"Bodrum'a da gittik beraber" diye bir başlık atsam mı dedim... Sonra, saçını uzatıp sarıya boyayınca tekrar -kendi deyimiyle- bakkal müziği yapmaya başlayan Hande Yener'i onurlandırmamaya karar verdim. Kütüphanenin önünde Erce'nin bana Romeo'yu dinlettiği zamanı hatırlıyorum da...
Bu yıl tam bir hayalkırıklığı oldun Hande Yener. Bravo.
Yol çalışması, Çine yolu bilmemne derken takriben 14 saatte Turgutreis'e vardık. Araba kullanmayı seviyorum, yalnız da değildim üstelik; ama yine de çok yorucuymuş saatlerce direksiyon başında olmak. Özellikle de gece, karşıdan gelen şerefsizlerin hepsi uzunlarını yakmışken, insanın gözü bilgisayar başında olduğundan bile daha çok yoruluyormuş. İnsan oturunca anlar ya yorulduğunu, ben de geçici evimize varınca anladım. Ve uzun zamandır ilk kez yorgunluktan sızdım.
Kaan'ın kız arkadaşı Cihan karşıladı bizi, kafasında orada geçireceğimiz hafta için bir sürü programla... Eve yerleştik, uyuduk, kalktık, dolapta alkolden başka bir şeyler olsun diye alışveriş yaptık, sonra ben denize gidemedim; akşam oldu, Turgutreis Marina'yı gördük, nargile içtik, ertesi gün aşağı yukarı aynı geçti, sonraki gün de, gece de... Ta ki Gürcan alkol bağlarını kullanıp bize Marina Yat Kulübü'nde bir yer ayarlayana kadar: Garo Mafyan ve Neco'nun da içinde olduğu İstanbul Gelişim Orkestrası'nı dinlemeye gittik.
Açıkçası gidene kadar, önceki gece dolu olduğu için gidemediğimiz Fatih Erkoç için hayıflanıyordum ama böyle bir şey olamaz. Daha önce söylemiş olmalıyım, benim dinlediğim güzel müzik bende o şarkıyı çalma veya söyleme isteği uyandırandır. Grup o kadar iyi, enerjisi o kadar yüksek bir grup ki; daha ağızlarını açtıklarında insanın sabaha kadar şarkı söyleyesi geliyor.
İlk kez cep telefonumdan feysbuka girdim, ilk yazdığım şey "İstanbul Gelişim Orkestrası'ndaki mavi gömlekli çocuğu istiyorum" oldu.
Güldencaz hakkında minicik bir şey yazdım, sahibi beni bulup yazıya yorum yaptı ya (inandım evet, çünkü blogumu okuyan kimsenin pek tanınmamış bir müzisyenmiş gibi yapıp beni işleteceğini sanmıyorum), mavi gömlekli çocuk hoplaya zıplaya Gimme Hope Jo'anna söylerken bunu düşündüm. Yazının kudretini. Sonra, ismini cismini yazsam karşıma çıkar mı, sahne arkasına gitsem tanışabilir miyim, diye düşündüm ciddi ciddi. Sevgilisi var mıdır diye merak ettim; varsa ve o an onu izliyorsa kendini ne kadar gururlu/kıskanç/şanslı hissediyordur, onu düşündüm. Kendime güveniyordum, çok güzel iki kokteyl kanımda dolaşıyordu, ayağımda bir süre sonra üstünde duramayacağım topuklular vardı ve topuklu ayakkabı hiçbir zaman hafife alınacak bir şey değildir.
Elbette, yırtık bir insan olmadığım için, çocuğu Cihan'la makul bir yüzdede bölüşmek dışında hiçbir şey yapmadım.
Gecenin bi yarısına kadar shake shake shake signora diye hoplayıp zıpladıktan sonra, bu enerjide olduğumuz başka bir gece olmayacağından korkarak ve açıkçası, Bodrum'a bir daha inmeye üşeneceğimiz için Fink'e gittik. Hande'nin bodrumu, Demet'in evlimutluçocuklusu, Serdar'ın poşeti derken, birkaç saat önce ne kadar iyi müzik depoladıysak hepsini tükettik. Kendimize toks yaptık diyebilir miyiz? Detoks oluyorsa toks da oluyordur sanırım.
Kızlar olarak arabaya kadar zor gittikten sonra (sadece topuklar yüzünden!) Kırçiçeği'nde işkembemizi içtik, saat 6'ya yaklaşır ve ortalık pembeleşirken Turgutreis sessizliğine geri döndük.
Sonraki günler ve geceler de sakin geçti, akabinde araba kullanmak zorunda olmayacağımız bir uzaklıkta, denizden 10 cm ötede rakı-balık yaptık, üstüne sufle ve güveçte helva kaşıkladık, sonra ben tabi ki dizime kadar denize girdim dayanamayıp, bizimkileri de peşimden sürükledim, sonra da sivrisinekler elverdiğince şezlonglarda uyuyakaldık.
Elimdeki rakı değil artık, Türk kahvesi...
Sonracıma, Gümüşlük'e gittik. Takıcılar çarşısı, restoranlar, kafeler falan tamam da, ah bir amca vardı en çok o etkiledi beni: Muhtemelen hemen oradaki evde oturan amcam şezlongu denize kadar çekmiş, yanındaki ufak masasına rakısını koymuş kitap okuyordu Gümüşlük sessizliğinde. Ufuk çizgilerini çok sevmem ya ben, işte içine ay batıyorsa çok güzelmiş ufuğa bakmak. Yakamoz güneşle olmaz ne de olsa.
Oturduğumuz restoranda, hesabı ödeyip kalkan her masanın ardından masadaki fanusta duran tüm begonvilleri ve gül yapraklarını, ortalarındaki mumlarla birlikte denize döküyorlardı. Bir ayin gibi aynı. Nilüfer gibi denizin üstünde süzülen mumları izledik, ay batana kadar bekleyen masalardan biri olarak...
Fotoğraf çekmeye çok meraklıyım ya anı biriktirme babında, sonradan dönüp bakmak üzere yani... İşte Gümüşlük'te, 3 megapipili makinemle uğraşırken, elimde kralı olsa gözümün gördüğünü çekemeyeceğimi düşündüm. Hiçbir zaman tam olarak olduğu gibi kopyalayamayacağım için fotoğrafçılığa çok inancım yok sanırım benim. Hatırladığım kadarı bana yetmek zorunda; o yüzden başka birinin bakıp olmamış diye sileceği fotoğraflar çekip, o manzaraları kendime hatırlatıyorum. Bir sürü böyle karem oldu, özellikle Gümüşlük'te.
Gümüşlük bir yana (orası bir akşamüstünü geceye bağlayarak görülmeli)... Eskiden Bodrum out, Çeşme in derlerdi magazin programlarında, Çağla Şıkel'in yanı sıra en popüler yaz konusuydu bu. Bakardım e hepsi aynı, hepsinde insanlar beachlerde hoplayıp zıplıyor ve mümkünse denize girmiyor (hey allahım!), ikisini birbirinden ayıran ne ki, neyi tercih edeceğiz, derdim. Bodrum'a da, Çeşme'ye de geçen yıl ilk, bu yıl ikinci kez gittim ve tercihim açık ara Çeşme. Neden olduğunu da, Bodrum'u çok seven bir arkadaşın sunduğu nedenle anladım: "Bodrum tatil yerlerinin İstanbul'u abi, her şey var." Ah be. İstanbul'u İstanbul'da sevecek, buraya döndüğünde köprüden geçerken o zakkum kokmayan havasını dahi içine çekiyor olacaksın; İzmir'le karşılaştırmayacaksın çünkü -İzmirliler alınmasın ama- ne haddine zaten, ancak ondan sonra bir yeri İstanbul'a benzeteceksin. Her şey varmış... Tatil bu, tatil! Kitap, müzik, şezlong, hasır, güneş, karpuz, hamak, yeni biçilmiş çim, yaz yağmuru. Başka neye ihtiyacın var ki, İstanbul'u arıyorsun tatilde?
Büyükada'yı da tam bu yüzden sevmem. Kahve Dünyası'nda oturmaya gideceksem neden Fındıklı'dan öteye gidiyorum ki?
Madem Çeşme-Bodrum karşılaştırması yaptık, söylemeden olmaz: Alaçatı'nın denizi Bodrum'un herhangi bir yerine, Paparazzi de Fink'e on basar! Yakında Paparazzi Kafası adlı playlistimle yollarda fink atacağım - Bodrumlular alınmasın ama :) -
(17-24 Temmuz 2010, Bodrum Turgutreis)
Bu arada, mavi gömlekli çocuğun Mert Ekren olduğunu öğrendim. Mert Ekren ismi kendisine bir şey ifade etmeyen benim gibi insanlara söyleyecek bir çift lafım var. Daha doğrusu, bir çift dizem:
Alo orda mısın, hatta mısın?
Bir başına rahatta mısın?
Biraz hayalkırıklığına uğramadım desem, yalan olmaz. Ama yine de... :}
2 yazmadan duramayan var!:
Sana bunu yapmak istemezdim ama dost acı linkler...
http://www.youtube.com/watch?v=meh01yyb2zU
ahahaah çok fenaymış çok!
berbat berbat :)
Yorum Gönder