... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

(Hani, bir ses duymuyorum?)

Kalabalık günlerin sonlarında eve gelmek bazen zor.

Yoldaydım. Kırmızı ışıkta duruyordum. Dikiz aynasına baktım ve birden, aniden, Londra'da olmak istedim. Evde yalnız olmaya gitmek yerine Covent Garden'da oturan arkadaşlarımın yanına gitmek istedim. Ertesi gün iş olmasın, ama bir sonraki gün üfleye püfleye de olsa, gideceğim bir işim olsun istedim. İşim evime yakın olsun, ama ben yine de yürümek yerine kafamda özene bezene seçtiğim kaskımla ve postacı tarzı çantamla Vespa'ma binerek gideyim istedim.

Geçen yılın Ekim ayında İngiltere'de kaldığım bir haftanın 3 gecesini ve 4 gününü Londra'da geçirdim sadece. Kaldığımız Earls Court'ta, bir eczane/marketin önünde arkadaşlarımı beklerken gözüm çiçek alan insanlara takılmıştı. İnsanlar çiçek alıyordu. İnsanlar çiçek alırken ben, bu yaşayamam dediğim şehirle ilgili karar vermeden önce orada çiçek alacak kadar zaman geçirmem gerektiğini düşünüyordum. Kendime çiçek alacak kadar. O tezgahın fotoğrafını çekmem de bundandır ve o yazı bile niyetlendiğim gibi başladığı yerde değil, İstanbul'da bitmiştir anlam olarak.

Aslında, herhangi bir şehirde yaşayamayacağımı düşünmemin tek sebebi oranın İstanbul olmamasıydı. Hala öyle. Hala, Bozcaada'dan ayrılırken bana "burada yaşanır mı bellatrix?" diyen dostuma "evet!" diye karşılık veremiyorum coşku içinde ve onun yerine "yok ya, İstanbul abi" çıkıyor ağzımdan. İstanbul'dan uzaklaşacak feribotlara hiçbir zaman bu kadar büyük bir hüzünle binmememe rağmen. Bu yaman çelişki, bir sürü şeyini kafama oturtamadığım ama yine de reddetmediğim bir inanç meselesi daha. Üstüne kafa yormak hiçbir işe yaramadığından, kabullenmek ve kurcalamamak gerekiyor belki de.

Ben Londra'ya gidişimden çok sonra ve bu yazıyı yazışımdan epey önce, Taksim'de sokak arasına küçük tahta taburelerden atmış kalabalık bir yerde bir arkadaşımla Türk kahvesi içiyordum. Fincanların üzerinde yabancı bir isim yazıyordu, çünkü mekanın adı yabancıydı. Adı, içi, dekoru, her şeyi yabancıydı; kahvesi ve tahta tabureleri hariç. Tam Yılmaz Erdoğan'ın "dandik bir evin önüne yaptığı uyduruk bir kameriyeye yöresel bir sarmaşık dolayarak"* şehirlilerin şirin pansiyon beklentisini sömüren köylü tabiri gibi... Biz de şehrin ortasında rahatsız tahta taburelerde oturmaktan ve makine kahvesi içmekten rahatsız olmayan iki kişiydik.

Arkadaşım ciddi ciddi gitmekten, ciddi ciddi bahsediyordu. Bu kararlar ne kolay veriliyordu, şaşırdım. İnsanların başka bir şehre taşınma kararını enine boyuna düşünerek vermediklerine, düşünmüş olsalar zaten o kararı vermeyeceklerine inanıyordum. Oysa her şey mantıklıydı. Bir kişiyi bir şehre bağlayan biri yoksa, orada kalmak için inat etmenin de bir yararı yoktu. Katılmadığım şey, "bağlamak" konseptiydi. Arkadaşlarla bağlanılıyordu şehre en çok, arkadaşlar evlenince, manita yapınca, işe güce boğulunca; arkadaşlar incelince şehir kopuyordu. Bana "senin de yarın öbür gün erkek arkadaşın olsa seninle de görüşemeyeceğiz bellatrix" dedi arkadaşım. Tüm argümanlarım çöpe gitti. Önce kızdım. Böyle miydi yani, bu muydu, ben bu muydum, ben kendimi yanlış mı anlatmıştım, durduk yere birkaç yıl öncesine mi dönecektik yarın öbür gün, soru işareti, ünlem. Sonra kalbim kırıldı. Böyle miydi yani, bu muydu, ben bu muydum, ben kendimi yanlış mı anlatmıştım, durduk yere birkaç yıl öncesine mi dönecektik yarın öbür gün, üç nokta.

Bunu düşünüyorum. Haksızlık edip etmediğini. Uğruna bilmeden, istemeden, bence değil ama karşımdaki insanın fikrince haksızlık ettiğim arkadaşlarımın, sevgililerimin benim kırdığım kalplere değip değmediğini düşünüyorum. Yine olsa ben yine aynı davranırdım, yine o petekte o birayı içer, yine dışarıda kalırdım, yine burnumun dikine gider, yine "bana ne, bu kez sen gel" der ve o gelmeyince kızardım, biliyorum, biliyorum. Ama şunu da biliyorum: Bu benim için hep böyle olacak. Uğruna heder olduğum insanların kafalarında "gözden çıkarılabilir" diye etiketlenebileceğim. Bu insanlar bana "sana ihtiyacım var" demeyecek doğru veya dolaylı yoldan, hep "istersen gel işte neyse, ben haber verdim" ses tonuyla yetiniyor olacağım ve başkalarının etiketleri ne olursa olsun o tonla yetinmediklerini de duyacak, benim daha fazlasını isteme hakkım olup olmadığını da bilemeyeceğim... Ama ben hep bu olacağım, kendimden kurtul(a)mayacağım. Benim kalbim kırılıyorsa kendi kendime kırılıyor aslında.

Arkadaşım kendisi için haklı. Peki beni buraya bağlayan ne var? (Hani, bir ses duymuyorum?)

Bu akşam dikiz aynama bakar ve Londra'ya gitmek isterken fark ettim: Ben, İstanbul'da da kendime hiç çiçek almıyorum ki...


(11 Eylül 2011, hep İstanbul)
* Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar, Yılmaz Erdoğan

2 yazmadan duramayan var!:

Arkadaşın da münasebetsizin önde gideniymiş, aazının ortasına vursaydın.

İki çok sevdiğim cümleyi burada yineleyeyim, başka bir noktayı aydınlatma umuduyla: "Gelme fikri geldi mi, gitmez" ve de

Bir de "insanlar açlık grevine tokken karar verir." Hele konu istanbulsa.

 

Benim gelme fikrim gelip gidiyor. Oyle bir ilginc.

 
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!