Uyuyamıyordu, yine.
Bir kişi hariç herkese saçma gelen ritüelini yerine getirmeden de uyuyamayacaktı anlaşılan. Yorganı kafasına çekti, kendi nefes alışına dikkat etmemeye çalışarak ittirdi tüm çekmeceleri birer birer; bir, iki, üç -bunu iyi kapa; sıkıntı var, gıcırdıyor- dört, beş... On, on bir...
Çekmeceleri teker teker yerine oturttukça hiç kimseyi ve hiçbir şeyi düşünmesi gerekmiyordu sanki; normal insanların koyun sayması kadar mantıklı ve o kadar saçmaydı bu, her çekmece kafasını kurcalayan herkesten ve her şeyden bir eksiltiyordu onları bir daha düşünmek zorunda olana kadar.
On beş, on altı... Bir yerde dalmış olacak ki sayamadı tam. Ama o tam kapanmayan çekmeceden bir çift göz onu izliyordu, uyuyuşunu izliyordu, gülümseyerek; elleri aile yadigarı A klavyede, tetikte. Çünkü her an yazmaya değer bir şey olabilirdi bu adamla ilgili.
Bıraksalar hazır dalmışken sonsuza kadar uyuyacağı uykusundan uyandı sabah. Yalnızdı çoğu zamanki gibi; yalnızlığını paylaşası olmazdı, hele de sabahları. Fiziksel olarak yalnızdı, tabi. Kafasındakileri yokladı, her şey yerli yerindeydi. Ona kahvaltı etmesini söyleyen anne sesini geçiştirdi (geçiştirmek için çağırmıştı sesi), kravatını takıp evden çıktı. İş buyurdu bir tanesine, kendisinin yerine o gün yapılacakları düşünsün diye.
Gündüz havası güzeldi, solgunluğuna rağmen yürümek istedi ama yalnız değil; yavaş yavaş yürüyecekse yalnız olmayı hiç sevmezdi. Onu çağırdı, ellerini ellerinde hissetmek istediğini. Geldi, bakımlı elleriyle, ah, hangi oje yakışmazdı ki ona? Yanyana yürümeye başladılar. Müziğini paylaşanı çağırdı, o da geldi ikiletmeden. Artık müzikle yürüyorlardı, hiç konuşmadan ve kesinlikle ıslık çalmadan. Onu dibine kadar anlayacak olanı rahatsız etmek istemedi sabahın bu saatinde; insan havadan sudan konuşmak için uykusundan uyandırılır mıydı canım?
Masasına oturduğunda kafasında bir soru vardı. Önemli bir şey değil, işle ilgili, her zamanki şeyler, manası yoktu hiçbirinin onun gerçekliğinde. Çözecek olanı aradı, o hep dinlerdi işten güçten şikayetini, gerekirse kendi işini gücünü bırakıp. "Telefonu benden önce kapatacak olan birini seçmediğim iyi oldu" dedi kendi kendine, "başrol oynadığım bu hikayede daralan ben olsam, gerçekten saçma olurdu."
Eve dönerken anahtarının yanında olmadığını fark etti. Sabah geçiştirdiği anne sesinin anahtarını almasını hatırlattığını da duymamıştı herhalde. Neyse ki temkinliydi, yedek anahtarını çağırdı bir yerlerden. Ne güzeldi insanın evinin anahtarını -ve başka hiçbir şeyi ve hiçbir şeyin sözünü vermeden- teslim etmesi birine... Eve girdi. Akşam olmuştu, açmıştı yine o da.
Yeteneği için şükran duydu tekrar, kime şükran duyması gerekiyorsa; "ya normal insanlar gibi arayıp dursaydım diğer yarımı" diye düşündü. "Ne kadar zavallı bir hayatım olurdu, ben çekmecelerin ve kilitlerim ve istediğim zaman istediğimle oluşumla ne kadar mutluyum, kimsenin bana neden? demesine izin vermeden, herkesi severek veya kimseyi sevmeden... Sadece kendi istediğim uzaklıkta tutarak istediklerimi ve kimseyi içime almadan ve aslında kimseyi de rahat bırakmadan; beni mutlu etmelerine izin vererek ama zaman bizi giderek üzerken, beni mutsuz görmelerini engelleyerek olabildiğince... Ne güzel dağıttım tüm hislerimi gerekli tüm mercilere, işinin ehli olanlara hem de."
Gerçekten de öyleydi. Okuduklarını biriyle, yazdıklarını başka biriyle, fotoğraflarını, müziğini, filmlerini, kitaplarını, sigarasını hep başka başka birileriyle paylaşıyordu. Biriyle yatıyordu, biriyle özellikle yatmıyordu çünkü rahatsızlık veriyordu bazı birliktelikler insana bir yerden sonra, bunu anlamıştı ve vaktiyle o kilidi çevirdikten sonra, birini daha kaybetmek istemediğine karar vermişti (Onun da artık alışması lazımdı yalnızlığa, dimi ama? İnsan anlamalı üstüne kilit vurulduğunu). Biriyle güreşiyor, birini bir baba şefkatiyle öpüyor, birinin saçını okşuyor, birine saçını okşatıyor, biriyle de akşamları içiyordu. En güzel günlerinde birine sarılıyor, biriyle uyuyor, birini kovalıyordu yanıbaşından. En güzel gecelerinde, yıldızlara beraber baktığı biri, baktığını anlattığı başka biri vardı; ya yaşardın, ya yazardın; yaşayan ve yazan aynı olamazdı hiçbir zaman. Bazıları ona yardım ediyordu; biri ütüsünü yaparken, bir diğeri evini topluyordu. Diğer biri onu kimsenin anlamadığı gibi anlıyor, o da başka birinin kanına kimsenin karışmadığı gibi karıştığını sanıyordu.
Şükretti haline; ya onu da çağıran biri olsaydı öyle biçimsiz zamanlarda?
Ya onu da yormasına izin verseydi bir aşkın?
Ama bilmiyordu, öyle yürekten sevmiyordu; herkesi kendine sakladığını, hepsini hesapladığını sanmıştı ama olmuyordu, o yüzlerce çekmecede bir tek kendine yer bulamıyordu, oturacak bir yer, bir yer, bir...
Koca kalabalığın arasında ıssızlaşmıştı, hissizleşmişti. O kadar ufak parçalara bölmüştü ki hislerini, o çekmecelerin hiçbiri sığabileceği kadar küçük değildi artık; çünkü, kendisi kocamandı.
Gece oldu. Uyuyamadı, yine.
Kendisine saçma gelmesin diye seçtiği hariç herkese saçma gelen ritüelini yerine getirmeden de uyuyamayacaktı anlaşılan. Yorganı kafasına çekti, kendi nefes alışına dikkat etmemeye çalışarak ittirdi tüm çekmeceleri birer birer; bir, iki, üç -bunu iyi kapa; sıkıntı var, gıcırdıyor- dört, beş, on, on bir, on beş, on altı... Bir yerde dalmış olacak ki sayamadı tam. Ama o tam kapanmayan çekmeceden bir çift göz onu izliyordu, uyuyuşunu izliyordu, gülümseyerek; elleri aile yadigarı A klavyede, tetikte.
Sandığının aksine bu birini, o seçmemişti.
(Biterken, duman kendi içinde dönüyordu.)
(Kasım 2009, Kartal ~ Haziran 2010, Devrek-Çaycuma)
Saçma bir filmde saçma şekilde duyduğu söz için, Sinan'a teşekkürler :)
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder