teşekkürler.

***

Dört yıl öncesinden bu yana ne değişti? Biz büyüdük ve kirlendi dünya, benim artık tekneye 'tabi ki' gelmeyecek bir sevgilim yok, aynı şirketteyim ama daha çok kazanıyorum, ilk o teknede gördüğüm Ali Can'ın neden bu tekneye gelmediğini soracak kadar değişmiş ilişkilerim, o zaman hiç tanımadığım Sam'in bana "gel bak sensiz olmaz" diyeceği kadar da... O teknede hayattaki duruşları hakkında net fikirlere sahip olduğum kızlar vardı, bu teknede yoktu. Kız yoktu değil, artık net fikirlerim yok. Biz büyüdük ve flulaştı dünya ("siyah ya da beyaz vardır, gri yoktur" diyenlere inat; grinin bile tonları vardır oysa).

Hiç "ben de ben de" diye tutturan biri olmadım, tutturmamanın zararını gördüysem de fark etmedim ama benim aldığım bir övgü oldu hep, özellikle etrafındaki şımarık veletlerden bezen annemden: Hep çok ağırbaşlıydım. Bunun bana yan etkisi, ısrarcı olamamak oldu. Karşı taraf bilirdir, ne yapayımdır. Bir yerde olmak istediğimde bir söylüyor, iki söylüyor ve aradığım tepkiyi alamıyorsam, beklediğim sözler bunlar değilse, bırakıyorum. Kırılanı sonra kendim yapıştırıyorum, birileri elinden geldiği kadar yardım ediyor veya öyle kalıyor işte, giderek daha küçük parçalara bölünüyor. Yeterince küçük parçalara bölündüğünde, hiç romantik bir teşbih olmayacak ama, artık acıtmıyor ve böbrek taşı gibi atılıyor, haksız mıyım?

Şimdi benim hissiyatım, Daltonlar'ın eğe ile hapishane demirlerini kesmeye çalışması veya kaşıkla tünel kazmaları gibi... Veya, hani karşındaki insana saldırmaya çalışırsın delicesine de o senin alnına elini dayayıp tutar ya, istediğin kadar uğraş vuramazsın ya, çizgifilmlerde çok olur bu... Öyle gibi/değil gibi; belki değil, ama ben öyle hissediyorum ve ne diyecektik artık?

"Demek ki böyle."

Burası benim evim değilmiş meğersem.

***

Erce'yi aldık yoldan. Yoldan dediğim, ikinci köprüyü de geçtikten sonra, yani benim "Allah'ın Dağı" sınırlarıma düşen bir yerde Aija diye bir mekandan aldık Erce'yi, sırf onun için bir teknenin düğün alanına yanaşması muhtemelen oradaki insanların hayatları boyunca yapmadıkları ve kendi başlarına da gelmemiş ve gelmeyecek bir olaydı.

"Ödül almayı mı vermeyi mi tercih edersiniz?" diye sorar Erce, vaktiyle yakışıklı bir ünlüye ödül vermiş olduğunun altını çizerek :) Hep "almayı" derim, yine alan taraf olmak daha çok keyif verdi bana. Hobareeey diye alkış ve tezahüratlarımız arasında Erce'nin de utanmış gibi bize şşşt! yapması çok komikti, oysa ki bunu da uzun süre hatırlayacağını biliyorum.

Takı töreninin ortasındaki gelin de uzaktan bir selam çaktı bize. Tanımıyorum ama, mutlu olsunlar bir ömür boyu.

***

Tekneden birkaç saat önce Askı kanjimle eve giderken İstanbul Genetik Grubu denen bir yerin önünden geçtik. "Aa biz" dedik, "işte biz dördümüz, genetik grubu dediğin, bu kadar işte". Ne acayip, eskisi gibi görüşemiyoruz diye Aslı'ya çemkirmemiz sıklıkla. Oysa ki teknede otururken -bittabi fotoğraftaki sırayla- içime dolan huzur ve mutluluk yerini kalktıktan çok kısa sürede başka bir hisse bırakıyor. İçimde üzgün ama üzgün olmanın dışında kötü bir his var bizimle ilgili. 40 yıl sonra görücez, umarım haksız çıkarım.

O kadar sahipleniciyim ki, eğer bir erkek olsaydım eminim kız arkadaşım çok mutlu olurdu.

***

Herkesin çift olduğu veya olabileceği, sevgili veya serious other olarak değil, ikinin biri olabileceği bir teknedeydik.

