Uzun lafın kısası: Kurban Bayramı'nda Amsterdam'a gittik. Elalemin Amsterdam macerasıyla işim olmaz diyen burda okumayı kessin. Bir miktar spoiler da içerebilir yazı, ne bileyim. Şahsen gezi dergisi insanı olmadığımdan ve insanların gezip gördüğü yerlerle ilgili anlattıkları bana daha ziyade imrenme duygusu itelediğinden, anlayışla karşılarım okumazsanız.
Ha bu arada, öyle niyet etmediysem de yazı +13 olabilir, penis filan demek benim için kütikül demek kadar doğal olduğundan kendimi de çok kısıtladığımı söyleyemem.
Uzun laf:
Toplamda ikinci, keyfen ilk kez yurtdışına çıkacak olduğumdan, pek ihtimal vermemiştim Amsterdam'a gidebileceğime. Böyle durumlarda çekip çevirici biri gerekir hep, ve kendimi içinde bulduğum böyle durumlarda çekip çeviren ben olageldim. Bu sefer iddialı değildim; çünkü zerre kadar anlamıyorum bu ucuz bilet, hostel mostel işlerinden. Neyse ki bu işleri daha çok bilen ve benim gibi sırf uyumak için gideceği yere olabildiğince az para vermek isteyen yoldaşlar buldum kendime. İnternet aleminin altını üstüne getirip, sanırım bir daha asla bulamayacağımız kadar ucuz biletleri bulduktan, hostelde de yerimizi ayırttıktan sonra artık hazırdık.
Hava aydınlanmadan yola çıkacağımız arife günü öncesinde, saat dokuza kadar çalışmış olmanın bende yarattığı gerginlikle 2-3 saat uyuyup, yetiştirdiğim işleri rüyamda görmenin yorgunluğuyla kalktım ve şimdiye kadar gördüğüm en yoğun siste araba kullandım. Benim için sıradan ama sanıyorum yanımdakiler için travmatik bir yolculuktu. KLM'in armutlu (niye armut? Bilmiyorum. Bu konuya sonra döneceğiz.) tırt sandöviçlerini bir kahvaltı aperatifi olarak mideye indirdiğimizde, önümüzdeki günlerde aşağı yukarı aynı şeyleri yemek durumunda kalacağımızdan bihaberdik. E dedim ya, cimriyiz (yaşasın patat!)
Bu arada, eğer bilet parasını başkası veriyorsa yurtdışına çıkarken THY bir ayrıcalıkmış kesinlikle. KLM'e binince bunu anladım; bir dahaki THY uçuşumda uçağı öpücem. Öpüjem, hatta. Alkol var lan!
Schiphol'e, AŞTİ'ye gelen Ankaralı misali, gavur memleketin ulaşım altyapısına sonsuz güvenimizle indik. Kocaman bir çam ağacının dibinde sabahın körü kahvelerimizi içip, şakır şakır yağmurla ayıldık (uyku havası ters tepebiliyor heyecanlı bünyelerde). Gerçekten de şehir merkezine tabir-i caizse zart diye gittik; o trende veya dışarıda gördüklerimizde hiç iş yoktu, kendimi cesur yeni dünyada veya 1984'te gibi hissettim; hepsi tanıdığımız dünya şirketleri, bir örnek, sanayi tipi, plaza kafası... Fotoğraf makinemi çantamdan çıkarmaya bile zahmet etmedim.
Şehir merkezine gelir gelmez aldık Iamsterdam kartlarımızı, ben bir an üstünde Iamsterdam yazan her şeyi alma kafasına girdim ve neyse ki hiçbir şey almadan çıktım oradan; daha çok erkendi! Ah bu anı biriktirme kafası yok mu, her şey için cimriyken maaşı nasıl bitirebildiğimin açıklaması o işte. Kartlar bize bir sürü yere beleş, bir sürü yere indirimli girme ve 3 gün boyunca tramvayı sınırsız kullanma hakkı verdi. Tramvaya ilk binişimde, Amsterdam'ın olayını çözdüm: Ayakta yolculuk yapıyorsanız, mütemadiyen S çizerek ilerleyen tramvayın hızlı dönüşlerinden kafa oluyorsunuz, coffee shoplardan sızan dumandan olmadığınız kadar hem de!
