Çeşitli vesilelerle birçok kişiyle konuşmuşuzdur bunu; ancak yeni bir sözüm olacak tabi.
***
10-12 yıl önceki dönem İELlilerden bir arkadaşın arkadaşı, çocukluğundan beri yelken sporuyla uğraşan bir adamdı ve 'diplomayı alıp' mühendis olmasına rağmen yelken dersi vererek sürdürüyordu hayatını.
Bir lise buluşmasında, herkes kendinden ve işinden bahsederken bir tek o "abi ne güzel, sevdiğin işi yapıyorsun ya" yorumunu almıştı arkadaşlarından. O yüzden de, işi bırakmak istediğini ve öngöremediği kadar uzun bir süre yelken görmek istemediğini anlattığında herkes çok şaşırdı.
Adam yelkenden nefret ediyordu artık!
***
Lise zamanında insanların çok gözüne çarpmayan bir uyuzluğum vardı benim: Delicesine bir düzeltme hastalığı! Konuşmaları, yazıları sürekli düzeltirdim. O zaman bu uyuzluğumun üstünde hiç durulmamış olması garip geldi şimdi. Tamam, dikkatli olduğumu bilirdi arkadaşlar ama hiç bana şaşıran veya bunu bir kişilik özelliği olarak atfeden olmamıştı. Lisedeki iyi öğrenciliğimin aşıladığı şaşırmazlık duygusu olsa gerek.
Bu teorim, bu işin neden üniversitede ortalama bir öğrenciyken ayyuka çıktığını da açıklıyor.
Öyle ki, Yiğit Özgür sevgimi manyaklığıma alet eden alt dönem ENSOlu dostlarımın bana ayrılık hediyesi, bir karikatürde Brütüs rolü oldu; kafasının yerinde benim kafamla elbette.
Dile takıklığım Türkçe (veya İngilizce) gramer kurallarıyla sınırlı değil tabi. Üstüne, kendimi bildim bileli yazmayı da ekleyince, olacağımı aklıma bile getiremediğim bir şey oldum: Editör.
Yayın kurulu, editörlük filan derken uzunca bir süre "son gece"lerde, tasarımlarımızı yapan Figür'de sabahlar oldum, çoğunlukla genetiktenterk grafikerimiz Altuğ ile birlikte. Ben StepS'i bıraktım; StepS Figür'ü, editörler de galiba grafikçide sabahlamaları bıraktı; feysbuk icad oldu, Altuğ beni buldu ve bana nerede, ne iş yaptığımı sordu. Söyledim, "neden?" dedi. "Nasıl neden?" dedim. "Şaşırdım, ben senin hep dergicilikle ilgili bir şey yapacağını düşünmüştüm." dedi. Herkesten çok senin, der gibi.
Yazdıklarımı okuyan veya okumayan arkadaşların bana "kitap yazmayı düşünüyor musun?" benzeri sorular sorması Altuğ'yla bu diyalogumuzu getirdi aklıma. O zaman çok üstünde durmamıştım ama sonradan, bu işten nefret edersem; kelime görmek istemiyorum hayatımda, kitap okumayacağım, klavye tutmayacağım dersem ne olur diye korktuğumu fark ettim. Dünya için ne olur diye değil, benim halim ne olur diye. Yazmaktan nefret etmeyi göze alamam.
Bu da bana şunu düşündürdü: Nefret etmeyi göze alamadığımız şeyi, iş olarak yapmamalı mıyız acaba?
***
Geçen gün işyerinde, neden Türkiye'de kalmak istediğimi hatırlamaya çalışıyordum. "Hiç yurtdışı düşünmedin mi?" diye sorup duran insanlara verdiğim sabit yanıttı bu: Uzun yıllar yurtdışında yaşamak istemiyordum. O kadar yıl okuyup ettikten sonra geri dönüp burada akademik olma isteğim de yoktu. Gittim mi dönmemek gerekiyordu, o da beni bozuyordu.
Ama akademiye devam etmeme sebebim sadece Türkiye'de kalmak değildi. Öğretmen olmak istemiyordum ki bi kere.
Bugün Polonezköy yolunda ihtiyaç duygusu kafamı kurcaladı; birine ihtiyaç duymak, birinin kendisine ihtiyaç duyulduğunu bilmesi, yardım etme kafası, anlatma, öğretmenlik... Öğretmenlik yapmayı neden istemediğimi düşündüm. İnsanlara bir şey anlatabilmiş olmaktan inanılmaz haz duyduğum; anlatırken fark ettiğim, anladığım; o bir işe yaradığımı en çok hissettiğim halde neden istemediğimi.
Öğretmek benden kayıtsız şartsız beklenen bir şey olduğunda sevmeyeceğimi düşündüm bu işi. Kanıksanacak, takdir edilmeyecektim. Gerçekle yüzleşelim: Hiçbirimiz 40 yıl kölesi olmaya razı değiliz kimsenin. Çünkü kutsal da olsa, öğretmenlerin işi bu. Böyle düşünüyoruz.
Öğretmeyi de sevmemeye başlayacaktım, anlatmak da beni tatmin etmeyecekti. Asıl sebep buydu.
(26 Haziran 2010, Polonezköy)
Yine de, gerçekten de hatırlayamadım Türkiye'de neden kalmak istediğimi. Eskiden var olan bariz sebeplerimden hiçbiri gelmedi aklıma.
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder