... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

oh be.

kızlar akşamı
Aslıko'nun leziz yemekleri
dondurmalı irmik helvası
"Only Robinson Crusoe had everything done by Friday."
Almanya'dan gelen Rüya
nargile
portakal suyu
kalabalıkla sarhoş olan dünya tatlısı Tos
İzmir'den filme yetişenler
reklamsız ve fragmansız başlayan Inception
Non, je ne regrette rien...
patlamış mısır
ev

oh be.

haftasonu Halki, kafayı toplayıp döneceğim.

"What's the most resilient parasite?"

"An idea. A single idea from the human mind can build cities. An idea can transform the world and rewrite all the rules.

Which is why I have to steal it."


Müşahede

Kollarımı kavuşturdum, öylece duruyorum. Ağırlığımı bir sol, bir sağ ayağıma veriyorum; herhangi bir ritmi yok bu hareketin. Homurdanıyorum kendi kendime, homurdanmalarımı kimse duymuyor. Uzaktan bakınca dokunsalar patlayacak gibi duruyorum. Patlamak, ağlamak veya bağırıp çağırmak olabilir, tam kestiremiyorum.

Yapma, yapma işte.

Ya of! O zaman siz götürür müsünüz tepsimi, ben kalkıyorum...

Kendimi bir yere kapatıyorum, hiç hareket etmiyorum ışıklar yanmasın diye (ışıklar gözümü acıtıyor), ışığımızı tamamen kapatma özgürlüğümüz ne zaman elimizden alındı, ötenazinin yasaklanmasıyla aynı zamanlarda mı? Bunu düşünürken öne doğru eğiliyorum, gözyaşlarım elbiseme damlamasın. Gözüme bir şeyler sürmüştüm evden çıkarken bi de. Neyse, bir arkadaşım hep inci gibi ağladığımı söyler; kendisi gibi kızarmıyor, gözlerimi pörtletip kurbağaya dönmüyormuşum. Gerçekten de dönmüyorum, gözlerimin beyazı hafif pembeleşmiş olsa da başkası fark edemez ağlamış olduğumu.

Peki neden elimde telefon var benim, arayacak kimsem yoksa telefon ne işe yarıyor? Kapat gitsin. Çok Beverly Hills olsaydım telefonu fırlatıverirdim camdan aşağı. Ama bizim gibi ufak insanları iş için falan ararlar, öyle sorumsuzluklar bize göre değil. O zaman kapatırım ben de; ne olmuş yani, uçakta olamaz mıyım?

...

Ne kadar oldu buraya oturalı, 10 dakika? 15 dakika? Ne düşündüm bu kadar zamanda, Cem Yılmaz gösterisinden çıkmış gibi, hiçbir şey hatırlamıyorum. Bana kim yardım edebilir, onu düşündüm sanırım en son. Cevap bulamadığım için soruyu unutmuşum. Küçük Prens olsa hiç hoşlanmazdı bundan.

Hah. Sadece ortadaki konuya değil, yalnız oluşuma da kızıyorum şimdi, yalnız insan ışığa çıktığında güçlü durmak zorunda, kendini koyverme lüksü yok. Bayılsa olduğu yerde, iyiniyetli bir kötü ilkyardımcısı, bir soğan koklatanı, kolonyalı su içireni falan olmaz, dimi?

Telefonumun hızlı aramalarında kimse olmasın o zaman artık.

Hiç ama hiç kimsenin beni hak etmediğini düşünmek kibirlilik değil. Üstelik, hüznü çok ağırmış.

...

İnsanın kendini bilerek ve isteyerek eksiltmesi ne garip birilerinin hayatından, onu görmeye artık dayanamadığı için değil ama yavaş yavaş uzaklaşacağını bilerek, hiçbir beis duymadan ve kendini kayıtsız şartsız haklı bularak. Ah bu hal ile ilgili yazacak öyle çok şey var ki; ama inat bu ya oldu ya.

Ben bunu yapamazdım, hiç yapamadım. O yüzden de kimseyi, benim gerçekten değer verdiğim insanların beni yaraladığı kadar yaraladığımı sanmıyorum. Bilmiyorum. Benim kadar yürekli olup karşıma çıkmadılar. Yoksa onlar da bir köşede kollarını kavuşturmuş, kendi kendilerine homurdanıyorlar mı benim duyamayacağım biçimde?

Bir insanın bir diğerini anlamamayı tercih etmesini hiç anlamadım. O yüzden bir yaştan sonra hayatımda ilişkilerimi koparamayacağım çekirdekle anlaşamaz oldum. Kadere inanmam, kişiler kendi kendilerini buraya getirdiler, ben dahil.

Ben 'gene iyi' kurtardığımı düşünüyorum. Hafif yaralı, hayati tehlikesi yok ama her daim müşahede altında.

Görmeyen.

Her yer karanlık olduktan sonra, gözün görmesi neyi değiştirir ki?

Bir gözü yüzde 30, bir gözü de yüzde 60 gören bir kardeşim var ve hastalığının herhangi bir tedavisi yok. Sadece tamamen körleşmeden, görme kaybını bu noktada durdurabilecek bir müdahale sözkonusu.

Bir süredir başka pek bir şeyi dert edinemiyorum. Böyle şeyleri artık etrafımdakilere anlatmak da istemiyorum; çünkü rahatlamaktan ziyade bir sanıya kendimi kaptırıyorum. İnsan anlattıkça önce karşısındakiyle beraber kendine acıyor, sonra vay be, neler yaşamış olduğuna kendini inandırıp çok güçlü olduğunu sanmaya başlıyor. Tabi kardeşimin göz sağlığı değil hayatta karşılaştığım en berbat durum. Onu da 2-3 kişi dışında kimse bilmez.

Oysa kendimi şirkette tuvalete kapatıp ağlama ihtiyacı hissettiğime göre, belki de düşünüldüğü kadar güçlü değilimdir. Sinirden ağlamayacak kadar sinirlerim harap olmadı. Henüz.

***

Durumu soğukkanlılıkla karşıladım önce. Çocuğun iki gözünü toplasan bir göz etmiyordu ama, hayırlısı dedim. Ameliyat, ömür boyu kullanılacak ve umarım ileride ucuzlayacak özel lensler, bir sürü para... Çözeriz dedim. Çalışan insanlarız sonuçta, çulsuz öğrenci değiliz; kredi diye de bir şey var. Ne demiş Müslüm baba reklamda; ihtiyacıııım var!

Gittikleri ilk doktora ameliyat olma kararı aldılar. Dedim ki, o kadar doktorlarla haşırneşir oluyoruz, bir faydası olsun. Açalım soralım Türkiye'nin en iyi tıp fakültesindeki proflara, bir fikir versinler, hem doktoru soralım tanıyorlar mıymış diye... İnsanların bir sonuç göstermek için günlerce beklediği adamlar bir telefon uzağımızdaydı, yararlanalım bundan dedim.

Sonuçları görelim, gösterelim, yardımcı olalım diye ilgilendi canım araştırıcılarım. Peki benim canım ailem ne yaptı? "Biz Türkiye'nin en iyi doktorunu bulmuşuz, ondan sonuçları alıp da başkasına sorarsak ayıp olur, hem de gereksiz. Hem, biz mi dedik sana ara diye?"

Yahu... Bir operatör doktorun bir işlemi bir ülkede ilk kez yapmış ve yapıyor olması, onun bu işi üniversitedeki bir profesörden teorik olarak daha iyi bildiğini gösterir mi? Yüzlerce hastası olan bir profesör sizin için korneacıları ayaklandıracaksa, en azından fikir değiştirdik, gerek yok dememe nezaketini göstermek gerekmez mi?

Hisse: Siz siz olun, ailenizle işinizi olabildiğince ayrı tutun.

cCc turgutreyiz cCc

"Bodrum'a da gittik beraber" diye bir başlık atsam mı dedim... Sonra, saçını uzatıp sarıya boyayınca tekrar -kendi deyimiyle- bakkal müziği yapmaya başlayan Hande Yener'i onurlandırmamaya karar verdim. Kütüphanenin önünde Erce'nin bana Romeo'yu dinlettiği zamanı hatırlıyorum da...
Bu yıl tam bir hayalkırıklığı oldun Hande Yener. Bravo.

Yol çalışması, Çine yolu bilmemne derken takriben 14 saatte Turgutreis'e vardık. Araba kullanmayı seviyorum, yalnız da değildim üstelik; ama yine de çok yorucuymuş saatlerce direksiyon başında olmak. Özellikle de gece, karşıdan gelen şerefsizlerin hepsi uzunlarını yakmışken, insanın gözü bilgisayar başında olduğundan bile daha çok yoruluyormuş. İnsan oturunca anlar ya yorulduğunu, ben de geçici evimize varınca anladım. Ve uzun zamandır ilk kez yorgunluktan sızdım.

Kaan'ın kız arkadaşı Cihan karşıladı bizi, kafasında orada geçireceğimiz hafta için bir sürü programla... Eve yerleştik, uyuduk, kalktık, dolapta alkolden başka bir şeyler olsun diye alışveriş yaptık, sonra ben denize gidemedim; akşam oldu, Turgutreis Marina'yı gördük, nargile içtik, ertesi gün aşağı yukarı aynı geçti, sonraki gün de, gece de... Ta ki Gürcan alkol bağlarını kullanıp bize Marina Yat Kulübü'nde bir yer ayarlayana kadar: Garo Mafyan ve Neco'nun da içinde olduğu İstanbul Gelişim Orkestrası'nı dinlemeye gittik.

Açıkçası gidene kadar, önceki gece dolu olduğu için gidemediğimiz Fatih Erkoç için hayıflanıyordum ama böyle bir şey olamaz. Daha önce söylemiş olmalıyım, benim dinlediğim güzel müzik bende o şarkıyı çalma veya söyleme isteği uyandırandır. Grup o kadar iyi, enerjisi o kadar yüksek bir grup ki; daha ağızlarını açtıklarında insanın sabaha kadar şarkı söyleyesi geliyor.

Benim belli bir tipim yoktur; uzun boylu olsun, esmer olsun, mavi gözlü olsun falan demem. Başka şeylerden etkilenirim, mesela gülümsemeden biraz, duygulanıp ağlamadan (ama öyle sulu zırtlak değil), bir kelimeden, bir yazıdan veya aslında, tutkuyla yapılan herhangi bir şeyden. Bir de şarkı söyleyişten. Yoksa Fırat Tanış'a da bakakalmazdım Yani'yi söylerken.

İlk kez cep telefonumdan feysbuka girdim, ilk yazdığım şey "İstanbul Gelişim Orkestrası'ndaki mavi gömlekli çocuğu istiyorum" oldu.

Güldencaz hakkında minicik bir şey yazdım, sahibi beni bulup yazıya yorum yaptı ya (inandım evet, çünkü blogumu okuyan kimsenin pek tanınmamış bir müzisyenmiş gibi yapıp beni işleteceğini sanmıyorum), mavi gömlekli çocuk hoplaya zıplaya Gimme Hope Jo'anna söylerken bunu düşündüm. Yazının kudretini. Sonra, ismini cismini yazsam karşıma çıkar mı, sahne arkasına gitsem tanışabilir miyim, diye düşündüm ciddi ciddi. Sevgilisi var mıdır diye merak ettim; varsa ve o an onu izliyorsa kendini ne kadar gururlu/kıskanç/şanslı hissediyordur, onu düşündüm. Kendime güveniyordum, çok güzel iki kokteyl kanımda dolaşıyordu, ayağımda bir süre sonra üstünde duramayacağım topuklular vardı ve topuklu ayakkabı hiçbir zaman hafife alınacak bir şey değildir.

Elbette, yırtık bir insan olmadığım için, çocuğu Cihan'la makul bir yüzdede bölüşmek dışında hiçbir şey yapmadım.

Gecenin bi yarısına kadar shake shake shake signora diye hoplayıp zıpladıktan sonra, bu enerjide olduğumuz başka bir gece olmayacağından korkarak ve açıkçası, Bodrum'a bir daha inmeye üşeneceğimiz için Fink'e gittik. Hande'nin bodrumu, Demet'in evlimutluçocuklusu, Serdar'ın poşeti derken, birkaç saat önce ne kadar iyi müzik depoladıysak hepsini tükettik. Kendimize toks yaptık diyebilir miyiz? Detoks oluyorsa toks da oluyordur sanırım.

Kızlar olarak arabaya kadar zor gittikten sonra (sadece topuklar yüzünden!) Kırçiçeği'nde işkembemizi içtik, saat 6'ya yaklaşır ve ortalık pembeleşirken Turgutreis sessizliğine geri döndük.

Sonraki günler ve geceler de sakin geçti, akabinde araba kullanmak zorunda olmayacağımız bir uzaklıkta, denizden 10 cm ötede rakı-balık yaptık, üstüne sufle ve güveçte helva kaşıkladık, sonra ben tabi ki dizime kadar denize girdim dayanamayıp, bizimkileri de peşimden sürükledim, sonra da sivrisinekler elverdiğince şezlonglarda uyuyakaldık.

Elimdeki rakı değil artık, Türk kahvesi...


Sonracıma, Gümüşlük'e gittik. Takıcılar çarşısı, restoranlar, kafeler falan tamam da, ah bir amca vardı en çok o etkiledi beni: Muhtemelen hemen oradaki evde oturan amcam şezlongu denize kadar çekmiş, yanındaki ufak masasına rakısını koymuş kitap okuyordu Gümüşlük sessizliğinde. Ufuk çizgilerini çok sevmem ya ben, işte içine ay batıyorsa çok güzelmiş ufuğa bakmak. Yakamoz güneşle olmaz ne de olsa.


Oturduğumuz restoranda, hesabı ödeyip kalkan her masanın ardından masadaki fanusta duran tüm begonvilleri ve gül yapraklarını, ortalarındaki mumlarla birlikte denize döküyorlardı. Bir ayin gibi aynı. Nilüfer gibi denizin üstünde süzülen mumları izledik, ay batana kadar bekleyen masalardan biri olarak...

Fotoğraf çekmeye çok meraklıyım ya anı biriktirme babında, sonradan dönüp bakmak üzere yani... İşte Gümüşlük'te, 3 megapipili makinemle uğraşırken, elimde kralı olsa gözümün gördüğünü çekemeyeceğimi düşündüm. Hiçbir zaman tam olarak olduğu gibi kopyalayamayacağım için fotoğrafçılığa çok inancım yok sanırım benim. Hatırladığım kadarı bana yetmek zorunda; o yüzden başka birinin bakıp olmamış diye sileceği fotoğraflar çekip, o manzaraları kendime hatırlatıyorum. Bir sürü böyle karem oldu, özellikle Gümüşlük'te.

Gümüşlük bir yana (orası bir akşamüstünü geceye bağlayarak görülmeli)... Eskiden Bodrum out, Çeşme in derlerdi magazin programlarında, Çağla Şıkel'in yanı sıra en popüler yaz konusuydu bu. Bakardım e hepsi aynı, hepsinde insanlar beachlerde hoplayıp zıplıyor ve mümkünse denize girmiyor (hey allahım!), ikisini birbirinden ayıran ne ki, neyi tercih edeceğiz, derdim. Bodrum'a da, Çeşme'ye de geçen yıl ilk, bu yıl ikinci kez gittim ve tercihim açık ara Çeşme. Neden olduğunu da, Bodrum'u çok seven bir arkadaşın sunduğu nedenle anladım: "Bodrum tatil yerlerinin İstanbul'u abi, her şey var." Ah be. İstanbul'u İstanbul'da sevecek, buraya döndüğünde köprüden geçerken o zakkum kokmayan havasını dahi içine çekiyor olacaksın; İzmir'le karşılaştırmayacaksın çünkü -İzmirliler alınmasın ama- ne haddine zaten, ancak ondan sonra bir yeri İstanbul'a benzeteceksin. Her şey varmış... Tatil bu, tatil! Kitap, müzik, şezlong, hasır, güneş, karpuz, hamak, yeni biçilmiş çim, yaz yağmuru. Başka neye ihtiyacın var ki, İstanbul'u arıyorsun tatilde?

Büyükada'yı da tam bu yüzden sevmem. Kahve Dünyası'nda oturmaya gideceksem neden Fındıklı'dan öteye gidiyorum ki?

Madem Çeşme-Bodrum karşılaştırması yaptık, söylemeden olmaz: Alaçatı'nın denizi Bodrum'un herhangi bir yerine, Paparazzi de Fink'e on basar! Yakında Paparazzi Kafası adlı playlistimle yollarda fink atacağım - Bodrumlular alınmasın ama :) -

(17-24 Temmuz 2010, Bodrum Turgutreis)


Bu arada, mavi gömlekli çocuğun Mert Ekren olduğunu öğrendim. Mert Ekren ismi kendisine bir şey ifade etmeyen benim gibi insanlara söyleyecek bir çift lafım var. Daha doğrusu, bir çift dizem:

Alo orda mısın, hatta mısın?
Bir başına rahatta mısın?

Biraz hayalkırıklığına uğramadım desem, yalan olmaz. Ama yine de... :}

Tüketim Toplumu (tek kişilik oyun)

Fenalaştıkça açıyorum bakıyorum okumak istediğim insanlar bir şey yazmış mı... Yok. Ya ben kafama göre çok az blog takip ediyorum ('kafama göre'lik konusunda seçici olabilirim) ya da herkes çok az yazıyor.

Hayır az yaz / kaliteli yaz tamam, ben de bu izin ve tatil dönemlerinde az yazdım, hatta o kadar az yazdım ki içimde kalan ve şu an önümde başlıkları duran üç tane yazı var ve binlerce de düşünce kafamda... Peki, herkes mi tatilde amk? Yok mu benim gibi tüm gününü bilgisayar başında geçiren ve yaptığı işlerin içinde tek hayati olanı müzik dinlemek, tek kafa dağıtma yeri de blog olan birileri?

Tüketiyorum, çok mu hızlı tüketiyorum, bilmiyorum ama bana yetmiyor. Ne yapmalı?


Missing Missy

Bu aslında bir zincir mail. Beni üç okuyuştur güldürdüğünden paylaşmak istedim.
Vec'e teşekkürler ve size keyifli okumalar :)

From: Shannon

Hi
I opened the screen door yesterday and my cat got out and has been missing since then so I was wondering if you are not to busy you could make a poster for me. It has to be A4 and I will photocopy it and put it around my suburb this afternoon.

This is the only photo of her I have she answers to the name Missy and is black and white and about 8 months old. missing on Harper street and my phone number. Thanks Shan.

From: David

Dear Shannon,
That is shocking news. Luckily I was sitting down when I read your email and not half way up a ladder or tree. How are you holding up? I am surprised you managed to attend work at all what with thinking about Missy out there cold, frightened and alone... possibly lying on the side of the road, her back legs squashed by a vehicle, calling out "Shannon, where are you?"

Although I have two clients expecting completed work this afternoon, I will, of course, drop everything and do whatever it takes to facilitate the speedy return of Missy.
Regards, David.

From: Shannon

yeah ok thanks. I know you dont like cats but I am really worried about mine. I have to leave at 1pm today.

From: David

Dear Shannon,

I never said I don't like cats. Once, having been invited to a party, I went clothes shopping beforehand and bought a pair of expensive G-Star boots. They were two sizes too small but I wanted them so badly I figured I could just wear them without socks and cut my toenails very short. As the party was only a few blocks from my place, I decided to walk. After the first block, I lost all feeling in my feet. Arriving at the party, I stumbled into a guy named Steven, spilling Malibu & coke onto his white Wham 'Choose Life' t-shirt, and he punched me. An hour or so after the incident, Steven sat down in a chair already occupied by a cat. The surprised cat clawed and snarled causing Steven to leap out of the chair, slip on a rug and strike his forehead onto the corner of a speaker; resulting in a two inch open gash. In its shock, the cat also defecated, leaving Steven with a foul stain down the back of his beige cargo pants. I liked that cat.

Attached poster as requested.
Regards, David.

From: Shannon

yeah thats not what I was looking for at all. it looks like a movie and how come the photo of Missy is so small?

From: David

Dear Shannon,

It's a design thing. The cat is lost in the negative space.

Regards, David.

From: Shannon

Thats just stupid. Can you do it properly please? I am extremely emotional over this and was up all night in tears. you seem to think it is funny. Can you make the photo bigger please and fix the text and do it in colour please. Thanks.

From: David

Dear Shannon,

Having worked with designers for a few years now, I would have assumed you understood, despite our vague suggestions otherwise, we do not welcome constructive criticism. I don't come downstairs and tell you how to send text messages, log onto Facebook and look out of the window. I am willing to overlook this faux pas due to you no doubt being preoccupied with thoughts of Missy attempting to make her way home across busy intersections or being trapped in a drain as it slowly fills with water. I spent three days down a well once but that was just for fun.

I have amended and attached the poster as per your instructions.

Regards, David.

From: Shannon

This is worse than the other one. can you make it so it shows the whole photo of Missy and delete the stupid text that says missing missy off it? I just want it to say Lost.

From: David


From: Shannon

yeah can you do the poster or not? I just want a photo and the word lost and the telephone number and when and where she was lost and her name. Not like a movie poster or anything stupid. I have to leave early today. If it was your cat I would help you. Thanks.

From: David

Dear Shannon,

I don't have a cat. I once agreed to look after a friend's cat for a week but after he dropped it off at my apartment and explained the concept of kitty litter, I kept the cat in a closed cardboard box in the shed and forgot about it. If I wanted to feed something and clean faeces, I wouldn't have put my mother in that home after her stroke. A week later, when my friend came to collect his cat, I pretended that I was not home and mailed the box to him. Apparently I failed to put enough stamps on the package and he had to collect it from the post office and pay eighteen dollars. He still goes on about that sometimes, people need to learn to let go.

I have attached the amended version of your poster as per your detailed instructions.

Regards, David.

From: Shannon

Thats not my cat. where did you get that picture from? That cat is orange. I gave you a photo of my cat.

From: David

I know, but that one is cute. As Missy has quite possibly met any one of several violent ends, it is possible you might get a better cat out of this. If anybody calls and says "I haven't seen your orange cat but I did find a black and white one with its hind legs run over by a car, do you want it?" you can politely decline and save yourself a costly veterinarian bill.

I knew someone who had a basset hound that had its hind legs removed after an accident and it had to walk around with one of those little buggies with wheels. If it had been my dog I would have asked for all its legs to be removed and replaced with wheels and had a remote control installed. I could charge neighbourhood kids for rides and enter it in races. If I did the same with a horse I could drive it to work. I would call it Steven.
Regards, David.

From: Shannon

Please just use the photo I gave you.


From: David


From: Shannon

I didnt say there was a reward. I dont have $2000 dollars. What did you even put that there for? Apart from that it is perfect can you please remove the reward bit. Thanks Shan.

From: David

From: Shannon

Can you just please take the reward bit off altogether? I have to leave in ten minutes and I still have to make photocopies of it.

From: David

From: Shannon

Fine. That will have to do.

Kimseye ithaf edilmeyen yazı

Söyleyecek hiç sözü olmayan adam, adam değildir o ayrı da; kafasındakini yazıya dökebilen adam bir nevi fatihtir bana kalırsa. Kesinlikle kendimi yüceltmek için söylemiyorum, ne haddime zaten.
Dün bir şarkı dinledim, vay be dedim yine, birilerine şarkı yazılmış, falan. Biri adına, onu düşünerek. Yazmak bir yana, birine yazmak çok değerli değil mi? (Birine yazmak lafı da ancak bu kadar çarpıtılabilirdi. Cem Mumcu'nun artık sevişmiyoruz, yiyişiyoruz dediği kadar var.)

İthaf önemlidir. Birinin bir sözcükte kendini bulması, hiç beklemediği bir anda aynaya bakar gibi kendisiyle karşılaşması, karşılaştığının kendisi olduğunu fark etmesi önemlidir.

Hep sevmişimdir mektupları, e-mailleri, fotoğraf arkası yazılarını, yıllıkları... Birine yazılmış öyküleri, içinde biri geçtiği için yazıya dökülmüş rüyaları; hatta yazıyla hesaplaşmaları bile. Genelde zorla ve zorlanarak yazılan yıllık yazısı gibi birtakım şeyler hariç içinde kendimi bulduğum çok şey okuduğumu söyleyemem şimdiye dek. Ama isterdim.

Hangisi daha zor:
Adı kayıtlarda geçmeyen insan olmak mı?
Kayıtları, içinde geçirdiği adlara bir şey ifade etmeyen insan olmak mı?

Peki.

_ ...
_ ...
_ Of!
_ Ne oldu?
_ Çok zorlanıyorum ya. Çok kötü oldu bu.
_ Öyle biraz.
_ ...
_ ...
_ Gelsene benimle?
_ Ne alaka şimdi...
_ Gel, evet. Midemden pek bir şey geçmeyecek, içmeyeceğim, dans etmeyeceğiz, muhtemelen ben hep surat asacağım, sen olduğun için kimse bir şey sormayacak. En saçma ve en olağan şey. Gel işte.
_ ...
_ Gel, çünkü yapamayacağım. Anladın mı? Bir yere tutunmam lazım.

naçizane (yirmi altı): Yarım


Yaptığı her işi, gönül verdiğini düşündürdüğü her şeyi, tüm yemeklerini, ilişkilerini ve cümlelerini yarım bırakmayı alışkanlık haline getirmiş adamlara hiç saygım olmadığını fark ettim.

Onların bıraktığı yarımları hep boş görüyorum ben.

Sokakta hayat var da, bana mı var?

Bi Sokakta Hayat Var! hikayesi vardı, bildiniz mi? İşte o ortaya çıkmış sonunda:


Ünlü olduk muhabbeti yapıp Andy Warhol'a bağlamayacağım; ama akışı takip edip sorulara yanıt verdim. Sitenin hepten yalan olduğu çıkan sonuçtan belli: Gecelerin hakimiymişim! (Darkwing Duck mıyım neyim, Allah beni kahretmesin...)

Gerçi "hacı, en iyisi ev" dememek için şehrin göbeğinde oturuyoruz ama ani bir kararla Bebek'te üç-beş tur atmışlığım var mı, yok. Milletin "ulan otur otur nereye kadar, kalkıp bi dolaşalım, iki tek atalım" dediği saatlerde eve girmeyi tercih ettiğimden, dışarı çıkacak halim de olmuyor. Ben de 6'da eve girip yemeğimi pişirsem, 9'da o yemeği yakma yürüyüşümü yaparım tertemiz.

Olsun, ben her an Beşiktaş'a inebilme, Taksim'e arabasız gidebilme ihtimalimi sevdim. Bir de Tuborg'u sevdim, hatta bana burnumun yerini şaşırtan kırmızı tuborg candır benim için (belalı birasına atfedilen öykü için, büyütüp bakınız).

Efes de, hayat dolu sokaklar da kusura bakmasın artık...

(26 Temmuz 2010, Ortaköy)

Yüzük.

-Sefa'ya mutlulukla, bir hafta sonra boşalacak o Hisarüstü balkonuna veda mahiyetinde-

Evlilik meselesi kafamı kurcalıyor bir süredir.

Hiç evlenme karşıtı, aman-imza-dediğin-nedir-ki'ci biri olmadım. Yine İELli eski bir arkadaşın iddia ettiği üzre, "hükümet nikahı da neymiş, makbul olan Allah katındaki nikahtır" da demedim. Evlilik düşkünü de olmadım; düğününü 10 yaşından planlayıp gelinlik dergilerinden model de kesmedim (gelinlik dergisi demişken es geçmeyeyim, buyrun ve buyrun), gazetelerin verdiği karton bebeklere de spor şıklığı tercih ettirmişimdir her daim. Evlilik benim için, ilişkinin kronolojisinde bir sebeple karşı karşıya gelinmesi doğal karşılanacak olan ve kimsenin büyütüp şaşırmayacağı bir vakadır.

Bu aralar evlilik meselesini biraz da mecburen irdeliyorum; malum yaz mevsimi, yastık altındaki altınlar Edirne'den Ardahan'a elden ele dolaşıyor, kendim bu yılı sanıyorum bir düğünle atlattım ama etrafımda oldukça yakından tanıdığım ve bundan 2 yıl önce olsa düğününe davet edilecek olduğum insanlar evleniyor, lise arkadaşlarım evleniyor; kız istemeler, nişanlar gırla.

Hayır işin kötüsü, hepsini uzaktan izliyorum. Hep ikinci-üçüncü derece arkadaşları veya işten birilerini tebrik etmek gerekiyor; diyorum ki artık birimiz evlensin ve böyle düğününe gitmek için can atalım, öyle bir oynayalım ki o kadar olsun! Bende henüz böyle bir durum olmadı, hani Uğur evlendi diye düşünürüm ama eh nispeten, kendisi de bana kızmayacaktır, o da değil benim dediğim. Lise arkadaşlarımdan biri evlensin mesela, mesela ilk erkek arkadaşım evlensin; veya Şahin, Cihan veya üniversiteden birileri, Askı, Sinem falan işte... Koşa koşa gideceğimiz bir düğün istiyorum. Belki seneye olur, sinyalleri verildi, ayrıntılar yakında :)

Hazırlık sınıfı boyunca muhabbetim olan, sonra da bir şekilde feysbuk mesajlaşmalarımızın mailleşmeye döndüğü; koltuğuna sığdırdığı karpuzları hep takdir ettiğim 4.0'lık bir adam evlendi bugünlerde. Ortak tanıdıklarımızdan nikahına çağırılan çok fazla insan olmadığını biliyorum ve Temmuz ayının haftasonlarını İstanbul'da geçirsem mutlaka giderdim nikahına. Sadece, daha önceki bir muhabbetimize binaen "bir ömür boyu yanyana film izlemeleri" dileklerinde bulunabildim. Sanıyorum arkadaşım, en çok hoşuna giden dileğin bu olduğunu söylerken samimiydi ve ben sırf davet edilmiş olmanın sevincini "burcucum tebrikler - tşkkürler cnm"dan öte bir şey yazarak geri verebildiğim için çok mutlu oldum.

Bu yaz sıradüğünleri, bunların peşi sıra okuduğum başka birtakım yazılar ve tesadüfen dahil olduğum konuşmalardan çıkan şey (bu aralar) şu: İnsan beraber olacağı kişiyi bulunca bunu anlıyor. Evlenmek, çocuk yapmak falan filan değil... Sadece ömür boyu 'biz'li cümleler kurmak istediği insan karşısına çıktığında evlenilir mi evlenilmez mi, iyi anne/baba olur mu, evi arabası var mı, ailesi kapalı mı gibi ikincil sorulara takılmayacak kadar şüphesiz oluyor.

Ben rüyada yaşamıyorum, bunlar oluyor-muş. Bugün bunu duyacağımı pek tahmin etmeyeceğim biri "sürekli merak ediyorsun ya doğru insan kim, onu bulur muyum diye... bulunca hissediyorsun işte, çok garip" diyerek tescilledi durumu.

O an bana "ayrılmasaydık bu yaz yüzük bakıyor olurduk" diyen eski sevgilimi düşündüm ister istemez. Bu lafı bir tsss-sometimes gülümsemesi ile karşıladım sanıyorum, ya da öyle hatırlamak istiyorum. Sonra düşündükçe beni biraz sinirlendirdiğini fark ettim.

Sanki öyle bir talep ya da öyle bir şüphesizlik varmış gibi ortada... Karşılıklı olarak tabi...
Sanki ne zaman benim ağzımdan çıkan veya çıkmayan bir "evlenince" lafı geçse dili yanmış gibi "evlenirsek" diye düzelten aynı adam değilmiş gibi...
Rengi giderek mora çeviren bu ilişkiyi ikimiz yaşamamışız gibi... Bir şey demek zorunda hissetmeye ne gerek var?

Ersin Karabulut çizdi bu hafta, evlenmeyeceklerini içten içe bilen ama gelecekle ilgili bireysel plan yapmanın ayıp olduğunu düşündüğü için beraber köpek bakan çifti. Biri gerçeği göz ardı edip o köpeği almakta diretse ne olurdu?

Son günlerde üst üste gelenler, tepeden bana bir inancımı kaybetmeme sinyali midir, herkes benim gördüğüm kadar sığlaşmadı mı gerçekten, bunu şimdilik bilmiyorum. Eğer sinyalse, birazını Şahin'ime yansıtmak istiyorum :)

Başkalarının evliliklerinden ve ilgili düşüncelerinden çok bahsettim sanırım. Bana gelince... Ben bir kez nişan attım. 13 Haziran 2006 gecesi (14 Haziran da olmuş olabilir saat itibariyle) uzunca zamandır çeşitli parmaklarımda taşıdığım yüzüğümü Hisarüstü'nde bir balkonda çıkardım, cebime koydum. Kimseye iade etmedim, kimse alamaz onu benden.

Üstünde iki insan yerine bir kulüp ismi yazıyor olabilir o yüzüğün, ama parmaktan çıkarken verdiği kalp ağrısının benzer olduğuna yemin edebilirim.

(26 Temmuz 2010, Akaretler)

Koşun, kavga var!

-Sıpoylır mıpoylır-

Hala araba kullanıyor gibi hissettiğimden olacak, uyuyamadım bu gece. Güzel bir filmi ziyan etmek istemediğim için Bridget Jones's Diary: Edge of Reason'ı tırtıklıyorum.

Benim gibi "kavga çıksa da seyretsek"çi birinin en sevdiği sahne hangisi olabilir? :)

İlk filmdeki Hugh Grant - Colin Firth kavgası aynı muhteşemlikle ve eşit derecede başarılı bir müzik eşliğinde karşımızda. Canınız çekerse buyrun:



Şarkı: The Darkness - I Believe in A Thing Called Love

(Colin Firth, canım benim, sen de şu adamın ağzına kürekle vurmadın be, ah be...)

It's raining men eşliğindeki ilk kavgayı, yasaklı Youtube'un tek rakibi kendisi olduğu için bulamadım, napalım bu da böyle olsun.

Tatilden yeni dönenin tatil planı

Bundan sonraki tatilim, ne uzunlukta olursa olsun yanıma hiç topuklu ayakkabı, kokoş bluz, kol saati, bilgisayar ve makyaj malzemesi olmadan (ama eyeliner'ımı isterim) çıkacağım bir tatil olacak.

Giderken ve dönerken de dahil olmak üzere üzerimde hep bikinim olacak, üstüne güneş saatinin gölgesine göre tişört, elbise, pijama, hırka geçiriyor olacağım. Saçımı toplamayacağım, çok sıcaklayıp toplayacaksam da orasından burasından fırlıyor olacak.

Mümkünse bir hamakla haşırneşir olacağım.

Mümkünse buz gibi bir suya gireceğim (aşağılar daha soğuk olacak). Ayılacağım. Uçuşacağım. Tekrar sarhoş olacak, tekrar uçuşacak, tekrar yüzeceğim. Hayatımın tek döngüsü bu olacak.

Müzik dinlemeyecek, sadece duyacağım. Bunlar 5 yıldız pekiyi parça listemdeki şarkılar değilse, hep yeni notalar olacak.

Kalkmayı, uyumayı, tekrar kalkmayı, yemek yemeyi, bir yere yetişmeyi hiç dert etmeyeceğim. Uyanmamın tek sebebi -eğer var ise- yanımdaki insanın konuşmak istemesi olacak. Sadece hayati şeyler için uyanacağım yani.

Nereye gideceğimi de biliyorum gibi.

Sıra geldi plan yapmaya.

Bir çift, bir tek daha kaç kişi eder?

Bir 'çift'li tatilden birkaç saat önce döndüm; bir başkasının bana hissettirdiklerini yazacağım.

***

Bekarlığına çok alışılan arkadaşın, hele de yakın bir hemcinsse, biriyle beraberliğine alışmak zor oluyor. Hem de kendisinden daha mıçmıç kafada bir adamla beraberliğine! (mıçmıç'ın tanımı için bkz. yazı sonu notu) Kıza daha bir meyletmekle beraber, hem kız hem erkek tarafıyım; bu da bana hiç tanımadığı bir adam hakkında sırf sevgilisi seviyor diye "ben de bayılırım ona!" diyen adamın suratına "yavşak!" diye gülme hakkı veriyor. Ya da onlar beni tanıdıkları için veriyorlar bu hakkı, neyse.

Ama zor. Beraber olduğu adama benzemeye başlayan kız arkadaş zor. Onların yanında yalnız olmak da zor. Başkalarının gözünde de, sözünde de gördüm bu zorluğun yaşandığını. "Ne oldu?" "Yok bir şey." "Söyle söyle"lerden çıkan şey "çok uzun zaman oldu be bellatrix" oldu çünkü.

Böyle zamanlarda kimin daha uzun süredir bekar olduğu ve yaşanan hangi flörtlerin ne kadar ne sayılacağının çetelesinin tutulması kaçınılmazdır. Cibinlikli, pof pof bir yatağın içinde çekilebilirden öte sevimli olur bu pijama sohbetleri.

***

Müzmin bekarlığının bitişine şaşırarak salaklaştığım başka bir arkadaşım geldi aklıma. Demirlerde bana "şimdi ben bu lambaya seni çok seviyorum desem mi, ama diyemiyorum işte" diyen arkadaşımı, hiç tahmin etmeyeceğim bir ilişki içinde buldum. Bahane değil bu ama, benim ayrılığımın da tam üstüne geldi (benim bekar, onun ilişkide olduğu bu durumun 80 yılda bir görüldüğü esprisi de geçmiştir aramızda).

Salaklaştım, gerçekten saçma davrandım bir süre. O fark etti veya etmedi, erkek sonuçta. Bir gün otoparktan eve doğru yürürken geldiler bana. Aydınlandım. Aradım, dedim ki kusura bakma, ben neyim ki seni veya sevgilini, ilişkini yargılıyorum.

Anlamadı, bir şey fark etmemiş. Ben yine de saçmaladım, bir daha olmayacak, senin için çok sevindim, diyebildim kapatmadan.

Durum aynı değil, sevgililer aynı değil, sevgililerle benim ilişkilerim aynı değil. Salaklaşmamın türü de aynı değil, ama benzer.

Neyse ki 2+1'lik İtalya biletine dahil olmamışım deyip Polyanna'ya bağlayalım gitsin.

***

İstediğim bir tatil var. Yalnız başıma, veya yalnız olabileceğim bir birliktelikle. Birlikteliğin illa ilişki demek olması gerekmediğini biliyorsun, bu kadar zamandır yazdıklarımı okuyorsan. Daha önce de demiştim ya, ben yazarken kendi işine bakacak biri olsun bir kol mesafesi kadar uzağımda. Mezunlar Günü'nde okuldan aldığım defterciği daha hiç kullanmadım, telefona herhangi bir şey yazmak beni illet ediyor. Bu yazı da gördüğün gibi saçmasapan bir yere gidiyor. Yerin altında bir anakonda yılanının geçtiğini fark ettiğim sevgili evime kavuşmama ve uzun sürelik orucumu bozmama ver. Anakonda da ayrı bi konu, hadi hayırlısı.

Kara Kutu(m)

Haklarını vermek lazım, şarkının adını iyelik eki olmadan yazınca daha çok dikkat çekiyor. Ben olsam öyle yapmazdım, hiç öyle ketum olamadım nitekim (neyim var neyim yok yazıyorum, belli mi?)

"Kurtar beni" diye bir kara kutudan medet ummak da ilginç. Ben olsam öyle yazmazdım, hiç öyle hayalperest de olamadım nitekim.

Gelin görün ki ben sayısalcıyım, onlar sanatçı.

Şu kara kutum lafı, son zamanlarda duyduğum en sahici söz olabilir. O kadar güzel ki söz söyleyemiyorum üstüne, kara kutum...

Resmin üstüne tıklayınca kulağın pası siliniyormuş dediler.

wicked game

Hiçbir zaman ilgilenmeyeceğim, hatta dönüp bakmayacağım adamların benimle ilgilenmeyişlerine bozulma, hatta o bile değil, bahane uydurma tuzağına düşüyorum yine.

"Mazeret" diye arasam çıkar da şimdi enerjim yok, böyle bir şey demiş olmalıyım daha önce... Mazereti yok işte, sadece yeterince hızlı yüzleşemiyorum benimle ben olduğum için ilgilenilmediği gerçeğiyle. Bir de tüm adam gibi adamlara, sadece çok güzel / sıfır beden / sarışın-esmer gibi belli bir model kız peşinde koşmayı yakıştıramıyorum da ondan olacak. Tamam çok dinledim bu muhabbetleri ortam çocuklarından, ama herkesin bu kadar boş olduğunu sanmıyorum.

Ukalalığım, insanları iyi tahlil ettiğimi iddia edecek kadar abartılı değildir ya, yine de kendimi yanına yakıştırdığım insanlar konusunda fikr-i sabit olduğumdan uzuuuun sürüyor atlatmam her şeyi; her hoşlantıyı diyebiliriz Tülin'in tabiriyle (bkz. Tülin ile Caner). E hemen "sıradaki!" diyemediğim için de bir yerde "neden olmuyor?"lara girişiyorum, halbuki biliyorum ki neden olmadığına isyan edecek kadar çok adayım olmadı henüz.

Halbuki işler böyle yürüyor şimdi. Herkesin "arkadaşının arkadaşı" birtakım tipler giriyor hayatına, herkes ilk bakışta mimlediği birkaç tipe mavi boncuk dağıtıyor, sonra bakıyor ki kiminle muhabbet etme fırsatı doğduysa, kim daha kafaysa, kim kendisine boncuğu iade ediyorsa ona yöneliyor, feys'ten ekleme nanesi, twitter'da takip etme nanesi, bir AVM'de kahve nanesi, oluyor mu tamam, olmuyor mu, sıradaki!

Sonra eve gidip diğer alternatifi feys'ten eklerken arkada "her şeyi yak" çalıp eşlik ediyor; hatun da ne yazmış beh diye şaşırıyor millet. Hadi be?!

***

İçimde biri varken kafamı kurcaladığında biri, kendimi aldatan kadın addediyorum. Böyle bir şey var mı? Eski kafalılığım bana eski, yaşlı hissettiriyor.

***
Uyanamıyorum, uyanabilecek gibi de durmuyorum. Uykumda konuşmama da alışın, rica ediyorum.

Elveda Meyhaneci!

Ofiste bana yapışan bir cümle var: "Ona o kadar para verilir mi yea!"

Çünkü verilmez abi. İnsan 250 lirayı ayakkabıya verirken düşünür. Ben düşünüp vermem, her şartta vermediğim için de bu cümle bana yapıştı kaldı.

***

Tam da benim gibi bir elisıkıyı sevindirecek bir şey fark ettim: Sarhoş olamıyorum.

İçiyorum, içmiyorum değil. Ama olmuyor. Etrafımdaki insanların kafasına erişememek güzel değilmiş. Yanımızda yıllarca hiç içmeyen arkadaşlar bize nasıl tahammül ettiler, aklım almıyor çakırkeyif arkadaşlarıma ve onların arasında bok varmış gibi ayık duran kendime bakınca.

Bu durumda her yere arabayla gidebilir ve 20 liralık kokteyllerden artık hiç içmeyebilirim. Nasıl tasarruf ama?

Baba Doğulu'ya selam olsun; aşık da değilim hamdolsun.

Foto: Bozcaada Corvus, Temmuz 2010

Tatil Durgunluğu

Kaan diyor ki "Canın mı sıkkın? Durgunsun bugün."

Her gün söylüyor bunu, her gün de "yoo" cevabını aldıkça "ama bugün durgunsun" diyor.

Ona vermediğim yanıtı burda da dillendirmeyeceğim. Onun yerine diyeceğim ki: Benim default halim durgundur zaten. Suratım (NŞA) dümdüzdür, gülümsemem. Aksi için uğraşmak gerekir, uğraşmam gerekir.

Durgun olmak daha kolaydır.

Tatildeyim, kolaya kaçmam bu yüzden.

bulutluluk özlemi

Eve dönüyorduk, saat sabahın altısıydı. İlk kez kendi arabamın arka koltuğundaydım. Güneşin doğuşunu göremedik ama her yer benim son pilimle beceriksizce çektiğim aşağıdaki renkten, daha pembemsi bir tona doğru ilerliyordu.

Eve girdik, bilgisayar başına oturdum. Yazacak o kadar çok şey var ki, düşünecek o kadar çok şey var ki; tüm gün, kalabalık, yalnız. Her şey kafamda uçuşuyor, bazılarını tutup not ediyorum (mesela, dün deniz kenarında yatıp göğe bakarken keşke bembeyaz bulutlar olsa, gene hepsini bir şeye benzetsem dedim. Bulutluluk özlemi. Bulutlar hep bembeyaz, pof pof olsa bulutsuzluk özlemi'nin adı ne olurdu, onu düşündüm), diyorum ki otursam mı yalnız başıma evde biraz, birazını döksem mi, ama deniz beni çağırıyor, içim elvermiyor tatilimden, tatilden daha az önemli -mi?- ve daha çok fırsat bulduğum bir şey için, -yazmak için- yemek.

Yazamadım, kapattım bilgisayarı, uyudum.

Saat 2 oldu, uyandım. İş aramış, güç aramış, Ahmet aramış -kız arkadaşına evlenme teklif edeceği gün bizi Bursa'ya çağırmak için!-, Kaan denize gitmiş, Gürcan televizyonda bir Nuri Alço filmi bulmuş... Bilgisayar yine koltuğun üstünde, yine beni çağırıyor, yok abi, mutlak sessizlik lazım bana. Mutlak yalnızlık, o da çok zor değil.

Yazamıyorum, kapatıyorum bilgisayarı, onun yerine denize atlıyor ve dalıp gidiyorum, uzaklaşıyorum.

Spor salonu kafası (spor kafası değil)

Spor salonuna üyeliğimi uzatmamamın, spora gidecek zamanım olmaması dışında bir sebebi var: İnsanların rüküşlüğü; yok hayır, teşhirciliği.

HIMYM'ın bir bölümünde Ted, Robin'i spor salonunda bol tişörtü ile saçı başı dağılmış, kan ter içinde görüp "işte şu anda sana karşı tüm hislerim bitti" gibi bir şey diyordu. İnsanlar sanırım bundan korkuyorlar; oysa ki spor bence böyle bir şey olmalı! Bisiklete binerken nihai amaç gezmek olabilir ama, bunu yaparken kupkuru kalmayı beklemek saflık olmaz mı? Demem o ki, eğer bir ada etrafında dolanıp kral fotoğraflar çekecek, üstüne bir de bisiklet üstünde poz verecekseniz, azıcık terlemeyi göze almanız gerek.

Spor salonuna yazılırken envai çeşit tişörtler, şortlar, aksesuarlar almış değilim. Aksesuar da nedir demeyin, neler var neler: Rengarenk bluetooth kulaklıklardan tutun da koca koca küpelere; bonenin mecburi olduğu havuza girilirken bikiniyle -ip bikiniyle 50 tur yüzmek de ayrı konu- uyumlu seçilen havluya, saç bandına, gözlüğe kadar aklınıza gelebilecek veya gelemeyecek yüzlerce şey. İnsanlar spora koca bulmaya mı geliyor abi?!

Şimdi bu rüküşlük bir yere kadar... Lakin, insanı homofobikliğe iten soyunma odası görüntüleridir beni benden alan. Hamamdaki çıplaklıktan rahatsız olan biri değilim. Soyunma odalarında da her tarafta kabin olsun gibi bir beklentim yok, insanlar dolaplarının önünde giyiniverirler, olur biter ama hayır! "-İvermek"ten hiçbir şey anlamamış teşhirci birtakım tiplerin defilesini izlemek zorunda kalmak sözkonusu. Ben de yılbaşlarında cnbc-e ile şenlenen bir insanım ama hatırlatırım, o iç çamaşırları Victoria's Secret marka değil, o kadınlar da Adriana Lima değil.

Daha da kötüsü, kendini hepten odalarının mahremiyetinde addedenler: Evde adam varken ve saçınızı orta yerde kuruturken de mi çırılçıplaksınız amk?

Bunun nedeni nedir, anlamıyorum. Bir arkadaşım lezbiyen olduğu izlenimi verecek iki-üç cümle kurup bu tiplerin çil yavrusu gibi dağılmasını sağlayabildiğine göre, olay (bu sefer) herkesi kendine aşık etmek değil. Ortamda erkekvari bir tehdit hissedince örtünüyorlar çünkü. "Haram var" kafası. Yobazlara bak ulan. Benim yanımda neden gereksiz gereksiz eğilip kalkıyorsun o zaman?

Yok arkadaş, ben inatla spora devam ettiğim aylar boyunca da alışamadım buna. Bir daha yazılacak olursam, kendi okulum gibi daha mütevazı bir yere yazılacağım, o kesin. İnsanları havuz hallerinden daha çıplak görmek zorunda kalmam böylece.

Tüm bunları yazmama neden olan şey, havalimanında gördüğüm bir reklam. Benim salondan farklı olduğunu sanmıyorum ama niyet güzel işte:

Valla ter atana ekmek yok spor salonlarında, söyleyeyim. Koca bulmak istiyorsanız sizi şöyle alalım...





♀, ♂ ve tuvalet sorunsalı

Yonca Evcimik ilk çıktığında, aboneyim abone zamanlarında yani, hiç boynundan çıkarmadığı bir kolyesi vardı, upuzun zincirli bir ♀ sembolü.
"Sağım sarımsak solum soğan" lafı insanlara sağını solunu karıştırmamak konusunda nasıl yardımcı oluyor, hiç anlamamışımdır (insanların sağ eli sarımsak mı kokar mesela?) Benim için yazı yazdığım eldir sağ, o kadar. Bazı sembollerin ne olduğunu hatırlamak ise bu kadar kolay olmuyor; hele zıtları da varsa: ♀ ve ♂ gibi. Nereden bileceksiniz hangisinin kadın, hangisinin erkek demek olduğunu?
Daha önemlisi, hatırlamak zorunda mısınız bir tuvalet girişinde bunu?

Burc Beach, Kilyos

Ben kadın ve erkek cinsel organlarını simgelediklerini düşünürüm hep bu sembollerin, ve aklımda öyle kalmıştır yıllardır, hiç şaşmaz (fizyoloji Ch26'yı beklemedik tabi bunları öğrenmek için). Yoksa Yonca Evcimik de o dönem kocasının hatırına filan, erkek cinsiyet sembolü taşıyor olabilirdi boynunda pekala.

Ancak, insanların böyle şeyleri bilmek zorunda olduğunu düşünmüyorum. O yüzden, madem kadın, erkek, bayan, bay, erkişi, hanımkişi filan yazmak istenmiyor tuvalet girişine, o zaman esprili bir şey yapılsın şöyle:

Chefoods, Ayayorgi - Çeşme (öyle zırtapoz bir yer de değil)

Herkes anlasın işte hangi tuvalete girdiğini, önce birinin girmesini bekleyip yönünü belirlemeden...

Hayatın her alanında mizahı seviyoruz, destekliyoruz!

Omnia te vita perfuncta squentur.

"Bütün dinler cahile aynı ölçüde ulvi, siyasetçiye aynı ölçüde kullanışlı, düşünüre aynı ölçüde gülünç gelir."
Lucreitus

(Hiçbiri olmadığımdan olsa gerek, çok katılmıyorum bu lafa ama söylenebilmesi hoşuma gitti.)

Bunu seven şunu da sevdi:
"Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum, o halde korkacak ne var?"


(Dimi ama?)

Road trippin' with my two favorite allies

(Başlık şimdi oldu işte)

İki adam bir kadın, annenin 'demek yeni trend bu'ları, yol çalışmalarıyla 12 saate uzayan yol, Gürcan'ın "İzmir'in dağlarında çiçekler açar"ı bağıra bağıra, Bursa'da Ahmet'imle yemek, Ulusoy Susurluk tesislerinde alışveriş ve Varan hikayesi, "Allah'ımıza Hamdolsun", Manisa'da mesir macunu saçım heyecanı varmış heyoo!, "sen Emedur ben geliyorum", Akhisar'da inadına durmamak, sonunda 200 km/sa, İzmir'de yollarımızın ayrıldığı Audi, Çine yolu mu Söke yolu mu, yol çalışması amk - trafik amk, gece 12'de Bodrum, 12:30'da Turgutreis...

... dolapta ihtiyacımız olan iki şey (1x2), gece 1'de yatağa yığılmak...


... ve işte 7 günlük evimizden:


Kısa bir süre denize giremiyorum, bir sukurbağasının bu saatte evde ne işi olur yoksa?

Ah bu, bir tribin içine girip saklanamama rahatsızlığı, nasıl olur ya diye -hala- şaşırma salaklığı yok mu... Yanımda bana bu kadar değer veren adamlar varken, başka kimlere arkadaş, kimlere can dediğime; kimi alnından öptüğüme şaşıyorum.

Oysa ki neredeyse hiç tanımadığım bir Kaan'ın bir ICAMES gecesi manzarada çitlere yaslanmış yatarken bana verdiği sıcaklığı başka kimse vermemiştir. Bu kadar kısa sürede... Bu kadar kocaman bir adamın omzuna yaslanıp, çitler bizi kaldırır mı, aşağı düşer miyiz diye endişelenmemek olası mıydı? O yanımdayken düşmeyeceğimi biliyordum demek ki!

Hey gidi...

İçimdeki sıkıntı begonvillerimize baktıkça geçiyor. Dün nargile dumanıyla üfledim birazını. Bu akşam da rakıyla içimi temizleyeyim, su ayağımdan alsın tüm elektriği, götürsün istiyorum.

Huzur istiyor, huzur buluyorum. Ötesi boşmuş gibi, İstanbul yokmuş gibi.

O zaman bu şarkı bugün, bugünkü bana gelsin.

Sinir hoplatan gazetecilik anlayışı

Kırk yılda bir bi gazete çektim önüme uçağı beklerken, sabah sabah sinirim hopladı.

Şu sağdaki kalitesizlikte bir dergi çıkarsam, uyku uyuyamazdım yemin ediyorum. Altı ayda bir veya her gün fark eder mi?

Konulara hiç takılmayın, magazin gazetesi bu. Ben sadece baskıya giydiriyorum şu an. Bu gazetenin editörü, patronu ya da her neyse, bu gazete böyle çıkacağına hiç çıkmasın demiyor ya, bu rahatlık beni gerçekten çok şaşırtıyor.

Bir meslek hiç bu kadar ciddiyetsiz icra edilmemiş olabilir mi?

Üç harf

Üç harf yanyana kaç şekilde gelir, bilir misin?
Aşk dersin...Sen dersin... Ben dersin...
Sen, ben biter; biz dersin.
Gün gelir git dersin...

Peki dur kelimesinden haberdar değil misin?
Dur demeyi bilmez misin?
Git demek kolay, dur diyebilecek kadar yürekli misin?

Can Yücel

Kulaklığımı takarım, vazifemi yaparım.

Bugün seninle ilgilenmek zorunda olmadığım için değil, gerçekten istemediğim için ilgilenmedim. Muhabbete dahil olmaya çalışmak bir yana, dinlemedim bile. Neden geldin, onu da bilmiyorum. Onu bile bilmiyorum.

Gidiyor, gidiyor, silinip gidiyor... Yaşasın! :)

Yardım mı, yataklık mı?

Çok zengin olsam, etrafımdakilerin bana param için yaklaşıp yaklaşmadığından şüphelenirdim herhalde. Benimle param için evlenileceğinden filan korkardım. Böyle şeyler olmuyor değil. Öyle olmasa bile, bir tarafın diğerinden açık ara zengin olduğu durumlarda "derleeer derler" mevcut.

Çok taş olsam, şu etrafımda "ona çakarım, buna bilmemnaparım" diye muhabbet eden erkek güruhuyla muhabbetim de aynı olmazdı gibi geliyor bana. Alttan alta bir etkileme çabası işlerdi adamların bilinçaltına. Bu çok normal aslında, bir adam sırf yakışıklı diye onu listeye alan bir kız olsam ben de default arkadaş olarak değerlendirmezdim çevremdeki birkaç kişiyi.

Yarı kanka/yarı Güzin abla kafasındayım şu an. Kafamın yarısı makara-tukaraya, diğer yarısı da onu görmeye, buna zaman ayırmaya çalışıyor; bir çeşit gönüllülükle geçiyor hayatım. Şikayetçi değilim, yine de canımın gerçekten istemediği yerlerde olmamak için direnç göstermeye karar verdim bir süredir. Kendimi paralamamaya yani.

"Kadınlar kaybetmeyi sever, ama bazı şeyleri" sloganlı bir zayıflatıcı zımbırtı reklamı vardı.
Biraz paranoyakça ama...
Hep "iyi böyle ya" dememin arkasında ne var?
Fiziksel olarak değişirsem, ilişkilerimden kaybedeceğimden korkuyor olabilir miyim acaba?

aşk hiç biter mi?

bazı güzellikler var...
karşındaki kişiyi mutlu ettiğini görmek için yapıyorsun onları
-onu mutlu ediyorsun fakat bunu görmüyorsun-

bir süre sonra aynı şeyleri, hatta daha ince düşüncelilerini, değerlilerini onun canını acıtmak için yapıyorsun. altında ezilsin diye. onun seni mutlu etmediğini, aslında hak etmediğini fark etsin, bilsin diye.
üstün olmak için.

o da mı olmuyor?

bir süre sonra, hiçbir şey yapmamanın eksikliğini hissetmemeye başlıyorsun.

Hayattan Dersler - 1: Ateş Beni Çağırıyor!

Kızlar, sözüm size:
eğer İzmir gibi cehennem sıcağının alnına gidiyorsanız,
bir gün öncesinde saçınızı boyatmayın.
Hele kızıla, asla!

Bembeyaz gömlekte saklanması mümkün olmayan leke de, üstüme kahve döktüm diyebileceğim bir yerde değil ki!? Boyunda kravat çanta sallayanlar beni görseler aforoz ederlerdi, eminim :)

Fıldır fıldır mağaza arayacak kadar zamanım olmadığından, karşımdaki kadın doktorun affına sığındım, rezalet! O da durumu bizim yılan hikayesine dönen işe benzeterek teselli etti beni.
Kadın dayanışması diye buna derim ben.

Help?Desk

HP, IBM'i arattı bildiğin. Sonra kızınca 'kızdı' oluyor.

Herkes bildiği işi yapsın, veya oturduğu sandalyeyi işi bilen birine bıraksın ortada bu kadar kalifiye işsiz varken!

Şimdi... Ben bilgisayar veya yazılım gurusu sayılmam (Erinç kardeşimi tenzih ederek söylüyorum bunu:)) amma velakin hiçbir ayarla oynamadan 3 kez bir sayfayı açıp kapamanın, sorun her neyse onu çözmeyeceğini biliyorum.

Bana "varsayılan ayarlara geri dönelim mi?" diye soran helpdesk zavallısı kızcağıza "hangi varsayılanlar?" demenin çok saçma olmadığını da biliyorum.

Neyin varsayılanları diye soruyorum kıza yahu; hangi ayarı değiştiriyorsunuz, outlook kontaktları mı gidecek, explorer sık kullanılanlar'ı mı, görüntü ayarlarım mı değişecek; bilgisayar toptan fabrika ayarlarına mı dönecek yoksa?

"Sizi anlayamıyorum." diyor cevap olarak. "Anlayan birine sorun o zaman" dedim. Nitekim MS Office ayarlarıymış bahsettiği. Dönün o zaman ne soruyorsunuz, dedim, nedir yani word açınca siyah üstüne beyaz mı yazacak? Nitekim bir değişiklik de olmadı.

Hayır hayır, anlamıyordu çünkü kızdı demeyeceğim, hayır.

If clause



Eğer eviniz varsa, annenizden çıktığınızda yolda karşılaştığınız bir arkadaşla yarım saat, ayaküstü, hiçbir yere gecikme veya hesap verme kaygısı olmadan muhabbet edebilirsiniz.

Eğer bekarsanız, yarım saat muhabbet ettiğiniz arkadaşla ani ve sürpriz bir buluşma ayarlayabilirsiniz; Botero bitmeden gitmek üzere, hem de tatile çıkmadan bir gün öncesine.

Fonda Pink - Most Girls duydum sanki?

İşle ilgili ağlanayım mı biraz?

Öyle bi "işimi sevmiyorum" ağlanması değil bu. İşimi sevmiyorum diye çırpınmıyorum henüz neyse ki. Ama bazen telomerlerimin ucundan kesildiğini fiziksel olarak hissediyorum.

Şu an kalbim sıkışıyor. 'Pozitif yap'amıyorum yarınla ilgili; kafamdan, sonunda karşımdaki insanın bana elini dahi uzatarak teşekkür etmediği; neredeyse hiç bilmediğim Bornova'dan, Alsancak'tan, Balçova'dan tiksindiğim senaryolar geçiyor. Bardağın boş tarafı da değil, dibi. Hatta hatta, yeni ve aman-çok-kullanışlı meyve suyu kutularının içinde kalan ve o kutular -eski usül- köşesinden kesilmedikçe dökülmeyen meyve suyu artığı.

Yarın sevimsiz bir görüşme yapacak, sonra daha sevimsiz bir görüşmeye doğru hızla yola çıkacağım. Akşam da çok yüksek olasılıkla sevimsiz bir telefon görüşmesi yapacağım.

Üstümdeki yük hafiflemiş mi oluyor şimdi?

Ben gerçekten satışçı olamazmışım. Şirketimin boykot edildiğini gördüğümde, bir değil iki değil, sinirden ağlardım herhalde eczanenin önünde.

Göz kapağımda çıkan kimliği belirsiz kitle de gerçekten çok ironik oldu, çok. Hazır gitmişken göstersem mi yarın?

Ben, öğretmen değilim.

Söz korosu diye bir şey vardı ortaokul/lisede (sağolasın Vedat Gür). İstisnasiz her 24 Kasım'da, bir kısmında benim de yer aldığım bir hikaye-şiir karışımı okunurdu, içinde şu sözler geçen:

"Ben, öğretmenim. Bu sözü söylerken öyle gururlanıyorum, öylesine önemsiyorum kendimi."

Dertlerini kapının dışında bırakan bir öğretmen vardı hikayede,
"bıraktım" diyordu,
"zil çalınca, alırım".

Demem o ki, ben öğretmen değilim.
O yüzden tüm dertlerimi birbirine karıştırıyorum.

-özür mahiyetinde-

Bu bir Bozcaada yazısı değil, sadece bir çay kaşığı!

Bozcaada'daydık. Sadece üç gün; çok kısa, çok uzun.


Yatacağım, kalkacağım ve yarından itibaren her şey eskisi gibi olacak ya... Bu öğlen ayrılırken bir dahaki ziyaretimin planlarını yaptığım adaya kim bilir bir daha ne zaman gideceğim ya...

Yatamıyorum.

Bir çay kaşığı gibi asılı kaldığım tatilin etkisinde, salonda asılı kaldım, yatağıma gidemiyorum.

"Gerçeğin mayası gözle görülmez."

Güldü, ipi tutarak çıkrığı çevirdi.

Sanki sana yıldız yerine gülmeyi bilen bir sürü çan vermişim gibi.

yeryüzünde aşk durdukça

"Tuttun mu?" dedi. Tuttum. "Kes o zaman" dedi. Anlamadığım bir şekilde kartları karıştırmaya, önden aldığını arkaya, arkadakini öne koymaya başladı. Bir dizisi vardı ve sıradaki kart tahmin edilebilirdi belli ki, ama ben hiçbir şey anlamıyordum.

Bir isim için bakılan falı, anlamaya ve takip etmeye çalışmadan izliyordum.

"Amaaan, çok da güzel bir şey çıkmadı" dedi. Neymiş? "Seni öpmek istiyormuş."
"İyi" dedim, "öpüşürüz."

Benim de aklımdan daha fazlası geçmiyordu zaten.

***

Özellikle bazı adamların iyi öpüştüğüne olan inancım baki. Öptüğü insanın ayağını yerden kestiğine, başını döndürdüğüne; öpüşme düşüncesinin bile midede uçuşan kelebekler veya bacakların arasında bir sıcaklık yarattığına... O adamların kendini vazgeçilmez kıldığına.

Vazgeçilmez, ama kolayca vazgeçilebilir.
Alt tarafı bir öpücük sonuçta.


‎'Hani derler ya ben sensiz yaşayamam diye...
İşte ben onlardan değilim.
Ben sensiz de yaşarım; ama seninle bir başka yaşarım',
demiş Nazım Hikmet.
*
Alt tarafı bir adam sonuçta.
*
(teşekkürler Burçin)

Hoşçakal / Merhaba

Birkaç gece önce, ortada hiçbir şey yokken anladım insanların bir bardağı nasıl sıkarak kırdıklarını. O derece hırslandıklarını. Elimdeki mika bardak kırılacaktı neredeyse.

1 yıl dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına döndüğüme kızdım, kendime kızdım. Aslı'yla paylaştım öfkemi, iyi geldi.

Bir adamı "oluruna bakmadığı için" suçlamaya; ona 'yaşlısın sen artık, liseli çocuklar gibi olağanüstü bir şey beklemeye hakkın yok' demeye hakkım var mı? Kendimi onun hak ettiği olduğuna inandırmaya? Kibir bir canavar gibi bekliyor pusuda!

Benim, hayatımın 25te 1ini bir adamla ve boşa harcadığım için kendime kızmaya hakkım var mı?

***

Dün Çeşme'den Geyikli'ye giderken bir şarkı mırıldandım kendi kendime; Your heart is not open, so I must go... The spell has been broken, I loved you so. Öyle bir şeyler işte, dedim; vazgeçtim, insan gibi davranmaktan da vazgeçtim, o hastayken endişelenmekten de, geçmiş olsun veya günaydın veya mutlu yıllar demekten de, konuşurken yüzüne bakmaktan da... Herkese gösterdiğim insaniyeti göstermekten de vazgeçtim.

Ve rahatladım. Mutlandım.

Freedom comes when you learn to let go

***

Şairin dediği gibi her şey birdenbire oldu sonra; arka arkaya geldi dinginleşmeler...

Tüm aidiyet hislerinin peşinden koşup yorulmak gerekmediğini...
Bir adamı bir kadından kıskanmanın saçma olduğunu...
Sadece benim iyileştirebileceğimi, yardım edebileceğimi; bir valizi taşıyabilen veya bir küreği çekebilen tek kişi olmak gibi bazen, sadece benim 'tutup kaldırabileceğimi'...
Dahil olmanın bir @ işaretine bakmadığını...
Kimsenin bana boşuna dostum demediğini...
Sonunda aranacak olanın, konuşabilenin, güldürebilenin, mutlu edenin, şukela olanın veya bir bakışı anlayanın ben olduğumu ve bunu herkesle yapabilme kudretimin bana bahşedilmiş bir armağan olduğunu...

Fark ettim ve böyle biri olduğum için şükrettim.

Tek bir dala tutunup kırılmasından ömür boyu korkacağıma, bir evim olsun ve çalacak birçok kapım, kapımı çalan birçok insan olsun istedim hep. Bu, şimdi oldu.

Ah, ne huzurluyum!

Draft Saved.

"Merhaba,

Uzunca bir yazı geliyor, biraz sıkılabilirsin. Ama sonuna kadar okumanı rica edeceğim. Ben kısa yazamam zaten, tanıyanlar bilir. Sen tanımazsın beni.

Konuşamayacağımı, ağzımdan "senden hoşlanıyorum"dan başka bir şey çıkmayacağını bildiğim için yazıyorum, sözcüklerime güvendiğimden değil. Şu an hiç güvenmiyorum sözcüklerime de, bunu yazarken titrediği için yavaşlayan parmaklarıma da. Beynime de. Kapattım beynimi, kapatmasam yazıyor olmazdım bunları.

Kalbime başka bir şey gelmediği için yazıyorum; o kadar kapalısın ki, nasıl davranacağımı veya seninle nasıl arkadaş dahi olacağımı kestiremiyorum. Şimdiye kadar hayatına şu veya bu şekilde girdiğim insanları düşününce, hiç bu kadar zorlanmadığımı fark ediyorum. 'Arkadaş olmayalım o zaman' gibi bir seçeneğim olmadı şimdiye dek, onu da yapamıyorum. Bilmiyorum ki seninle çocuk olmak mı gerek senin zaman zaman olduğun gibi, adam olmak mı gerek senin zaman zaman olduğun gibi; ne seviyorsun, hayata dair sözcüklerin, kafandaki notalar neler; zamanını nerede geçiriyorsun, akşam saat kaçta yatıyorsun... Bilmiyorum. Taktığın küpeyi görmek için, seninle karşılıklı bir kadeh rakı içmek için, kendinle ilgili bir şey paylaşman için, kendimle ilgili bir şey paylaşmam için, bu tarafa bakman için veya baktığında o güzel gülümsemenin donmaması için ne yapmak gerekir, bilmiyorum.

Ben yazarım çok, tanıyanlar bilir. Sen tanımazsın beni. Bir sürü şey bilmiyorum ben belki ama artık sana yazmak, senin adına yazmak istemediğimi biliyorum. İçimden işteki sen hariç herhangi bir şey geçirmek istemiyorum, böyle kalakalmak istemiyorum elimde elin bile değil, hiçbir şey yokken. Sıfıra sıfır.

Bir arkadaşım, "İstanbul'un fethi 53 gün sürmüş" deyip sormuş "Sizin fetihleriniz ne kadar sürdü?"

Cevabım, 1 yıl. 6 ay seni görmedim, bitti sandım, sonra kaldığım yerden devam ettim (tekrar başladım); ama şimdi, yaz ortasında kış şartları yüzünden geri çekileceğim. Kendi kendime yenilmiş sayıldım sanki, öyle hissediyorum. O yüzden son gücümü kullanıyorum sanırım.

Senden tek bir ricam var, bu yazdıklarımı okuduğunu söyle bana. Tek kelime, o kadar. Evet, hayır, olur, olmaz, saçma veya değil değil illa ki istediğim yanıt. Sadece boşa gitmediğini bileyim.

Sana hep olması gerektiği gibi davranacağıma emin olabilirsin, o konuda bir şüphen olmasın. Belki beni daha az görebilirsin ya da artık her şey sana bağlı olur diyelim. Her şey bana bağlıyken yapamadım, yardım istiyorum senden. Küçük bir çocuksam da, küçük bir çocukmuşum gibi yardım et bana, sustur, uyut; ama masal anlatma.

Sevgiler,"



(Bu, çok sonradan gönderilmiş ve karşılık şöyle dursun, "he he" tepkisi bile alamamış bir mektuptur.
Aşk mektubu, aşık olana güzel... Gerisi boş.)

Beraber tatil yapmak ne demektir?

Çeşme'ye, birazdan başlayacak olan toplantıyı bahane edip plajlarda ve hatta çimlerde yatıp yuvarlanmaya geldik. Kalabalık bir grubuz, dediğim gibi bu grubun tümü de benim canımın içi olan, beraber tatile gidecek olsam onlarla giderim dediğim adamlar değil, hatta birkaç tanesini ilk defa görüyorum. Ama bu, akşam aynı masada oturup yemek yemek için Alaçatı kalabalığında 15 kişiyi kaldıracak bir yer bulmaya çalışmayacağım anlamına gelmiyor.

Çünkü ben, kalabalık yemekleri seven ve beraber çıkılan yolda eğer beraber yemek yemeye karar vermişsek, ayrılmamak gerektiğine inanan bir insanım. "Vefa yalnızca İstanbul'da bir semt değilmiş" demişti biri benim için. Evet abi, değildir.

Yanlış anlaşılmasın, herkes sürekli beraber olacak diye bir şart tabi ki yok. Biri gider dalışını yapar, uyur, sabaha kadar içer falan; ayrıca biri "sizi seviyorum, beni rahat bırakın arkadaşlar" dediğinde "hayır abi illa ki bizimle takılacaksın" diyecek halimiz de yok. Benim uyuzlandığım şey, beraber tatil yapacak olma beklentisi yaratıp, ellerini çırparak heyoo diye sevine sevine geldikten sonra, başka iki adam çağırdığı anda satışı koyup gitmek. Artı, hiçbirimizin istemediği ama karşı taraf zor durumda kalmasın diye kabul ettiği alakasız bir insanı da en azından gece yatıya kalma anlamında başımıza musallat edip gitmek ve bunu kimseye haber vermek zorunda hissetmemek.

Bana birisi çıkıp sen aşırı hassasiyet gösteriyorsun dese, belki de haklısındır derim. Benim sinirlendiğim sebepler başka olabilir, ama sinir aynı sinir. Kaldıramıyorum.

İnsanda hep bir karşı tarafa yamanmaya çalışan birey hissiyatı yaratan grupları sevmiyorum. Starbucks'ta otururken de sevmiyorum, tatilde de, evde dizi izlerken de.

Bu illa ki açık açık konuşulacak bir konu, ve bunu ben konuşmazsam kimse yapamayacak.

50

Valla 50 olmuş. Önemli olan nicelik değil nitelik ama. Artı google reader var falan. Olsun lan :)

***

Güzelyalı'ya doğru bizim için küçük ama takalar için büyük bir hızla ilerleyen feribottan selamlar. Road Trippin' gibi bir başlık atılası bir yazı mıdır bu dedim, sonra olmadığına karar verdim çünkü ally'lar favorite değil. Anladınız siz onu. En azından hepsi değil ama yine de tahtaya vuralım, başkalarının iş arkadaşlarını düşününce...

Çeşme'de bir toplantıyı bahane ettik, erken gidiyoruz. Şunu iki cümlede yazasım vardı, oha lan ne gezegen oldun filan dersiniz mazallah. Bu benim gezegenliğim değil, zaten insan Çeşme'de toplantı düzenliyorsa insanlar ya erken gitsin, ya da sonunda izin alsın diye yapıyordur, yanlış mıyım?

Hah işte, biz ikisini de yapıyoruz. Bozcaada'yı da böylece görmüş olacağım ve çok mutluyum. Umarım bir bisiklet bulurum kendime orada, ve bisiklete binecek fırsat. Fırsattan bol ne var diyebilirsiniz ama kazın ayağı öyle değil, ayık gezmek planlarım arasında yok ve hatırlayabildiğim kadarıyla daha önce sarhoş kafayla bisiklete binmedim. Heybeli hadi avucumun içi, ama Bozcaada'da trafik var yahu. Araba var, atın altında kalmamak yine bi derece ama araba tehlikeli.

Gülse Birsel'in repliğini çalacak olursak "Aayh, hayat çok zor!"

***

Şimdi bir raporu finalize etmem lazım izninizle. Zira dünyayı kurtarıyoruz. Yaptığımız şey, yaptığımızı anlatıp, gittiğimiz yere gitmek için harcadığımız paraya değdiğini kanıtlamak oysa ki.

Hala uçak bileti alırken, cebimden beş kuruş çıkmamasına rağmen bakıyorum ne kadar olduğuna ve üzülüyorum harcanan o paraya. Samimi olarak üzülüyorum.

Bir şey diyeyim mi, buna benim gibi üzülen bir çocuk yetiştirmek istiyorum. Emniyet şeridinden gidenlere kızan bir çocuk. Biri sırasını çaldığında buna sinirlenen bir çocuk (mümkünse hakkını da arasın ama). Tabağında pirinç tanesi bırakmayan bir çocuk. Bana benzesin demiyorum, birçok açıdan benzemesin. Kuralcı bir manyak olsun demiyorum, olmasın. Benim de boston legal olduğum söylenemez ya, benim kadar bile kuralcı olmasın isterse. Esnetsin olabildiğince. O da tepkili olsun, tepkili ve bundan dolayı içten içe gururlu olsun.

Şunu desin: "... ben, son derece önem verdiğim o tepkimin 'uysallaştırılmasını', 'sakinleştirilmesini', 'evcilleştirilmesini' istemiyorum. Tam tersine çirkinliklere, yozlaşmaya, ikiyüzlülüğe benim gibi tepki gösteren insanların sayısının artmasını bekliyorum. Ama bu bekleyişi sürdürürken daha fazla yıpranmaktan korkuyorum."

(rica etsem saçımı okşar mısınız?dan)

Korksun, çok rahat olacağına, biraz korkacak kadar vicdan sahibi olsun.

Umarım...

alacauyanıklık

06:20, Ankara'dan dönmeye uğraşsam mı uğraşmasam mı bugün, dönsem bile enkaz olucam muhtemelen ve yarın ofise gidicem, burda kalıp akşam bi arkadaşı görmek de var, hmm... Bi yastık alabilir miyim? Teşekkürler (suratsız hostes) Gideceğimin son haftası reva mı lan bu yollar bana, şimdi inince maillere bakmak lazım belki hala -utanmadan- yeni bir şey yollamışlardır, Elif'i de arayayım inince aradan çıksın, ondan önce bi mail daha atmam lazım, inşallah unutmam. THY şirket kuralları gereği cep telefonları uçak içinde kapalı tutulmalıdır. Ben neye not alacağım ulan o zaman (o kadar defter aldın kırtasiye manyağı seni, kullansana) Hem, neden şirket kuralları gereği, hani ABSlere filan halel geliyordu onu hallettiler mi? Ulan bi tek elbiseleri ütüleme zorunluluğunu halledemediler. Hele o gömlekler... Tamam bi saniye şimdi napıcaktık, inince maillere bakılacak, bi mail atılacak, oteli iptal etsek mi, yok ya koşturmayayım hadi, sanki gecenin bi vakti eve gitsem toparlanıcam da. Allahım, tatil! Allahım, toplantı bahanesiyle Çeşme! Sonra Bozcaada! Şarap! Galonla şarap alıcam. E nası bozulmayacak ki o şarap? Neyse ya bu iki gün bitsin bi, dur şimdi bugünü düşünüyorduk, evet İbn-i Sina'ya gidilecek, Hacettepe'ye gidilecek, umarım hocanın odasındaki yazıcı çalışıyordur, peki biz sırf reconciliation için doldurduğumuz AEleri kaynağa giriyor muyuz? Saçma ama?! Bunu bilmiyorum, ne garip. Sormak lazım. Uyumak da lazım, uçak da kalkmıyor. Yerimi biiiiilmem, bilmem ne taraftayım, kalkar kalkmaz araf dinlersen araftan çıkamazsın bütün gün işte! Uyuyamıyorum... Uyuyamıyorum... Kafamdaki tüm televizyonları kapatıyorum düğmelerinden, tık-tık-tık, Mor ve Ötesi'nin de sesini kısıyorum, hala uyuyamıyorum, Allahım neden kalkmıyor bu uçak ve ben uyuyamayarak ne kadar çok zaman kaybettim! Adalet yok ya, canımı yakar bu sessizlik, kalkmadık mı hala, aa havadayız, aa yanımdaki kadın tepsisini veriyor, yemek gelmiş ve gitmiş bile! Süper. Güneşliğinizi açar mısınız? Güneşliğim açık, kusura bakmazsanız yastığımı dayadım oraya (aynı suratsız hostes. Öyle yürür gidersin işte tırıs tırıs) Ayh, insan uyanır uyanmaz işler üşüşüyor aklına. Üşüşmek deyince üşüdüğümü fark ettim, battaniye olmaz dimi yazın ortasında uçaklarda? Aman neyse, bu hostesin suratını çekemiycem tekrar zaten, gözü kapatalım ve poliklinik girişinden başka bir şey düşünmeye çalışalım bakalım, şimdi bir yorganım olsaydı ona sarılıp kendime döner ve sorardım: Uykuya dalmadan önce iş düşünmediğim bir gece oldu mu? Daaat! Sorulmuş soru, ama cevabı verilmiş mi, sanmıyorum. Hem ben kendime soruyorum, kime ne (insan yalnızken tüm sorularını kendine sorar). Tabi ki oldu öyle gecelerim, çok güzel bir sahne, bir kitap sayfası, bir şarkı düşündüğüm ve onunla uykuya daldığım zamanlar... Ayıktım hem de. Sonra öbür tarafıma döner (dönerim ki teatral olsun iyice) son 5 günde yaşadığım en komik anı anlatmak isterim kendime. Bu da var, yok değil. Yaşadığım iyi anları, tüm 'iyi'likleri unutacak kadar hissizleşmedim daha. İyiymişim ya ben. Daha iyiymişim, 'daha' henüz gibi. Belki de defolup gitmeden kurtarırız, ha? Ooo bu gitme lafı dilinize pelesenk oldu bellatrix hanım, her yerde söylerseniz biri illa ki çıkıp gitme der diye mi düşünüyorsunuz? Yoo, tam tersine belki biri evet, gitsene sen der diye bekliyorum. Siktir git, der gibi. İnsanlar bu kadar hissizleşti mi? Hem dönsene artık arkanı sen.

En azından kendimle konuşmayacak kadar (dünyaya) küsmedim daha.

***

19:15, saatlerdir odadayım ya çıldırıcam, dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, it's raining cats and dogs you know, dışarı da çıkamıyorum ki lanet olsun, halbuki... Neyse plandan bahsedip berbat etmiym, başka zaman yapıcam onu nasılsa. Ayağımda babet olmasa gösterirdim ben sana Ankara havası (Ankara havası da ne kötüymüş yaa). Arkadaşı da göremedin, ne oldu, köpeği ölmüş. Uff insanın hayvanının ölmesi ne kötü, hem de 8 yaşında. 8 yıldır seninle olan bir şey; 8 yıldır bağlı olduğun ve sana bağımlı olan bir şey aslında, çok zor olsa gerek be... Uyiym dimi ben, ama şimdi saçmasapan uyur da sabah kalkarsam işleri yetiştiremem, kuriym saati 20:30a, tıp-tıp-tıp I wanna wake up with the rain falling on a tin roof burda dur, gerisine gerek yok. Yağmur sesini, tenekeye düşen yağmur sesini sevmeyenlere, bir de yağmurdan sonra toprağın kokusunu sevmeyenlere çok şaşırıyorum, yağmurdan sonra gleen toprağın kokusuna / hayranım tıpkı hayran olduğum gibi sana dımdıdımdım... Uyku havası, uyku, uyku, önümdeki kitabı bile açmaya mecalim yok...

***

22:36, hah! Alarmı duymadığımız veya kaçıracak bir şey olmadığı için duymazdan geldiğimiz bir uyanışa daha hoşgeldiniz. Kaç saat uyudum yaa, ama çok güzel uyudum, şimdi kalkıp iş yapacak olabilirim ama yine de... Aa yağmur durmuş. Ama geç oldu artık dışarı çıkmak için, hem her yer ıslaktır. Başka bahara, baharın altını çizerekten (-ten ekini kim başımıza musallat ettiyse Allah bin belasını versin). Televizyonun kumandası yorganların içinde olmalıydı yaa... En sevdiğim sayı 30 diye reklam var lan. Burger King'de de en sevdiğim sayı altı yazıyodu bişey için, nugget mıydı neydi, gülümsetti beni. Bana mı yapıyor bunu Burger King, benim kardeşimin bile dahil olduğu birkaç yıl sonraki tayfa -ki ben onlara jenerasyon diyeceğim çünkü jenerasyonlar daha sık aralıklarla değişiyor artık- bundan hiçbir şey anlamayacak dimi, sorgulamayacak bile ne demek ki en sevdiğim sayı altı ne demek diye, öyle tırt bi reklam denemesi diye görüp geçecek. Bu veya başka bir nedenle, tırt dediğimiz reklamların altında anlamadığımız bir şey olduğu düşüncesi... Yok lan anlarız biz :) Kavrayışımız yüksek şükürler olsun ki. Uff, uzatma bellatrix kalk artık ya da Çılgın Bediş gibi kendini yataktan aşağı at ve sürün, bilmiyorum ama kalk, iş yap, yazı yaz, bir de şu yalnız diyaloğa bir soru daha ekle:

"En son ne zaman, yataktan kalkmak için sabırsızlandığını hatırlıyor musun?"
*
(30 Haziran 2010 ~ 01 Temmuz 2010, Ankara)
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!