Amsterdam'da çantalarımızı hostele atar atmaz bizi akşama kadar idare edecek şahane bir kahvaltı edelim dedik; haritalarımız, indirim kuponlarımız ve benim elimde beni musmutlu eden mesajın olduğu cep telefonumla yürüye yürüye pancake yiyebileceğimiz bir yere gittik. Bize göre çok pahalıydı ama gelen porsiyonun kocamanlığı susturdu bizi. Gördüğüm her şeyi aktarma kafasına girdim yine, bir de ofis taşıma hüznü içindeydik, bizimkilerin anlam veremediği bir 25 dakika geçirdim telefonda falan filan... Yakıtı aldıktan sonra yola koyulduk.
Çok zaman geçti, her şeyi anlatamam tabi, hele kronolojik olarak mümkün değil ama zaten amacım ne yiyip içtiğimi, özellikle de ne içtiğimi anlatmak değil. Uzuuuun uzun yazdığı mesajla Moris başta olmak üzere "Amsterdam görmüşler"den aldığımız tavsiyelerle (ki sayıları bayağı çokmuş akranlarımız arasında) illa ki yapılacak olan şeyleri yaptık biz de, Madame Tussaud's'ya gidip balmumu heykellerle fotoğraf çektirdik bolca, hepsi çok orijinal, hepsi daha önce giden herkesle bir örnekti :) Adamların yaptığı, dünyanın dört bir yanından sanatçıları, devlet adamlarını, bilim insanlarını filan toplayıp kuklasını yapıp insanlara onları gösterirken, alttan Hollanda gazı da vermek. Müzeye girişte Prince of Orange kimdir, bu portakal kafası nedir, Hollanda tarihte ne yapmış ne etmiştir gibi birtakım, benim gibi tarihsevmezleri ilgilendirmeyen şeyler anlatıldı cüceler ülkesindeki dev tarafından. Her tarafından bir şeyler fışkırıyordu devin, laleler, Hollanda ayakkabıları falan filan... Bir yerden sonra bana ne'ydi, ben fotoğraf çektim.
...çarşı mağazalarında indirim var!
Ayrıca Prince of Orange'ı anladım, portakal bağlarını bahçelerini de öyle; hadi laleyi de anladım -ki lale onlara Osmanlı'dan gitmiştir, neyse-; ancak bir adet anlamadığım şey var: Armut. Bu armut neden orada popüler, neden en çok içilen meyve suları armutlu, KLM'nin sandöviçlerinde armut olduğu iddia edilen bir şey neden var, armut turşusu ne alaka... Kimse armutun Amsterdam ve civar köylerde çok yetiştiğinden filan bahsetmiyor halbuki, adamlar da bizden daha ayı gibi görünmüyor üstelik.
Sonra seks müzesine gittik. Seks müzesi, söylerken bile çok garip geliyor; daha ziyade "sanat mı lan şimdi bu?" denecek, tümü penis temalı birtakım heykeller ve onların kocamanları ile, anne-babalarımızın gençliğinden bu yana porno anlayışının nasıl evrildiğinin resimleri. Resimleri evet, ve ben biyolojiden ve erkek dünyasından azıcık çakıyorsam, tüm erkeklerin bol pantolonlarla girmeleri gereken bir yer burası. Şunu yazmazsam çatlarım: Seks müzesinde boyumdan büyük bir penis ile fotoğraf çektirdikten sonra, öbür tarafta hohlayınca eriyecek bir Robbie Williams'a sarılmış olmanın çok da etkileyici olmayacağını tahmin edersiniz :)
Ayrıca penisin neden vajinadan daha yaygın bir tema olduğunu da merak etmedim değil; kadın vücudunun açık ara meta olduğu dünyada bir Amsterdam mı kalmış acaba diğer tarafa meyleden?
Şu yandakiler gibi peluş hayvanların satıldığı bir ortamda dünyaya bir çocuk getirsek, dünyanın Amsterdam dışında kalan hiçbir yerinde mutlu olamayacağını konuştuk bizimkilerle... Belki de gerçekten fazla serbesti iyi değildir?Rijksmuseum (hala okuyamıyorum bunu) ve Van Gogh müzesini de kendimize bir saat sınırı koyarak dolaştık. Benim en çok sevdiğim iki şey oldu, bir resim bir de heykel. Resmin adını ve sanatçıyı bir yere yazmadığıma lanet ettim sonra (o kadar da kuvvetli değil hafızam, özellikle de hiç tanımadığım yabancı isimleri konusunda) ama heykeli biliyorum. Falconet'den, dünya muzipi bir Eros; "L'amour Menaçant" veya Menacing Love. Dennis the Menace'ı bildiniz mi, ondan işte. Artık afacan diye mi çevirirsiniz bilemem :)
Milleti sustururken bir yandan da fıtı fıtı okunu alıyor, çakaaal...
