Cioran, ”Her yazarın yazdıklarına bakıldığında, düşüncelerinin gündüz düşünceleri mi, yoksa gece düşünceleri mi olduğunun anlaşılabileceğine inanıyorum.” diyor. Kendisi kuşkusuz bir Gece Yazarı idi. Hem de en koyusundan. Bizden de Vüs’at O. Bener’i saymak gerek.
Beckett ise hiç gündüze varmayan, upuzun bir gecenin kendisi gibi. Şöyle bir yüzüne bakmak yeterli sanki.
(Gece Yazarları, Nesimi Yetik)
http://www.afilifilintalar.com/gece-yazarlari-gunduz-yazarlari
Ben Vüs'at O. Bener'den iki sayfa okuyup "noluyo lan?" deyip kapattım kitabı bu gece (olumlu bir "lan"dı bu). Gece diyorum, çünkü dışarısı kapkaranlıktı. İlla ki cam kenarı alırım ben uçaklarda; koridor sevmem, ortaysa tam cehennem.
Dışarı baktım, sanki yeterince uzun süre bakarsam bir şey görebilecekmişim gibi, kara görünecekmiş gibi... (Bak, kara görünmesi ve tünelin ucunda ışık görünmesi. Işık beyaz. Kara, siyahla sesteş. İkisi aynı şey oysa ki.) Yeterince uzun bakarsam dışarı, ben bugün -kafam rahat- şirketten 4'te çıkıp, 19:20 uçağından önce bir çay içecek fırsatı bulacakmışım, o zaman bir gece önceden Adana'ya gelmek, Onurlu'nun el classico davetini geri çevirmek falan (futbolla alakam yoktur -olmadığı için davet ediliyorum inatla- ama olsun) bana o kadar koymayacakmış, ben gelip otelde bir rahat nefes alıp, özellikle yaparım diye getirdiğim kendime dair angaryalara zaman bulacakmışım gibi olacaktı, zaman dönüp bu kez benim işime yarayacaktı. Ama heyhat, ben tam iki saat on dakikada, boş yolda 20 dakikada gittiğim yolu gidemedim ve ben, uçağı kaçırdım, bir sonraki uçağa bindim, saat 23:53, otele girip duşumu alıp ağlayacak zamanı ancak bulabildim.
Ben biliyor musunuz, ben var ya, ağlamıyorum bile. Sadece geriliyorum, sıkılıyorum, bir mengene sıkıyor içimi ve ühühü diye bir ses çıkarıyorum, gözümden yaş damlamıyor benim.
Bak, ne anlatacağım şimdi, çok ilginç değil, uyarayım önceden...
Oha, 26 yaşındayım gerçekten. Bunu sesli söyleyince daha gerçek oldu sanki. 26. Yirmi altı.
Küçükken, 24 yaşında evleneceğimi kurmuştum kafamda. Öyle bir yaş belirlenir ya, kızlar bilir... 26 yaşında da belki doğracaktım, belki biraz daha bekleyecektim, bilmiyordum henüz.
Friends'teki Rachel misali, "yaptığım planlardan ne kadar da uzağım" diye ağlanmayacağım. (Planlar değişir zamanla. Hem şimdi düşünüyorum da, 24 yaşında evlenmek de ne demekmiş zaten?) 26 yaşında insan 26 yaşında olduğunu fark ettiğinde, ben nereye gidiyorum, ne yapmaya çalışıyorum (bir şey yapmaya çalışıyor muyum?), bir yere uzak mıyım, en yakın kıyıya tutunmalı mıyım, neden bazı ilişkiler içinde ergen gibi boğuluyorum diye sorguluyor kendini. Bu sorulardan bazılarının yanıtları yok. Bu sorulardan bazıları yanıtlarını başkalarında buluyor; insan bazen kendini başkalarına anlatırken anlıyor, ya da konumlandırıyor diyelim hadi, pazarlamacı ağzı olsun.
Ben kendimi mutsuzlukta konumlandırdım, bu hisle özdeşleştirdim ve buna gittikçe daha çok inandım. Artık insanlar bana "yorgun görünüyorsun" demeye başladı yorgun olmadığım nadir günlerde bile. İnsanlar, hem de beni çok iyi tanımayan insanlar bana "sende bir şey var, hmm, enerjin düşük senin!" demeye başladı, ki doğrudur. Biliyorum. İş beni çok yoruyor. İnsanlar beni çok yoruyor. Bir şekilde insan sevmeyen insanlar beni çok yoruyor, sürekli bir şey öğretmeye veya bir şey sınamaya çalışan insanlar da öyle.
Belki ben artık kimseden bir şey öğrenmek, kendimi geliştirmek filan istemiyorum; daha doğrusu bu dert ile çıkmak istemiyorum yola. Öğrenecek bir şeyim olmadığından değil, haşa! Ben sakince gezinirken de bir şey görür, duyar, yapar ve öğrenirim illa ki; sadece kendi halime bırakılayım istiyorum.
Ve 26 yaşımda yanımda basitçe biri olsun istiyorum. Basit biri mi, değil belki, ama basitçe yanımda olan biri. Ne lazım, bunun için ne lazım? Ketum mu olucaz bundan sonra? Olalım. "O" hep ön planda, birinci sırada, orta yerde olacak, hiçbir şey "o"nun kadar önemli olmayacak mı? Olmasın, sikerler afedersiniz. Güçsüz gibi mi davranacağız? Bilmem, birine ihtiyacım olduğu hissini verecek kadar güçsüz olabilirim herhalde. Her an sevişecekmiş gibi bakımlı filan mı olacağız? Onun için bu kadar yoğun ve yorgun olmamalı, ama peki. Hayatımızda vazgeçilemeyen başka kimse olmayacak mı? Zor değil; karşılığını alacaksak.
Şimdiye kadar öbür türlü sevdik, olmadı. Kaybetmeyelim diye başka türlü sevdik, baktık o da olmamış. Ee?
Artık her şeyden sıkılıyorum, herkesten çoğu kez. Artık kimsenin, en aylak adamın bile hani, dönüp "ama ben hiçbir şey okumuyorum" diye kendini savunmak zorunda hissettiği şekilde ("ama ben kimseye söylemedim der gibi - aynı mı?) takip edilmiyorum, gerçekte de, yazıda da, artık o ihtiyaç yok, çünkü gerek yok. Çok acı. Bitmiş(im), görüyorum; yenileneceğimi biliyorum ama ne zaman? "Geçici olarak servis dışıdır." yazıp üstüme, basıp gitmek istiyorum.
Bir gün düzelecek mi diye sordum camın dışındaki karanlığa, içim bana "ühühü" dedi. İçim hala toparlayamadı kendini. Hala bi salaklık var, ne kadar kızsa da. Oysa bu kadar kızdıktan sonra geri dönüş yok ki. Rahat yok bana. Kendimi de affetmiyorum, her şeyin üstünün kalınca çizildiği o meşum tarihin hem öncesinde hem de sonrasında kendimi bunca paraladığım için. Bir gün canını çok fena yakacağım, belki ancak öyle alırım hırsımı. Sadece bunun için bile kitap yazabilirim. Yazarım ki dayanamasın sevgili arkadaşım, başkalarının gözünde gördüğü kendine. Çünkü kendine dayanamıyor o.
Ben de kendime dayanamıyorum, hala aynı şeylerden bahsettiğim için. Tüh bana be.
Sezo'nun bir lafı vardı: "Bundan sonra hayatıma yeni gireceklere eyvallah, ama zaten orada olanlardan, kalan kalmıştır zaten" gibi bir şey. Şimdi düşünüyorum da, o da 26 yaşındaydı bu lafı ederken ve tesadüf bu ya, ben şimdi anlıyorum bu lafı tam anlamıyla.
Hayatıma yeni gireceklere eyvallah, başım üstüne. Hayatımda olanlar da hep benimle; çünkü bundan sonra kimseyi daha çok kaybedemem.
Oldukları kadar kayıptır veya kazanılmıştır herkes ve hep hak ettikleri kadar.
(26 Nisan 2011 İstanbul - 28 Nisan 2011 Adana)
Kılavuz şunu öngörüyor: "Orada burada şirketin adını ağzınıza almayın, sizi takip edebiliyoruz ve ediyoruz, ayrıca en kötü reklam şirket içinden birinin yaptığı kötü reklamdır, aman ha." Korkma ulan, sayın yetkili. Ya da kork, ama bilinmezden kork. Ben sanal alemlerde, sanal mahlaslarla, hiçbir ajanspress adamının ulaşabileceği şekilde isimleri ağzıma almadan kötü reklamın allahını yapıyorum. O kadar maharetle parlatılmış bir kalitesizlik içinde yüzüyoruz ki, mecburum bunlardan bahsetmeye. Kendi akıl sağlığımı korumak için sen sayın yetkiliden, müdürlerden, patronlardan bahsetmeye mecburum; kimseyi beni bunca dinlemek zorunda bırakmamak için konuşuyorum ben burada. İki ay önce, bu şirketten ayrılırken yayınlayacağım yazıyı yazdım. Yanımda bir arkadaşım, veda pastası kesilirken neler söyleyeceğini biliyor şimdiden.
Ortamda Tabu oynanırken seyirci konumunda olduğum ender anlardan birinde, "ilginç tabu maceraları" spam maillerine konu olacak bir anlatıma tanık oldum. Sıradaki tarafın süresi bitmek üzereydi ve kazanmalarına ramak kalmıştı (sözcük "ramak" değildi ama öyle olsa güzel bir kelime oyunu yapmış olurdum tabi.) Son sözcüklerden biri Çerkezköy idi. Anlatıcı, suyun kaldırma kuvvetini bulmuşçasına "hah!" dedi,House of Flying Daggers izledik dün gece. Üf, "görsel şölen" diye bir şey varsa bu film işte odur. Hero'yu aldattığım için kendimi birazcık suçlu hissettiğim doğru ama... Neyse canım, madem başladık, sıra "Crouching Tiger, Hidden Dragon"da.
Kafamız inanılmaz iyi olduğu için de bir sahnenin saçmasapan bir yerine belki on dakika güldük. Bilenler hatırlasın, esas oğlan esas kızı kurtarmak için ormanın ortasında yüz metre mesafeden dört ok atıp dört adamı yere çiviler; sonra da elindeki yayı kenara atıp kıza doğru koşmaya başlar... İşte o an, ikimizin de düşündüğü şeyi kuzen dile getirdi:
_ Adam oku niye attı lan?
Ağzımdan aldığı bu laf bizi bayağı güldürdü. "Yazık oldu viskiye" dedim ben, ona ayrıca güldük. Sonra, inatla yaya ok deyişimize de... Çerkezköy!
Ha, bumerang hançerlere inanıyosunuz da curve the bullet'a neden inanmıyosunuz? Ha?
Neyse, hadi şimdi filmin en iyi sahnelerinden birini izleyin:
_ Ben sana aşıktım biliyorsun değil mi?
Türk musikisine frak giydiren adam, Münir Nurettin Selçuk (1900 - 1981)
Dün evde temizlik yaparken televizyon açıktı, başbakan RTE'nin çılgın atmalarına tanık oldum. "Çıraklık, kalfalık dönemi bitti, ustalık dönemi başlıyor" (i.e. ağzınıza daha isabetli sıçabilecek tecrübeye eriştim) diyordu, "hedef 2023" diyordu, "çılgın projem yakında" diye gümbür gümbür gelişini muştuluyordu.
El Orfanato'yu izledik bu gece kuzenle. DVD kapağı The Others kılıklı gerilim filmlerine zerre saygısı olmayan biriyimdir normalde. Şimdiye kadar izlediğim tırto filmler yüzünden hep; beklenti o kadar düştü ki artık "uyumiym yeter" gibi bir alçakgönüllülük seviyesine eriştim gerilim filmleri konusunda.
Bu da 2009'dan. 24 years that changed the world, hani "vallaha mı?" derseniz bir şey diyemem. Elimde değnek yok, dünyaya barış da getirmedim ama bir şeyler yapmışımdır herhalde. Kendim için bir şey yapmış gibi hissetmesem de, milleti yüksek lisansa falan soktum ne bileyim, onlar yetmez mi?
Mutlu yıllar banaaaa...
* Yaseminli ve bişeyli esans (evet esans diye bir sözcük var, unutmayın bunları) doğumgünümde şehir dışında olacak kanjimin hediyesi, yılın ilk doğumgünü hediyesi.
Çok hain planlar içerisindeyim ve bu planlarda yeni göz kırpma efektimiz olan "kıps" veya ikileme olarak "kıps kıps" büyük rol oynuyor.Ankara Devlet Tiyatroları’nda önceki akşam oynanan ‘Genç Osman’ adlı oyunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’a hakaret edildiği iddiası başkenti karıştırdı.
Radikal gazetesinin haberine göre, Sümeyye Erdoğan’ın, oyuncuların müstehcenlik içeren hareketler (haka dansını andırır figürler) yaptığı gerekçesiyle tiyatroyu terk etmesi tansiyonu yükseltti. Devlet Tiyatroları kaynakları ise oyunda ‘bir takım istenmeyen şeylerin’ olduğunu doğrulayarak, konuyla ilgili inceleme başlatıldığını ifade ettiler.
'NE HABER ŞEKLİNDE GÖZ İŞARETİ' İDDİASI
Olayın, iddia edildiği şekilde gelişmediği belirtilirken, hakaret denilen hareketin, oyunun birinci perdesinin sonunda oyunculardan biriyle Sümeyye Erdoğan’ın göz göze gelmesi; oyuncunun bu sırada, ‘ne haber’ anlamıyla yapılan göz işareti olduğu kaydedildi. Olayın devamında oyunun metni gereği yapılan figürler olduğu ve metnin dışına çıkılmadığı da vurgulandı.
150 POLİS DE SALONU TERK ETTİ
Oyuncuların izleyiciler arasında Başbakan Erdoğan’ın kızının bulunduğu bilgisine sahip olmadığını belirten Devlet Tiyatroları kaynakları şu açıklamada bulundular: “Bu oyun 4 yıldır oynanıyor. Bakanlar kurulu üyeleri, çeşitli siyasi parti temsilcileri ve üst düzey bürokratlardan oyunu izleyenler oldu ve memnuniyet ifade edildi. Şu ana kadar müstehcenlikle ilgili hiçbir şikayet de gelmedi.”
Olayın, Sümeyye Erdoğan’ın ve çevresindeki birkaç kişinin salonu terk etmesi, bunun üzerine de oyunu izlemek için toplu bilet aldıkları öğrenilen 150 kişilik polis grubunun da salonu terk etmesiyle devam ettiği belirtilirken, Başbakan Erdoğan’ın korumalarının tiyatroya gelerek yetkililerden bilgi aldığı öğrenildi.

Zaman zaman basiretimin bağlandığı doğrudur. İşte böyle zamanlarda bir başkası, çoğunlukla da tanımadığım bir başkası benim yerime, biraz da kendinden katarak sözcüklere döküyor bir şeyleri.
Başkasının naçizane düşünceleri, benim o anlarımın tümü oluveriyor. Naçizane birkaç satır, düşünmekten yorulan, çok yorulan beynimin tümü.
Buyrun:
insanlara çabuk güvendiğimi, her şeyi çabuk unuttuğumu hiçbir zaman inkar etmedim. bi günden uzun sürmedi hiç kırgınlıklarım. çünkü biri bi hata yaptığında, hemencecik genelleme yapmadım. geçirdiğimiz iyi zamanların ağırlığı, hataların ağırlığından kat kat fazlaydı benim için ve önemli olan buydu. çünkü her arkadaş farklıydı. rahattım o yüzden. birilerinden bir şey saklamaya ihtiyaç duymadım. ortadaydı her şeyim. zaten ben rol yapmayı hiç beceremedim. pişmanlık hissedilebilir belki yazdıklarımdan, doğrudur da. çünkü hep söylediğim gibi, ismimin belirttiği gibi, safım. herkesin kendim gibi olduğunu düşünecek kadar saf.
ama anladım ki, asıl mesele, arkadaşlık’ın ne olduğu konusunda anlaşabildiğin birini bulabilmek.
Programın ayrıntıları için bkz: http://www.flashtv.com.tr/ Yanıp sönen "English" ibaresine basın nolur, vargücünüzle bastırın. Hiçbir şey olmadığını, sadece korprıt bölümlerin çevrildiğini huşu içinde göreceksiniz.
içinde martı olmayan ama ortak noktası ancak martı olabilecek öyküleri bilir misiniz?
Lakaplarıyla ünlü Amasra'da bir Kılıfçı Hatçe vardı, ruhu şad olsun. Hatice teyze bizim uzaktan akrabamızdı, her daim kanarya gibi bir sesle konuştuğundan ben ona Cikcik Hatçe lakabını layık görmüştüm. Kılıfçı lakabı uzun süre kulağıma gelmediğinden de sanki bu onaylanmış bir lakapmışçasına Cikcik demeye devam ettim kadıncağızdan bahsederken.
Bir "elimde çayım kitap okuyorum" yazmak var, bir de "elimde bilmemne model kupamın içinde bilmemne marka çayım, kitap okuyorum" yazmak var. İlk cümle, hoşa giden bir davranışın dışvurumu, bunun mantıklılığını tartışmayacağım, sosyal medya diye bir dev karşımızda dururken en alttaki parçayı inatla çekiştirmeye çalışmak olur bu. İkinci cümle, düpedüz hava atma çabası, bir şey paylaşmak, bir şeyi duyurmak ve insanların nemalanmasını sağlamak değil amaç. Her şey amme hizmeti olarak yapılmıyor elbette ama demek istediğim, amacın sadece hava atmak olması burada.