"Biz lisedeyken" diye bir cümleye başladı Martı, "sizin lise neresi?" dedim, "İstanbul Erkek" dedi. Şefkat gösteresim gelen insanların çoğunluğunun aynı dört duvardan çıkmış olması beni birazcık korkutuyor. Artık dışardan görünebilir şekilde korkutuyor ki "anlat" dedi çocuk :) Valla, dedim, kendi lisemden sonra en çok İELli tanıyorum ben, eski erkek arkadaşım da İELliydi, birçok şekilde çok uğraştım bu adamlarla.

Yaşadıklarıma dayanarak yaptığım saptamalara önyargı demek doğru olmaz aslında, "yargılarımı yıkan", bilindik İEL halinden daha 'fiziksel' gruplara alışkın adamlar tanımak güzel.

***

Dört yıl öncesinden bu yana ne değişmedi? (Ya da ne "geri değişti?") İşte şu adam:

Keşke teknede olsaydı, dedim.

***

Bir ara, uyumaya karar verdik teknede aniden, hepimiz birden gözlerimizi kapadık. Böyle kararlarla değil de, kimseuyumazkenuyurkişi olduğumdan gözümü açtım aniden. Çok içmiştim ama yakaladığım bakışı unutacak kadar değil.

Hiçbir fotoğrafın, şarkının, yazının anlatamayacağı bir bakıştı yakaladığım. Hiçbir şey söylemeyen ama çok şey söyleyen, kesintisiz bir bakış. Ben insanlara uzun süre bakamam oysa ki.

Bunu yazarak anlatabildiğim gün gurur duyacağım kendimle. Daha önce değil.

(04 Haziran 2010 ~ ... ~ 18 Haziran 2010, hep İstanbul)

Not: Sinan bana kızar şimdi: Merak etme Sinancım, sen de o adamlardan birisin :)

22:30 Pijama Giyme Zamanı!

Gereğinden fazla güldüm bu akşam. Aşk-ı Memnu'da Bihter'in her bir yüz ifadesine, melankolisine, saçı bozulmasın diye kafasını koltuktan sarkıtıp ağlayışına, Çetin Özder'in tipine; sokaktan geçerken duyulduklarını düşünmeden bağıra bağıra konuşanlara, azıcık içmiş tiplere (her sarhoşun içinde nara atan bir mahalle kabadayısı vardır); yeni mondi reklamına -ki eskisi kadar kötü- güldüm.

Yüzümde müstehzi bir ifadeyle bir keyif sigarası içtim. Ama hala hastayım evet.

Unutuldum lan :)

***

Güldüğüm veya gülümsediğim şey kendimle ilgili: Yavaş yavaş bağışıklık kazanıyorum, artık öyle bir şarkıyla içimdeki acı verme isteği azalmıyor; artık ben yanlış mı yapıyorum, çok mu sıkboğaz ediyorum, hatalı mı düşünüyorum, ben mi değiştim diye sormuyorum; eh, napayım, demek ki ben böyleyim ve artık böyle.

Sevindirici olan, her seferinde daha alçaktan aşağı düşmek. Bu, evet :)

Artık yargılanmam/garipsenmem herhalde. İçimden geldiği gibi, içimden geldiği kadar...
İçimden gelen ile...


Silsem de, silsen de si-lin-mez. Yavaş yavaş, zamanla.

Kelebek Etkisi

Dünya'nın bir yerinde bir kelebek kanat çırpsa, bir başka yerinde fırtına çıkar. Mış.

Belki çırpınmıyorum ama, kanat bile çırpmadığım söylenemez. Kanat bile çırpmadığım söylenmesin diye (kendi kendime söylemeyeyim diye) hiç karşılığını görmeden bir denedim; bir kanat çırpışı uzağa gittim. İki denedim; yumurtaya tık tık yaptım, bakalım kabuğu sert mi, diye. Üç denedim; kapıyı zorladım biraz, kendimi kırdım, bitti.
*
Ben kanat çırpınca hiçbir şey olmadı. Kelebek kadar olamadım şu dünyada?
*
*
*
İnşallah bir bahanen yoktur da, yarın öbür gün geri döndüğünde burada olmamı beklemezsin.