Kitap ayracı kafası yaygın olmadığı için Amsterdam'da, kartpostalını aldım bu bebeğin, o da olur. Hah yalnız, meleğe bebek dedim, şimdi patlayacak Zeus'un şimşeği tepemde, kaçın!Amsterdam öyle hayatın 8'de bittiği bir şehir değil ama biz dışarıdan gelenler için değil sadece. İnsanlar işten çıkıp bisiklete atlayıp illa ki -zaten neden araba kullanılır ki orada, şirketler bile çalışanlarına bisiklet veriyordur zannımca-, evlerine gidiyorlar. Yok ki sokakta birasını veya otunu içe içe giden adam; zaten serbest, adam evine gidiyor işte. Turistin turist olduğu çok belliydi sizin anlayacağınız.
İmrenmedim değil. Bir kere, adamlar bisiklete biniyor ama envai çeşit! Önünde puset olanı, köpek koyma zımbırtısı olanı, kapalısı açığı falan filan hepsi var; şehir dümdüz olduğu için bizdeki dağ bisikleti zorunluluğu da yok, hepsi tıngır mıngır gezi bisikleti. Alabildiğine tırt bisikletler ayrıca, çünkü sürekli açık havada duruyorlar ve sürekli yağmur yağıyor Amsterdam'a. Şöyle bir bisiklet gördük mesela, artık son noktaydı sanıyorum (sağda olması lazım).
O kadar çok yağmur yağdı ki biz oradayken, bisiklete binemedim. Bisikleti iyi kullanırım ama hiç bilmediğim bir şehrin içinde, tek elimle şemsiye tutmaya çalışırken binmek yemedi. Bir dahakine, daha montsuz bir havada gittiğimde yapacağım şeyler arasında bisiklet kiralamak ilk, ya da ikinci sırada. Hayır, bisiklete binmeyi zaten çok severim, bir de bu kadar öncelikli olduğum bir şehir içinde binmek ne menem bir şeydir merak ediyorum; çünkü bisiklet dedin mi araç da yaya da zınk diye duruyor.
Bu arada bisiklet kalitesi ile Converse fiyatı doğru orantılı olarak azalıyor; zira yağışlı yerde kaliteli bisiklete para yatırmakla Converse'e yatırmak arasında bir fark yok. Heineken'in kurduğu koca bira müzesinde (bu adı ben koydum tabi ama tam bir karşılığı yok, Heineken Experience deniyor) ve merkezdeki hediyelik eşya dükkanında ayılıp bayıldığım 6 cepli sweatshirtlerin (bira koymak için evet :)) 70 euro olduğunu düşünürsek, 40 euroyu ayakkabıya vermek saçma değil.
Gerçi Converse'i ben giymiyorum yağmurda ve bu benim fikrim, orada herkes sözleşmiş gibi şu biçimsiz ugg'ları giyiyordu yağmurda çamurda. Çok ilginç.
Heineken dedik de, oradayken aslında Efes'in çok daha iyi bir bira olduğunu ama neden ama neden böyle mekanı olmadığını konuştuk, klasik... Klasik olan, Efes'i de pek sevmeyen benim için bira kalitesi muhabbeti değil; böyle mekan olmayışının muhabbetinin yapılması. Bizim Efes'ten anladığımız mikrobiyoloji dersinde fabrika gezmektir olsa olsa; nerde öyle arpa öğütmek, her bir kazanın içinde neler olduğuna bakmak, bira tatmak, Raul gibi yakışıklı görevlilerin etrafta kol gezmesi filan... Bir tek kokusu aynı mekanın: Maya. Koca bir inkübatör içinde Petri kabında bizzat büyür gibi. Beeah!
Heineken deyip de, Okay'la her fırsatta anlattığımız anımızı yazmadan geçmek olmaz. Heineken'i gezen herkes, gezinin sonunda bir veya şanslıysa iki tane bira içme şansı elde ediyordu. Bir yandan da Heineken propagandası sürüyor, tezgah başındaki abilerle ablalar neden biranın köpüğünü spatulayla attıklarını, bunu neden sadece Hollandalıların yaptığını anlattı (bana kalırsa başımıza bir hediyelik eşya seçeneği daha çıkarmaktan başka bir işe yaramıyor:)) Sonra da, bir deney yapacaklarını söyledi ve iki gönüllü istedi, bir kız bir erkek. Birahane diyebileceğimiz bir yerde başımıza gelebilecek en kötü şey ne olabilir ki, diyerek elimi kaldırdım, diğer gönüllü tabi ki Okay'dı. Abla önümüze 20 cc'lik birer bardak bira koydu, ben tek dikemediğim içkinin bira olduğuna eyvahlanırken "birer yudum almamızı" istedi. Aldık, koyduk bardakları. Abla anlatmaya başladı, işte kadınlar erkeklerden daha küçük yudumlarla içki içtiklerinden, bira dillerinin ekşi tatları alan ön bölümlerine temas eder ve o yüzden tadını sevmezlermiş; erkeklerse koca yudumları yuvarlayıp direkt mideye gönderir, o yüzden de birayı daha çok severlermiş... E anlatılanlar iyi güzel, mantıklı da, yalnız bi sıkıntı var: Okay'la biralarımıza baktık, aynı. "Eee, sorry" dedik ablaya, bizimkiler aynı, onu napcaz? "Değildir" dedi abla, "vardır mutlaka bi fark". Yok dedik. Baktı, gerçekten yok. "Napalım, normalde böyle olur ama bu seferki örnek kötü olmuş" deyip güldü. Biz de anı belgeledik:
Ay ne dağıttım, imrendiklerimi anlatıyordum en son... Mesela, ben su aşığıyım, şehir suyun içinde yüzüyor. Tabi ki kanal dediğin bir Boğaz olamaz ama bir yüzen evim olsa fena mı olurdu? Kanal turu atarken hepsine ağzımın suyu akarak baktım, o kadar güzellerdi ki... Bir tanesini müze haline getirmişler, çok ısrar ettim gezmek için, tam bana göre kutu gibi, kendime ait işte. Hep sevmişimdir öyle yerleri.
Sonracımaaa, insanlar güzel. Artık kafaları güzel diye mi bilemem ama, alkol kafası gibi olay çıkaran, nara atan, dayılanan bir kafa değil işte, herkes kendi halinde. Gece dışarı çıktık, pubcrawling denen, 18 euroyu bastıran grubu 6 mekan gezdirip her mekanda bi bira içireceğini taahhüt eden naneye katıldık. Fakat sağ çıkmak ne mümkün, o her mekanda bir bira denen şey aslında sınırsız içkiymiş; birinde Smirnoff Ice'lar, birinde votka shotlar, bir diğerinde deney tüpü içinde kim bilir ne... 5. mekanı hatırlamıyorum, 6.ya hiç gitmedim, ama çıkışta bir Quarter pounder yedim onu biliyorum. Üstünde "I survived Pubcrawling" yazan tişörtümü de alnımın akıyla kaybettim: Zaten sağ çıktığım da söylenemezdi!
Girdiğimiz tüm mekanları birbirine kardığımızda ortaya şöyle bir manzara çıkıyor:
En ufak bir itişmeye rastlamadım. Artılar eksiler listesi yapılıyorsa, bu değerlendirilmeli (Buldun, diyorsunuz değil mi? Moda sahilinde içki içmek yasak, birileri oturmuş otu yasallaştırsak mı diye düşünüyordur eminim. Fekat burada sevgili Lily Allen'ın güzide bir şarkısını anmadan edemiyorum: Everyone's At It. Tabh.)
İnsanlar güzel derken sadece kafalarından bahsetmiyorum tabi ki, örneğin Viyana'daki buram buram Alman ekolü soğukluğu burada kesinlikle yoktu, adres soracağımız adamlar daha biz ağzımızı açmadan gülümsüyorlardı bize, sahaflar inanılmaz sevimliydi, herkes bir "tabi ki!" bulutunun içinde yüzüyordu.
Bu tabi kiler, biz ilk coffee shop'umuza girmeye çalışırken ortadan kayboldu. 4 erkek 1 ben olarak içeri girerken kapıdaki görevli bizi durdurup bana 18 yaşından büyük olup olmadığımı sordu. Bana!? Tabi ki, dedim. Kimlik görmek istedi. "Memnuniyetle" gösterdim sırıtarak. NŞA 18 yaşında gösteriyorsam bayağı iyi bence.