-1

ilk defa sabahtan akşama bir kişi blogumu takip etmeyi bırakmış. üçün beşin hesabını tutabilecek kadar az insan olunca dikkat çekiyor tabi.

aa, üzüldüm ya. çok değil ama bi üzüldüm yani. kim olduğunu bilmiyorum bile, farkında değilim. çok garip diil mi, sanki birini gücendirecek bir şey yapmışım da hıhh demiş gitmiş gibi hissettim. ama baktım sabahtan beri hep kendimle ilgili yazmışım, hadi iktidara filan laf soksam başımız belaya girer diyecekler :) mesela.

belki yaza yaza bıktırmışımdır. o olabilir bak :)

Çeşm-i Cihan

Alevli oldu mu bilmiyorum ama, kısıtlı zamanımda bunları çekebildim. Makinem 3.2 megapipili olduğu için özellikle geceleri kendisinden beklentilerin yüksek olmaması gerekiyor.


Teyzemin balkonunda, tam çatıya çıkan merdivenin altında şöyle bir alan var. Kendime ait alanlara kendimi bildim bileli aşık olduğumdan, girer hep bu kuytuya otururum ben. Orada ederim kahvaltımı. Eniştem hayattayken burası onun yeriydi, akşam yemeklerinde beraberken, bu tarafta oturamazdım.

Her evin bir direği var kendine göre...

Geçen yıl bir gondol olan yer bu yıl bildiğin lunapark olmuş. Yine de Amasra'dayız ya, zıplama zımbırtısının üstüne çıkamıyoruz. Çok büyüğüz çünkü. Askı kanjimle geçtiğimiz yıl çok üzülmüştük bu duruma.

Hayır bize çıkma diyen de, bizi taşımayacak olmasından kaynaklanan bir kural değil. "Etraf ne der" kafası.

Her bebek, her çocuk güzel olur diyenlere kılım. Olmaz arkadaş. Bebeği malesef çirkin olan ebeveynlerin uydurmasıdır bu. Üzülmesinler, benim kardeşim de çok çirkindi bebekken, öyle böyle değil. Sonra dünya yakışıklısı oldu :)
Ama bu yukarıdaki, sanıyorum son zamanlarda gördüğüm en güzel kız. Deren. Ve çok can yakacak gibi duruyor ileride...
Bu da balkon. Bu kadar çiçeğe bakabilir miyim acaba ben mesela, daha kendime bakamıyorum.

Baya iyi.


Plastik oyuncaklı park.
Biz küçükken buradan çıkmak bilmezdik, ama biz küçükken çok yaratıcı oyuncaklar vardı çocuk parklarında. Tamam demirdi, paslanabilirdi, bu kadar renkli de değildi ama kolay kolay kırılmazdı ve bu kadar bir örnek değildi.
Bir anı, bu parkın eski halinden: Annemler, gece yarısı Bedenaltı gezmelerinden dönerken, etrafta hiç çocuk ve ebeveynleri yokken (etraf ne der kafası uykuya yatmışken) salıncakta sallanırlardı (benden ziyade, içimdeki çocuk anneme çekmiştir). Teyzem ve rahmetli arkadaşı Muazzez teyze de anneme uyup salıncağa bindiler bir gece. Amma velakin salıncaklar o zaman demirdi, böyle kolçaklı sandalye gibi, yani oturunca kolunuzu demire dayayabilirdiniz ama kolçağın altı, oturduğunuz yere kadar boştu. Bizim aida bardak biçimli Türk kadını tiplememize, hele de salıncak kendilerine göre yapılmamışsa, hiç uymayacak bir biçim. Nitekim, Muazzez teyze oturdu, sallandı bir miktar, ama bir daha kalkamadı. Sıkıştı çünkü, uzun süre oturunca demirlerden çıkaramadık kendisini. Annemle teyzemin iki yandan onu çekişini, bir yandan da gülmekten gözlerinden yaş geldiğini hatırlıyorum.
Hey gidi.
Anne.
Burası da, babamla evlendikleri yerin önü. Ordan geçerken bunu hatırlamadığına eminim.

Hayır, istemiyoruz. 17 oteli ve sayısız pansiyonuyla, bu haliyle bile çok kalabalık Amasra. Ama en azından turistik, en azından temiz daha.
Amasra'yı rahat bırakın ulan!
*
Çeşm-i Cihan hikayesini de yazayım da eksik kalmasın:
Fatih Sultan Mehmet'in orduları Amasra'yı aldıktan sonra Fatih, yanında lalası (hocası) ile fethettikleri yerleri dolaşırken Amasra'ya gelir. Şimdi Bakacak denen tepe, Bartın'dan gelirken Amasra'nın ilk kez görüldüğü (ve şaşırmamak gerektiği) yerdir. Fatih, tepeden Amasra'ya bakar ve "Lala, lala, Çeşm-i Cihan bu mu ola?" der.
Çeşm-i Cihan, dünyanın gözü demektir.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!