Sonra bir ara, benim anlayışımla birkaç saatimizi çarçur etme uğruna bir casino'ya girdik. Kimsenin içeride zamanın nasıl geçtiğini anlamadığına şaşmamalı; saat yok hiçbir yerde, içeri girerken hava aydınlık olsa bile içeride hep bir gece havası var filan. Aaa, içeri bir giren oturuyor bir slot makinesinin başına, ki makineler de şöyle eski tip çekmeli kollu filan değil (bari onu görseydik!) düğmeli hepsi, yemeğini içkisini önüne söyleyip saatlerce kalkmadan oturuyor orada ve yaptığı tek iş, bir düğmeye belli aralıklarla basmak. LOST gerçekdışı mı dediniz, tam duyamadım? Bunu gerçek hayatta yapan var ulan!
Casino konusunda tek bir yansıma sesi özetler hissiyatımı, telefona da öyle not etmişim zaten: Casino: Pfft. Üstelik içeride fotoğraf çekmek de yasak olduğundan, bir fotoğraf çekip "işte burada insanlar zaman öldürüyordu" demek de sözkonusu değil. O sıkıntıyı hatırlamak için yandakiyle idare edeceğiz.
Akşamlarımızdan birinde güzel bir yemek yemek istedik ve gözümüze güzel görünen bir yere gittik, hani ahşap ağırlıklı dekoru olan; masaların her biri yerden bir basamak yüksekte ve etrafı tezgah gibi bir şeyle çevrili, yani etraftan yalıtılmış gibi duran lokantalardan birinde... Yan masamızda bir aile vardı onlara takılıp ekmeğe ayrıca para verdiğimizi bile fark etmiyordum az kalsın: 3 kuşak vardı masada, "Bizimkiler" dizisi gibi güle oynaya yemek yerken Şükrü, Ali'ye takılıyor, Bilge'nin nişanlısı onu almaya geliyor, Nazan dudaklarını büzmüş memnuniyetsiz oturuyordu kayınvalidenin karşısında...
Tam ben bunu aklımdan geçirirken, Uykusuz'da Ersin Karabulut'un geniş ailelerden ve Bizimkiler'den bahsedişini okudum, ilginç oldu. Katılmamak elde değil, aileden kaçıyor gibi görünsem de aslında genişletilebilen masaları ve kalabalık yemek takımlarını çok severim ben de. Hangimiz yaşamak istememişizdir ki Neşeli Günler'de? Seviyoruz galiba hem geniş aileleri veya geniş aile umudunu, hem de binalarından kovulan Çamlıca Lisesi misali birbirimize kenetlenme ihtimalimizi. O yüzden, gerektiğinde bir Kurtuluş Savaşı ile daha birbirimizi kurtaracağımıza inancımız tam. Ama sadece gerektiğinde.
Sonuç itibariyle...
Amsterdam'in altını üstüne getirdik mi? Hayır. Amsterdam bizim altımızı üstümüze getirdi mi? Beklediğimin aksine, hayır. ENSOlu dostlarımın aksine, hiç de "bitirdiğimizi" düşünmüyorum üstelik. Aç kalktım masadan :)
Kız-erkek davranışı/duygusu/düşüncesi diye sınıflandırmak istemiyorum. Sadece, bazen "daha" olmak hoşuna gitmiyor insanın. Eşit olmaya bir diyeceğim yok, bir gün hariç dört erkekle yalnız gezmiş olmaktan da zerre kadar rahatsız olmadım. Fakat bana gerikafalı denmesini göze alarak, mümkünse erkeklerin benden daha gözüpek, cesur, laubali olmasını isteyecek ve olmadıkları zaman da hayalkırıklığına uğrayacağım. Bu hayalkırıklığı beni, Amsterdam'da istediğim geziyi yapmamış olma uğruna bir şeylerden vazgeçirdi ve bu yazıya daha uçaktayken düşündüğüm başlığı yerleştirmememe neden oldu. Bir dahakine diye sakladım onu; şimdi 'kısfmet' diyorum.
Amsterdam'a gidişimiz, 10 numara bir keşif turuydu. 1000 numara bir gezi için, tekrar gitmek gerek. Gelenler elime mum diksin!
(Son cümleden başlayarak; 26-30 Kasım 2009, Amsterdam)
Sağdaki penisin yaptığı kink için üzülmedim değil.
Terkedilmiş Hollanda ayakkabısı, camdan değil ama.
Olmazsa olmaz, yüz bin tane foto çektim böyle. Ama bu evin farkı, yana yatık durması :)
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder