... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

çirkin.

Bazen telefonu kapattığımda, onu duvara öyle bir fırlatasım geliyor ki,
masaya sertçe bırakıp ona pis pis bakmakla yetindiğime şükretmeli kendisi.

This is a leblebi response from Çorum.

Küçük ve gerizekalı olduğumuz, her halta şaşırdığımız ve ÇiziYorum gibi başlıkları dahice bulduğumuz dönemlerde hesap makinesi ile leblebi yazabilmek ile övünmüşüzdür hepimiz illa ki. Böyle şeyleri etrafındakilerden önce öğrenmiş olmak o zamanın çocukları için, zamane veletlerinin bir komik videoyu ilk kez bulması gibi bir şeydi. Anne baba filan gösterdiyse hele, üff, onlardan havalısı yoktu yani!

Şimdiyse şuna gülüyoruz: Çorumluların o zamanın çocuklarına cevabı!

Oldukça başarılı.

Monolog #4

Kimsenin siklemediği, hakkında konuşmadığı, dalgasına çanak tutmadığı ama -nedensiz- bir şekilde herkesin, en uzaklardakinin bile haberdar olduğu, sorduğu ama fazla sorgulamadığı, demek ki önemli bir acayip muhabbet.

Yakışıksız adamın iyi arkadaş olmaktan başka çaresi yokmuş gibidir ya (evet öyledir), ha işte, ondan sonra çıkıp da "aaabi ama bununla bunun ne alakası var şimdi!" demek olmaz. Alakası varmış işte kanka. Alakası varmış ki iki karpuz bir koltuğa sığmamış. Teker teker taşısaydın iyiydi de, olacağı varmış.

"bir süre sonra, hiçbir şey yapmamanın eksikliğini hissetmemeye başlıyorsun."
O süre dolmuş. Kendini anlatma fırsatı bulmadan vazgeçmek çok kötü evet ama aslında ben çok konuştum. Yanlış yollar izlemiş olabilirim konuşurken. Adres tarifinde iyi değilimdir, yanlış yola çıkarabilirim. Çıkarmışımdır. Neyse, konuşmadığımızı konuşmadığımız sürece sorun yoktu, e iyi madem.

Bir ismi zikrederken karşımda şekilden şekile girilmesi, izlemesi en zor şeylerden biri. Halbuki bu kadar kasmaya gerek yoktu. "Mutsuz olduğum kendimden sıkıldım, mutlu olduğum kendimi arıyorum" demek yeterdi. Ön koltuk boşalır boşalmaz oraya oturma hakkı bulunduğunda hiç konuşmadan, bitmişti bu iş aslında.

Ve ön koltuk boşalır boşalmaz oraya oturma hakkı bulunduğunda, hiç konuşmadan bitmişti bu iş aslında.


_ Benimle konuşmak istemeyebilirsin, ama bunu bana söyleme.
Böyle bir şey iki kez mümkünse, dünyanın bir yerinde en iyi arkadaşından bu lafı duymuşların o en iyi arkadaşları için geliyor:
Hangisi sen?

(yalanlar söylüyordun buzdan)

(görsel kesiti, şundan: Woman with a Mask, Lorenzo Lippi)

My First Joint

Ne demiş bir tanıdık: Ağaç sapken eğilir.

sabiha gökçen mi ben mi

sabiha gökçen havalimanına her seferinde nasıl gidiyorum, biliyor musunuz? gidiyorum gidiyorum, bir yerde "ulan galiba bi çıkış filan kaçırdım, allahın dağına geldim lan, burası neresi?" diyorum ve işte o an sabiha gökçen karşıma çıkıyor.

o hesap, gidip gidip bir yerde "ulan galiba çok iyi olabilecek bir şey kaçırdım" diyecek bu adamlar ve işte o an ben evleniyor olacağım.

bak öyle atayım edeyim, her şeyi elden çıkarayım kafam yoktur. yak bütün fotoğrafları filan demem. ama bana bugün evin ücra köşelerinden bi sportsfest tişörtü çıkaran anneme "hemen at, ver, ne yaparsan yap" dedim.

kendi kendime tribal kafalar.

_ bu iş çok zor antoine...




çizim, şuradan alındı.
yazarın kendi çizimleri dışında sempati duyduğum tek yorum -şimdilik- bu.

Bir sırrım olsun da dünyaya söyleyeyim istedim...

_ Biliyor musun sırtım çok kaşınıyor benim, soyuluyorum çünkü. Fena yandım üç günde. İşte kendi kendime biraz idare ediyorum ama aslında birine ihtiyacım var.

Ulan ne şaşırırdın böyle deseydim... Keşke böyle deseydim. Birine ihtiyacımı fazla yanmış bir sırta indirgeyiverseydim! Onun yerine deli gibi sigara içtim gece boyunca. Bir sürü sigara içtim, hem de boş, hem de mentollü bile değil.

bellatrix başka bir evrende susardı. bellatrix başka bir evrende, gözlerini hep kaçırdığı için karşısındakinin de ona -o sıklıkla- bakıp bakmadığını hiçbir zaman bilemez ve baktığını düşünmekle yetinir ve sonra da pişman olup kendi kendine sorardı "acaba elimden geleni yaptım mı?" Cevabı hiçbir zaman bilemezdi.

O başka evrenin bu yaşadığımız olmaması için tersine pedal çevirdim bu sefer ben.

Son günlerde üstüme bir istifa güzelliği geldiğini iddia edenler var. İstifa ettiğim o onüçüncücumadan beri böyle bir laf duyuyorum sürekli. Bir huzur gelmiş yüzüme, dinginlik, vesaire. Mümkün, ama yeterli değil. Dün kuaför saçımla oynamaya başladığında bıraktım kendimi tamamen. Ne benim saçımı kestirmeye niyetim vardı, ne de onun nasıl keseceği hakkında bir fikri. Ama bayağı güzel oldu sonuçta, hatta süper oldu, benim diye demiyorum... Akşam 22 kişi daha "çok güzel olmuş saçın ya" dedi bu kelimelerin kombinasyonlarıyla. Sonra birileri üstümdeki kıyafeti beğendi. Ben öyle çok süslenen, her daim bakımlı ve bu yüzden de sürekli iltifat alan biri olmadığım için, o günün bu gün olduğunu anladım o an. Daha güzel bir zamanım belki hiç olmayacaktı, belki olacaktı da bu adamla görüştüğümüz kırkyılbaşlarına denk gelmeyecekti... Gün, o gündü işte. O gün gelince bilirsiniz.

Çok fena kararlıydım, aslında üstümde istifa etmişliğin değil, karar vermişliğin mutluluğu vardı. Hayatıma attığım resetin işle sınırlı kalmamasına, bu çok uzun zamandır teneke gibi peşimde sürüklediğim, hatta nasıl bağla(n)dıysam bana hayatımdan daha ağır gelen adamları öyle ya da böyle (ki muhtemelen "öyle" olacaktı zaten ama olsundu) kesip atmaya ve artık dönüp bakmamaya, hani gene dayanamayıp baktığım zaman da, kafamın güzellik seviyesine göre "e daha napıcaktım abi yani, kısmet değilmiş" ile "eeeyh gerizekalı herifler yaa, siz beni sevmediyseniz ben sizi hiç sevmiyorum hırtlar!" arasında değişen laflar etmeye kararlıydım. Çok fena kararlıydım.

Bir denedim, olmadı. İki denedim, yine olmadı. Üçüncüde, başka çaresi kalmadı adamın "konuşalım" demekten başka. Konuştuk, bayağı kısa konuştuk sanıyorum çünkü ben nefes almadan çok uzun yaşamış olamam. "Ben başkasını seviyorum"a karşılık söylenecek bir şey yok zaten, konu isteseniz de uzamıyor. Kendi kendini kesip atan bir muhabbet, kendini imha eden mesaj tarzı.

Gülümsedim. Müstehzi bir gülümsemeydi diye umuyorum, herhalde kendimle alay ediyordum. "Gerizekalı bellatrix" diyordum kendime. "Adamın gerçekten o kadar odun olduğunu mu düşündün? Anlamamış olabilir miydi? Tabi ki olamazdı. Tabi ki seninle ilgilenmediği için ilgilenmiyordu işte. İlla söylemek zorunda mıydı bunu açıkça?"

Belki de ben öyle cool ve müstehzi gülümsediğimi sanıyordum, belki de aslında yüzümde Ferdi Tayfur gibi bir ifade vardı. Yanaklarım da Heidi gibi al aldı yine belki? Bilmiyorum ki. Kafam bi dünya, hayatımda ilk kez yaptığım bu şeyden ötürü daha bi dünya, nasıl göründüğümü mü düşünecektim? Yine de "seni kaybetmek istemiyorum"a "kaybedilecek bir arkadaşlığımız yok zaten bizim, gene bi meraba-merabamız olur işte" yanıtını verecek kadar şuurluydum (oh.)

Reddedilmek zor şeymiş. Çok zormuş, yani adamı yanından kovalar kovalamaz ortamdaki en yakın kız arkadaşını çağırıp ağlasan da arkasından hüngür hüngür, sonra bir arkadaşın daha gelip sana sarılsa, "zaten yürümezdi be" de dese, ertesi gün hikayeyi anlattığın annen cüretine şaşırıp ama bir yandan da "vay!" nidasıyla, her zamanki gibi "senden iyisini mi bulacak" veya "amaan hemen başkası çıkar karşına" da dese (anne tesellisi dünyanın gerçeğe en az yakın ama en inanılası tesellisidir), daha sonra seni çok tanımadığını düşündüğün biri sanal alemlerde "anam. dag gibi bellatrix'i ne hale getirdiniz lan, allahsizlar. sen bi de benim gercege uzaksayan tesellimi dinle bellatrix; o teklif edince de sen reddedersin, odesirsiniz." deyip kahkahalarla güldürse de seni, çok, çok, çok zormuş reddedilmek ve işte o zaman, keşke üstümde eşofman ve ev tişörtü, saçımda da havlu olsaydı da, halimin paspallığına yorsaydım bunları, bile diyormuşsun meğer. İlla ortadaki bariz sebebin etrafından dolaşacaksın ya, zavallı insan aklı işte...

Halbüse dolaşacak bir şey yok, her şey açık ve net.
Bir sırrım olsun da dünyaya söyleyeyim istedim, ama olmadı.
Olay bundan ibaret.


(28-29 Mayıs 2011, İstanbul)

La bohème



Annemlerin evinde kitap karıştırıyorduk geçenlerde. Bana ve başkalarına verilecek kitapları ayırıyorduk daha doğrusu, annemler 12 yıldır oturdukları evden taşınmak üzere ani bir karar verdiler zira. Neyse, kitaplar salona yayıldı, ben kendi piramidimi yaptıktan sonra kalan az miktarda, alabildiğine eski kitaba daldık.

Büyükdayım Zeyyat Selimoğlu'nun yazdığı kitaplar tabi ki bir yana; ama çevirdiği onlarca kitabı da adı, yazarı, konusu hiç ilgimi çekmemesine rağmen veremedim. Olsun, okurum yea dedim. Dürüst olalım, okumam belki hiç ama insanın eli gitmiyor vermeye. Çevirmenin kitabın ne denli önemli bir parçası olduğunu Küçük Prens'in Cemal Süreya çevirisini okumuş ve şimdiki -belki iyi ama, ruhsuz- çeviriyle de karşılaşmış olanlar bilirler.

Sonracıma, bir de imzalı kitaplar var tabi; yazarları veya çevirmenleri tarafından Zeyyat'ın ismine imzalanmış kitaplar, onlar da verilemedi. Tutup Türkan Şoray'ın sinemamızdaki yeri ile ilgili bir kitap okumayacak olmam, Atilla Dorsay'ın sevgilerle imzaladığı kitabı elden çıkaracağım anlamna gelmez, dimi? Bir de okuyacağım kitaplar var ki onlar çok çok eğlendirecek beni, çünkü Zeyyat'ın okuma alışkanlıkları aynı benim gibi: Umberto Eco'nun Gülün Adı eserini, çevirmeninin Zeyyat'a imzalayıp verdiği kopyadan okumuştum. Daha ilk sayfasında "Türkçesi: bilmemkim" yazan yerin üstüne Zeyyat kurşun kalemle "hangi dilden?" yazarak başlamıştı kitabı incelemeye. O zamanlar yazıda smiley kullanmak (neyse ki) moda olmadığından koymamıştı eminim. Tam yerine rast gelirdi zira.

İnceler-okurluğumu ve yüksek derecede siksik kabiliyetimi Zeyyat'tan aldığımı söyleyebiliriz sanırım.

Sonracıma, babaannemin kuzeninin kızının kocası, muvazzaf asker, rahmetli Sermet Bey'in kitapları, yine başka bir akrabanın bir mahlasla yazdığı şiir kitapları falan filan derken, imzası uğruna hiçbir kitabı elden çıkaramaz olduk. Ben bu kitapları da ayrıca bir yığın yaparken, kuzenimin "eeeyh ama, bu Kurnaz Tilki de Goethe imzalı çıkarsa bırakıyorum bu işi ben!" diye çemkirmesiyle kendimize geldik azıcık.

Bana ait olmayan bir bohemlik var benim ailede. El vermişler, ucundan kıyısından olmuşum ben de sanki ama tam da değil gibi. Ne bileyim, ben daha standart yaşıyorum, daha standart zevklerim var onların hayatlarına nazaran. Sürekli bir "adada ev yapan büyükbüyükbaba" hikayesiyle büyüdük biz. Bizim şimdi oturduğumuz bölümünde evin, hizmetçiler filan kalıyormuş, öyle bir durum. Üst katta pinpon masaları (-ları!), altta kimin çaldığı belli olmayan kocaman bir kuyruklu piyano, bahçede Orhan Pamuk, Zeyyat'la çay içmeye gelir, babaannem bahar aylarında Dame de Sion ile ada arasında mekik dokur, diğer büyükdayım adanın kızlarıyla sandal sefalarında, nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar...

Yumurtanın fırçalanmayan tarafını görmediğiniz sürece, lüküs hayat oh ne rahat!

Bu bohemlikten ben bir ya da belki birden fazla hikaye çıkaracağım elbette, sadece ne zaman olacağını bilmiyorum. Öngöremiyorum. Baktığım her yerde ya benim, ya da bana anlatılanların anısı var, biliyorum ve ağır geliyor bana onları yazmaya çalışmak, sadece kısa kısa notlar alıyorum belki veya bisiklete binmeyi öğrenişimin öyküsü gibi kısacık, lazım olduğunda oturup bir geceyarısı salak gibi, yazıyorum, çünkü hediye o ve ertesi güne yetişmesi gerekiyor, falan filan... Peh. Neyse.

Sanırım alıp başımı adaya gittiğimde ve kimsesiz, babam ya da amcamlar filan da orada olmadan, kendimle ve sütunlarla kaldığımda, olacak belki.

Şimdiyse keyif aldığım bohemlik, birkaç saat çalışmak zorunda olduğum bir pazar günü işten çıkıp, kuzeni alıp Balkon nargileye gitmek ve sakin, sessiz, dergim ve kitabımla oturmak, en sevdiğim şeylerden biri olan bol dumanlı nargilemin yavaş yavaş üflediğim dumanından kitabı görememek... Elimde, üstünde "editörlük zor sanat/zanaat" yazan bir Notos olması, bu illete tutulmuş ve profesyonelce tutunmuş adamların yazdıklarını okumak ("...Bunun bir hastalık olduğunu ve benim de bu hastalığı (artık kimden geçtiyse) kapmış olduğumu, sokakta huzurla yürüyemez hale gelince anladım ilkin - tabelalarda tashih, ilanlarda Türkçe ve mantık hataları otomatik olarak batmaya başlayınca, "persenk" yerine "pelesenk" diyenlere istemdışı bir şekilde vurma arzusu duyar olunca yani."*) sonra da bir demet enginarla haşırneşir olmak, çünkü Fatma Tülin'in yazdığı Alis'in Not Defteri tam böyle bir kafadayken okumalıktır.

Ve hepsinin sonunda, bilmek: "Hayatımda olduğum yerden farklı bir yerde olabilir, farklı bir şey de yapabilirdim." Yapabilirim. Sadece, yemiyor, çünkü ben o büyükbüyükbabadan çok uzakta bir memur çocuğuyum, kafam öyle çalışmıyor benim. Bohemliğin huzurunda kendimi kaybedişim, nargile dumanı gibi dağılıyor. Yoğun ama akıcı.

Non je ne me souviens plus
Le nom du pal perdu

Ben şimdi bunları neden yazdım durduk yere... Tüm bunları bana yazdıran, herhalde, dostum Cem Yapar'ın kızarmış gözlerini açabildiği kadar açarak bana sorduğu şu soru oldu:

_ Sen şimdi bugün, Amerikan bilmemnesi derneğinin, annenin katıldığı musiki cemiyetinin konserine gittin ve Ali Fuat Cebesoy'un 90 yaşındaki kızı Ayşe Cebesoy'la mı tanıştın yani?
_ Evet.
_ Hayata bak be!...


(Nisan~Mayıs 2011, İstanbul)

* Cem Akaş, Notos 2011/02

Mesai Yemeği

Mesaide yenen yemeğe enayi yemeği de denebilir. Lakin, parayı verenden ziyade yemek yemeye hak kazanacak kadar çalıştığı için, yemeği yiyendir enayi olan.



Son iki saattir iş adına kılımı kıpırdatmadığım için, bu kez bu sınıfa dahil olmuyorum. Gururluyum ve de mutluyum.

dogs just wanna have fun!

I am more of a cat person, but whatevs :)



http://www.youtube.com/watch?v=nGeKSiCQkPw&feature=related

Hayanız koruma altında!

Figure. The arrangement of the vasculature of the testis in the region of the distal spermatic cord and testis is shown. (http://www.endotext.org/male/male1/male1.html)


_ Adaletsizlik nedir anne?
_ Chuck Palahniuk'in tırnağı olamayacak adamların, onun kitabı hakkında lagaluga yapmaya hakkı olmasıdır yavrum.


Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'nun bilirkişi raporunda şöyle deniyor: "İncelenen ve değerlendirilen Ölüm Pornosu isimli kitapta yer alan yazıların halkın ar ve duygularını incittiği, cinsi arzuları istismar eder nitelikte olduğu, Türk Ceza Kanunu'nun 226.Maddesini ihlal ettiği, dolayısıyla müstehcen bulunduğu, kitabın süresiz yayın olması nedeniyle 1117 sayılı kanuna 3445 sayılı yasa ile ilave edilen Ek-2. Madde kapsamına girmediği oybirliği ile mütalaa edilmiştir."

http://sabitfikir.com/haber/ar-ve-haya-duygumuz-yine-incindi-palahniuk-da-yargi-onunde


Muzır neşriyatçıyım ulan. Ahmet Abi'ciyim. "Yol-yemek-atkı 20 lira" İBBSporcuyum. Kaç yapar diyene 40 yaparcı, çikolatalar diyene püskevitlerciyim. İnciciyim, hatta inciCiciyim. Hayır, içinde var olduğum, okumaktan zevk aldığım için değil, sadece inadına.

İnadına, birileri öyle var olmaya devam edebilsin diye, çünkü onlar konuştuklarıyla değil, varlıklarıyla bir nefes alanı. Boğulurken kovanın altında kalan azıcık hava veya oksijen maskesi gibi onlar.

Bu yüksek seviyeli, temiz adamlara gelince... Onların akılları fikirleri hayada da, o "haya" utanma, arlanma anlamına gelmiyor. Bacaklarının arasında o haya, tam tekme atmalık. Tekme atıp onları yerlere yıkmalık. Büyük sıkıntı olur, üreyemezler, büyükşehir olamazlar mazallah, örümcek ağlarıyla öremezler anayurdu dört baştan. O yüzden o kadar uğraşıyorlar hayaları korumak için. Barajlar ondan. O yüzden barajlar kuruluyor o sandıkların, meclislerin önüne.

Ah ulan.

O kitabı da bugün almazsam adam değilim.
İnadına.

0 m.


Aldığım övgülerin hepsi gerçek olsaydı yerin yedi kat üstünde, aldığım yergilerin hepsi gerçek olsaydı da yedi kat altında yer bulurdum kendime.

Ajda Pekkan haklı beyler.

öyle bittim ki-

Kaç gündür sadece ne yazacağımı düşünüyorum. İçim dolu, kafam karışık, hem huzurluyum hem de, nasıl denir, mutluyum ama keyfim yerinde değil. Anlıyor musun beni? Anlamıyorsun. Anlama. Nasıl anlayabilirsin ki? Haberin bile yok. Olsun. (Haberin olsun?)

- "Neden sevdiğimi hiç bilmedim" dedim. Çok da bilmiyorum hala. Bana gülümse diye sevdim seni belki. Belki beni gülümsettiğin için sevdim. Belki sende kendimden, kendimde senden kocaman bir şey buldum, ondan sevdim, bilmiyorum ama sevdim işte. Artık bitsin. -

- hiçbir şey bitmez, hiçbir şey ölmez, hiçbir şey sonlanmaz, yok olup da kül olmaz -

İşte bu yüzden çok yazıyorum, bu yüzden de hiç.

Öyle bittim ki bir başlarsam durduramayacağım kendimi.

4 yıl.

Geçenlerde, aldığım iş teklifi için ne kadar mutlu olduğumu söyleyerek oturuyordum bir teknenin sancak tarafında. Elimde rakım vardı, pek keyifliydim çünkü geceleyin Boğaz'da dolanıyor olmam yetmezmiş gibi, kutlanacak şey büyüktü. Sonra hızımı alamayıp demirlere de gittim. "Nasılsın?" diye soranlara "iyi" veya "hiiiç" yerine "yarın istifa ediyorum" diye cevap verdim. Elimde biram vardı, hala sırıtıyordum.

Sonra Tsum'la tuvalete doğru yollandık. İK'nın oradaki merdivenlerden konuşa konuşa inmeye başladık. Sonra ben kaydım ve düştüm.

BÜMED Genel Sekreteri bir BUmanzara toplantısında demişti ki "Bu okulda nasıl bir yaşanmışlık olduğunu görmek için merdivenlere bakmak yeter. TB'nin önündeki merdivenler de bir zamanlar yeniydi, düzgündü. Şimdi nasıl da aşınmış; dikkatli olmazsanız kayıp düşebilirsiniz."

Canını sevdiğimin Boğaziçi'sinin merdivenleri... Ben de düştüm. Ayaklarımı havada gördüm en son, sonra çat diye kendimi bir basamakta otururken buldum. Bana endişeyle "iyi misin?" diye soran Tsum'a "çok acıyor"dan başka bir şey diyemeyerek, bıraktım kendimi ağlamaya.

Ayağa kalktım zorla, merdivenden indik. Ben ağlamaya devam ettim. Canımın acısının çok ötesindeydim artık. "İyiyim, iyiyim ben aslında başka bir şeye ağlıyorum biliyorsun değil mi?" dedim Tsum'a. Biliyordu.

Tsum'a sarılıp o kadar çok ağladım ki. "4 yıl... 4 yıldır buradayım ben." Hüngür hüngür ağladım, içimden kocaman bir parça daha kopuyordu, kolay değildi. Rahatlamakla o kadar meşguldum ki, üzüntümü fark etmemiştim. Aynı benim için sevinmekten, üzülmeye fırsat bulamayan iş arkadaşlarım gibi. Belki alkol, belki de popomdaki sızı dönüşü olmayan yola sokmuştu beni.

Tsum beni sarmaladı "biliyorum" dedi. "Benim de aklım çıkıyor bellatrix, sen bizimle görüşmeye geldin ya... O ajansa artık senin gideceğini biliyorum, düşünsene, sen benim olduğum yerde takılıyorsun ama ben artık orada değilim... Bırakasım geliyor filmi milmi, ajansa dönsem diye düşünüyorum. Ama hayat böyle. Böyle oluyor."

Ne kadar ağladım, emin değilim. Görünen o ki, dört yılı sadece ilişkide geçirmesi gerekmiyor bir insanın, ağlamak için.

Bir ofisin ve bir sürü dostluğun 4 yılında bırakıp gitmeye de ağlıyor insan. Ne kadar mutlu olsa da.

(12~16 Mayıs 2011, İstanbul)

Nişan kurdelesi

Sezonun ilk açık ayakkabısı ile ilk can eriği karşılaşmışlar, biri öbürüne demiş ki "oğlum bu bellatrix bizi sikko bi yazıda bir araya getirir, kaç kaç!" Öbürü cevap vermiş: "Artık çok geç."

Evet artık çok genç, nihahahaha!

Bugün ömrümden ömür alan bir nişan kutlamasına teşrif buyurdum. Saat 10'da orada olmamızı rica eden, çünkü kendileri 12'de kaçmak zorunda olduklarını söyleyen mutlu çift yüzünden, daha mekan sahipleri kendilerine gelemeden oradaydık. O kadar erken gitmiştik ki, kapıda ceketimizi almak için ısrar bile etmediler. Üstüne üstlük karşı taraftaydık ve bilen bilir, ben doğma büyüme ve sevme Avrupa yakalıyımdır.

Hayır, mekanda canlı müziğin, yani eğlencenin başladığı saat 11:30 civarı iken bizim oraya erken gitmemiz nişanlanan, nişanlanacak olan veya bir gün nişanlanırız diyen bazı çiftlerle karşı karşıya gelip nişanlardan bahsetmemize neden oldu. Geri kalan insan grubu da nişanlanmıyor olmanın üzüntüsü ile rahatlığı arasında gidip geliyordu.

Eski sevgilisine tıpatıp benzeyen yeni sevgilisiyle (ki kendilerinden şu yazıda bahsetmiştim) önümüzdeki ay nişanlanacak olan, seyrek görüştüğümüz bir arkadaşımla ayak üstü naber-nasılsın-iyilik-noolsun muhabbeti yaptım. Düğün de 29 Ekim'de tüm yurtta törenlerle kutlanacak olduğundan, muhabbetin boşluklarını "nerede oturacaksınız?" tarzı elzem sorularla doldurdum. Kız "Kartal" dedi -ki Kartal karşı taraf bile sayılmamalıdır bence-. "Ay çok uzak" dedim, meğer damat beyin işine yakınmış. Damat bey, henüz İstanbul sayılmadığı için şanslı olduğumuz Gebze'de, makine mühendisi oranı yüksek bir şirkette çalışıyormuş. Sonra kız "zaten ben evlenince işi bırakacağım" dedi.

İki kisve altına hastayımdır: Bir, reklamcı ahalisinin "freelance çalışıyorum" kisvesi altında "bizim şirket battı" diyemeyişi; iki, "kendi işimi yapacağım" kisvesi altında ev hanımı olunuşu. Güzel gölge yapar bu kisve altları, ferah olur. Yerseniz.

Ben fenalıklardan fenalık beğenip bir gün boyunca ihtiyacım olduğundan fazla tuvalet molası verdim; bu arada mutlu çift birinci şampanyayı hakkıyla patlatamadıklarından ikinciyle boğuşmaktaydılar. Sonra sonra, gelin hanım adet olduğu üzere herkese nişan yüzüğünün kurdelesinden küçük parçalar dağıttı. "Darısı başınıza" sloganlı bu adette evrene pozitif yaymak adına verilen kurdele parçasını yutmak esastır (gerçi ben birinin nişan kurdelesini sıçacak olmanın ne gibi bir pozitif yanı olduğundan emin değilim).

Velhasıl bugünün iyi yanı sezonun ilk açık ayakkabısını giymiş olmam ve ilk can eriğini yemiş olmam oldu.

Nişanladığımız çift için gerçekten mutluyum ve Allah'ın erdirdiği tamam boyunca birbirlerini böyle sevmelerini ve saymalarını içimin en derininden dilerim. Lakin "yalan dostum aşk diye bir şey yok" eşliğinde zıp zıp zıplayan insanlar için ne kadar mutlu olduğumu işi kinayeye vurmadan anlatamıyorum görüldüğü gibi. Bana da hak verilsin ama... "Hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti" diyen Murathan Mungan'ı idol edinen hayatım, uzunca bir zamandır gerek arkadaşlık, gerek aşk bakımından "içimde kalan adamlar içinde" geçiyor. Bu işte hem yanlışlık, hem yalnızlık var dostlar. Aylardır görmek istediğim bir adamı dün gördüm mesela ben. Benimle konuşan, hayatından, yoğunluğundan şikayet eden, onu askerdeyken arayışımı hiç unutamayacağını söyleyen sanki aylardır göremediğim adam değilmiş gibiydi ama işte, benim bulunduğum ortamdan -iki kez- kaçışı da aynı o gibiydi.

"I hear and I forget. I see and I remember. I do and I understand" diyen Confucius'ün bu ibretlik lafını görüyorum ve iki arttırıyorum: "I hear and I don't believe, I see and I know." Dolambaçlı adam istemiyorum abi. Bir öyle bir böyle, sıcak-soğuk şok istemiyorum. Uğraşamıyorum ya, zorla mı? Ben öyle değilim ki, alışmak zorunda da değilim bu dengesiz, tutarsız, odunsu davranışlara. Yormayın lan beni, huzur içinde yaşayıp gidelim işte ilişkimizle veya reddedilişimizle. Can çekişmeyin karşımda. Wanted dead or alive!

Yani bir şekilde olmuyor, olduramıyorum dostlar.

Tevekkeli değil, o kurdele iki nişandır boğazıma takılıyor benim.

(14-15 Mayıs 2011, İstanbul)

kalender meşrep

_ "Kalender meşrep" ne demek anne?
_ Şu demek yavrum:




yanıbaşımdan

İnsanı insana hatırlatan şarkılar değiştiğinde, bunu bir kişiye, iki kişiye, o kişiye haykırmak istersiniz. Sonuncusu olmaz. Zaten olmayacağı için şarkı değişmiştir.

İnsanı insana hatırlatan şarkılar değiştiğinde, bir sigara yakmak farzdır.

ellerin uzanmasın
uzak dursun dedim
sakın dokunmasın
hayal ettiklerim
bana yakışmasın
inancım yok benim


Fotoğraf: asluuu
(13. cuma, Mayıs 2011, Boğaziçi)

en güzel yerinde evin


Evin en güzel yerinin benim yatağım olduğu şüphe götürmez. En sevdiğim şeylerden biri de uykuya dalmak için yatağa gitmek değil, şöyle bilgisayarı, küllüğü alıp yanıma, başucu lambamı yakıp bir süre boşlamak yatağın içinde. Üstüm örtülü, sıcacık, istediğim an uyurum ama istemiyorum ne ki yani anarşistliğinde.

Yalnız her akşam olmasa da bazı akşamların ritüelleri var, iki gün üstüste dışarıda kalmaya hazırlanılan günlerin ritüelleri de olabilir bunlar mesela, kıyafet ayarla, sigara sar, yazı yaz, oje sür ama günlük alışkanlıklardan da vazgeçme, dizi izle mesela (o Fringe bitecek!). Bunların hepsi yatakta yapılabilir (kıyafet ayarlama işini dolaba uzunca bakıp içindekileri düşünmek suretiyle hallediyorum). Ammaaaa... Sarma sigara kuzu gibi bozuyor nehirden karşıya geçme işini; hani vardır ya kurt-kuzu-ot hikayesi, o hesap. Dizi izlerken oje sürebilirim, sigara da sarabilirim ama oje sürerken sigara saramam. Hemen üstüne de saramam çünkü hızlı kuruyan oje aynı kırılmaz tabak gibi bir yalandır, yeterince kurumaz hayatta. Sonracıma, dizi izlerken kıyafet düşünemem mesela, canım benim Joshua Jackson'a olan ilgim dağılır, yalan olur bölüm. O zaman önce hangisini yapmalı, diye düşünürüm, cevap genelde oje sürmekten hepten vazgeçip yazı yazmak olur, işte aynen bu geceki gibi.

Müteredditin Günlüğü



"Sevgili günlük,

Bugün, güneş yakıcı yüksekliğe ulaştığında uyandım. Saat 9 filandı, kimisi için geç bir saat. Benim karanlık odamda 11 gibi uyanabildiğimi hesaba katmalı bu bilgiyi değerlendirirken. Neyse, uyandım ve çadırda duramayıp kalktım. Matı dışarı çekip orada yattım, uyudum da galiba biraz.
Sonra kalktım, kahvaltı ettim. Biraz kitap okudum, mandalina yedim. Denize girdim. Çıkamadım. Sonra çıktım. Biraz daha mandalina yedim, sonra da akşam yemeği. Biraz daha kitap okuyup, şarap içtim. Sırtüstü yatıp yıldızlara anlamsız bir anlamla baktım. Ay battı, uyudum.

Bugün her zamanki gibi bir gündü, çünkü zaman durmuştu."

Fotoğraflar bana ait.
(15-19 Kasım 2010, Tereddüt Koyu)


remember remember the fifteenth of november


Siz bu yazıyı okurken Athena, Tersine'yi söylüyor olsun.


Develer tellal iken, pireler berber iken ve ben babamın beşiğini -neredeyse gerçekten- tıngır mıngır sallar iken, bir tatil planı vardı ki aslında planlanmamış olan, ki "tatil hayali" demek daha doğru buna... İşte o hayal gerçek oldu. Hamak hariç... Ha bir de, uyanmamın tek sebebi çadırın içini yakan güneşti, 4 sabah boyunca.

O 4 sabah. Hiçbir şey yapmayıp ve düşünmeyip, sonradan keşke daha da hiçbir şey yapmasaydım ve düşünmeseydim dediğim o dört günün sabahları.

Şimdi gitsem, deniz kenarında daha çok otururdum yalnız başıma, dedim sonra, çokça. Borges bilinci geldi; konu Tereddüt olunca.

*

O dört günün geceleri de vardı.

Bir gece, "çıktım incir ağacına, yedim hamını mamını" diye deyiş mi olur, diye diye güldüm, aklıma Muppet Show'un "manah-manah"sı, gözümdense yaş geldi yeminle. Böyle zamanlarda insana garipçe bakılmasa da olur, gülen insan yadırganmamalı gülmeyen başkalarınca.

Bir gece, sırtüstü yattığım yerden göğe baktım, ağaç vardı tam tepemde. Kalktım, hiç öyle gerinip, atlamadan, zahmetsizce 2,5 metre zıplayıp tutundum iki elimle dala, birkaç kez ileri geri sallandım çocukluğumdaki gibi. Sonra kendimi battaniyenin üstüne indirip usulca, orada yatan kendimle bir oldum.

Bir gece her şeyden sıkıldım, Bülent Ortaçgil'li, Ezginin Günlüğü'lü listesini açtırdım arkadaşa, onlar uyudu ben dinledim, aklımdan ne geçtiğini takip etmeden ve tüm sözlerini fark ederek bildiğim ve öyle çok bilmediğim şarkıların. Sen kime anlatıyorsun Hüsnü Erkan, ben üç gündür ay nerde doğsa oradayım, dedim gururla.

Her gece, ay batmadan uyumadım ve de.
En son uyuyan hep ben oldum, dünya en 'tersine' bana döndü, en çok ben kaçırmadım hiçbir yıldız kaymasını.

“yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?”
- aylak adam

*

Biz, hepsi her işi yapabilen dört kişiydik. Kendi başının çaresine bakmalı tatiller için biçilmiş kaftandık böyle bakınca.

Bir tek ben, yurdum erkeğinin ateşle imtihanına kaptıramadım kendimi. Ateş sürekli yandığından veya yanımda, icabında bir tek ateş için yerinden kalkacak adamlar olduğundan olabilir, umrumda olmadı pek. Ben sadece baktım ona, alevin kızılı dediğimiz şey aslında turuncuydu dikkatli bakınca. Yanan ateşin, şulesinin, közün de rengi turuncuydu; o zaman ben neden en çok kırmızıyı seviyordum, saçma değil miydi bu? Evet tüm derdim buydu. Çünkü derdimiz yoktu, bir Paris Sıkıntısı getirmiştik yanımızda, bize kitaptan başka her şey oldu: Yelpaze, dergi, yastık, asa, tepsi... Versatil kitap (çok yaşa sen Baudelaire!). Normal günlere dönünce karakterini buldu, kitabım da oldu benim.

*

Sessizlik...

Sessizlik için de sessiz bir yer gerekiyormuş, içimdeki sesi susturmak için bile. Bebek gibi içimdeki ses, başka sesler ona hep çağrı, duyunca çıldırıveriyor.

Su, tüm duyusal etmenlerden arındığımız yer. Suda zaman kavramını kaybedene kadar, yaprak gibi, kağıttan gemi gibi süzülürseniz (yeterince iyi bir çocuk olursanız), mutlak sessizliği bulabilirsiniz (şirinleri görebilirsiniz).

*

Yazamadım hakkında şimdiye kadar, çünkü yazdığım hiçbir şey, bu dahil, tam olmayacaktı, beni tatmin etmeyecekti.

O kadar sevdim, o kadar özledim ve o kadar gidip bulunamamak istiyorum ki...
Belki de sırf o yüzden git(me)mek lazımdır.

Bilmem.

Konu tereddüt olunca.
(15-19 Kasım 2010 Fethiye ~ 10 Mayıs 2011 İstanbul)

Başlık:
ACZ
Fotoğraf:
Başka bir zamanın Tereddüt Koyu, Gizem Oruç

kim istemez...

kim istemez mutlu olmayı
ama mutsuzluğa da var mısın?

Şiir: mut(suz), Cemal Süreya
Görsel: Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminden


Bu şiiri hatırlamamızı sağlayan Behzat Ç. senaristlerine teşekkürle.

layk mayk

Bu bir "adam" reklamı değil, yani adam değil bizim olacak olan. Heveslenmeyin :)

"Hay kafanıza sıçayım!" dediğim için kestim bunu bir reklamdan; aynen koyup reklamın ekmeğine yağ sürecek değildim bittabi!

Hazır konu açılmışken, bir sayfada gezinmem için onu önce beğenmem gerekmesi çok saçma olduğu için genelde o sayfalara girmiyorum ben. Böyle yapan çok da tanıdığım var. Çok lazımsa girip, sonra tekrar beğenmeyen halime geri de dönüyorum itinayla. Göze göz dişe diş yani sevgili ajanslar; öyle kolay para kazanmak yok.

'aynı zamanda şaşkın bir doğa çarpığı'


'Sana yirmi beş yaş dayanılmaz haşarılığını kanıtlayan yazılarından kopya ettiğim birkaçını gönderiyorum. Kızma! Biliyorum yanlıştı sana gelmem. Kalan yanlışlıklar değil midir zaten. Karşılaştığımız ilk gün gözlerinde beliren huysuzluğu duyumsamıştım. Seni değişmiş görmeyeceğim hiç. Görmek de istemiyorum. Hep aynı o aşk adamı, töre kaçkını delikanlı. Birdenbire gecikmiş çöküntüye dayanamayan Byron portresi. Ben çürüdüm senin adına durmadan, bilerek. Ellerime baktın. Çoraktı, çatlaktı. Belki tek vurgunluğun gözlerimeydi. Onlardı eskitilemeyen. Yıpranmazdılar ben isteseydim bile. Bir süre oyalanma gücünü veren sana. Yakınmıyorum.

Yanlışlığın nerede olduğunu tam kestiremeden öleceğim gene de. Kin tutmaya ödün vermez bir ölüm olacak, umutlanma. Bunalımlarını neye dayandırmak istersen iste, açılmazdın, açılmana yardım edemezdim. Tüm cayabildiklerimi ellerine tutuşturmaya kalkışsaydım, nasıl küçülürdüm biliyorum. O bilişi, onurlu alınganlığını yerleştirdiğin yüreğimin suçu ne? Biz bir varoluşun içinde ya da dışındaydık, onu hiçbir payanda ayakta tutamazdı. Susacaksın kuşkum yok, bu susku’yu senden önce salt unutulmuşluğa götürmeyi diliyorum. Kanayan tutkularında neyi parçalasan içinde ben varım, dahası ruhgöçümüne uğrayarak ben olacağım!... Mutluyum, nasıl isterdim bunu bilmeni. Bildiğini bilmek umudu, artırmıyor mu sanıyorsun acımı. Aynı zamanda şaşkın bir doğa çarpığı. Ne İskender’ler imgeledim, ne Salvador Dali’ler sende. Bir gün beni yersiz yücelterek içini rahatlatmaya zaman bırakacağımı da seziyorum. Kocadı yüreğim artık, durmaya gönüllü. Duymayayım da yanıl, kutsa benden sonra beni, bağışladım şimdiden. Masalımızı yazamayacaksın yaşadığıma inandıkça. İşin kötüsü, yok olduğuma da inanamayacaksın! Gene de esirgeyeceğim seni, kesin ardıma bırakacağım, senin dileğin de bu, öylesine hırpalıyorsun çünkü, değmez bulacak, insanlık tragedyası karşısına çıkarılmış clown fantezisi sayacaksın, bize göre dünyamızın çocuk kalmış sevdasını! Oysa, bir kez ölümlü bakışını durdurabilseydin zamansızlıkta... Dur, yokla bedenini, bak ne sıcacık! Hep kıskandın kendini, kendinden canım aptalım benim. Sen hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğun için yaşayabilensin!'



Metin: Buzul Çağının Virüsü,
Vüs'at O. Bener
Görsel: Lord Byron on his death-bed, Joseph-Denis Odevaere
Müzik (sözde özne): Çember, Yeni Türkü

Dikkat! Sosyal Medya Canavarı çıkabilir.

Spam savaşında yıllardır benimle omuz omuza çarpışan kardeşime gelsin...



Annemin bilgisayar kullanmayışı (daha doğrusu, kendisi başına oturmayı göze alamayışı ve bizim de yıllardır ona bilgisayar öğretmekten bir şekilde sıyrılmış olmamız) birçok arkadaşımın yaşadığı "ya annem de feysbukta, o yüzden ilişkimi yazmıyorum / fotoğraf eklemiyorum" tarzı otosansürleri yaşamamamı sağladı. Limitli profilimde sadece, ayıp olmasın diye listeye ekleme taleplerini kabul ettiğim müdürlerim falan var o yüzden. Bu kadarı güzel.

Lakin annemin sanal alemde aktif olmayışı, bir dolu spam mailden kaçmamı sağlamıyor çünkü bunun eniştesi var, annenin arkadaşları var falan; üstelik hepsi, gönderdiklerini anneme de aktarmamızı bekliyor. Annemle telefonda konuşan arkadaşı "geçen gün gönderdiğim yazımı çocuklar sana okuttu mu?" diyebiliyor örneğin (geriye dönük sorgulanma ihtimalleri yüzünden mailleri direkt silemiyoruz yani) veya bir akraba çıkıp "kola içmiyorsunuz değil mi, fare varmış onun içinde" diye durduk yere midemizi kaldırabiliyor (tabi ki içiyoruz ulan da diyemiyoruz, akraba olduğu için).

Velhasıl, kendimizi spam mailden koruyamadığımız gibi, anneyi de koruyamıyoruz. Sıfır internetli bir filtre uyguluyoruz -ki 22 Ağustos bile böylesini görmemiştir-, yine olmuyor, yine olmuyor yahu!

ThoughtCatalog'da bugün, günün anlam ve önemine binaen eklenmiş bir video-yazı gördüm: Spam Your Mom For Mother's Day. Anneye bir lafım yok ama bu yazıdan aldığım ve yukarıda izlediğiniz videoyu geri kalan arkadaş ve akraba sürüsüne adıyorum. İnterneti geç yaşında bulmuş ve o buldumcukluğu gönlünce yaşayan tüm sosyal medya canavarı orta yaşlılara selam eder; KFC, kola, Santorini, en iyi 100 NG fotoğrafı ve komşufırın dolu günler dilerim.

Yorumu sil.

Biraz önce bloga yapılan yorumlardan birini yayınlamadan sildim. Bu sildiğim ikinci yorum (ilki, benim yazıda adını alenen geçirmediğim biriyle ilgili ismini vererek yorum yapan birinin yazdığıydı). Sildim, çünkü Adsız birini ciddiye alamayacağım. Diğer masum Adsız'lara haksızlık olurdu hem.

Silsem de, sonuçta yorumu gördüm. Yerine ulaştı yani, merak buyrulmasın.

Madem söz hakkı bende, bir alıntı yapayım bari de boş kalmasın:

"I've never wished a man dead, but I have read some obituaries with great pleasure."

(Clarence Darrow)

Dilerim ki, ölüm ilanı verenin olmasın Adsız.

Püskevit

Devlet Bahçeli bisküvi'ye püskevit demiş. Ee? Yani? Otel reklamlarına "karolüferli" yazan bir ecdadın evlatları tarafından yapılan "efenim Bahçeli ekmek bulamıyorlarsa püskevit yesinler demiş ahuahuhauhuahua" tarzı espriler komik olmaktan öte, ironik.

Bu konuda yapılan esprilerin gündemle dalga geçen olağan tivit boyutundan (örn. #SexandtheIETT çok iyi tivitlere sahne olmuştur) komiklik olarak fersahlarca uzak olduğunu düşünüyorum artık. Bana kalırsa şu aşağıdaki mix hariç hiçbir komikliği yok bu konuşmanın, o da, gerçekten çok iyi olduğu için!

Bobiler, baby!


yarısı boş, yarısı dolu işte be...

_ Böyle güzel bir kadın isteyecek de paylaşmayacağım rakımı, öyle mi?!

Bana verilen geribildirimlerde en sık duyduğum ve en değişmez olan "bardağın boş tarafını görüyor olmam" olabilir.

Doğrudur abicim. Ben bardağın boş tarafını da görürüm, hepsi dolarsa ne mutlu bana.


Hem bence çok iyi ediyorum kendimi korumaya almakla. Nihayetinde, yukarıdaki cümleyi ettikten yaklaşık bir saat sonra, mekandan ayrılırken herkesin en azından elini sıkan adam bana iyi geceler bile dilemeyebiliyor.

Ya benim gecemin iyi oluşu, onun ağzından çıkan iyi dileğe veya onun bardağının rakı dolu yarısına bağlı olsaydı?

bay meraklı

88888888888888888888888888888806444608888888888888888888888888888
88888888888888888888888885177772244421770888888888888888888888888
88888888888888888888888277726888888888847688888888888888888888888
88888888888888888888077508888888888888881788888888888888888888888
88888888888888888801768888888886208888882188888888888888888888888
88888888888888888817288888886883688888887188888888888888888888888
88888888888888888857188801110886888888888877888888888888888888888
88888888888888888880177150868868888888888802748888888888888888888
88888888888888888802288242515888888888888888017688888888888888888
88888888888888888846041608547088888888888888884718888888888888888
88888888888888888886188088606308888888888888888617488888888888888
88888888888880680460473887108888888888888888888881748888888888888
88888888801667620826028888888888008888888888888880173888888888888
88888888838020881488010888888867728888888888888888877888888888888
88888888881388886161288888888710118888888888888888817488888888888
88802123144122887188800888073880278888888888888888801108888888888
88888288824810888880477887788880278888888888888888884768888888888
88888013168871802738882718888888378888888888888888886768888888888
88888886688888608888888888888888470888888888888888886288888888888
88888888888888888888888888888888470888888888888888884488888888888
88888888888888888888888888888886778888888888888888801068888888888
88888888888888888888888888888887168888888888888888847778888888888
88888888888888888888888888888476888888888888888888860810888888888
88888888888888888888888888888718888888888888888888888830888888888
88888888888888888888888888817088888888888888888888888866888888888
88888888888888888888888888276888888888888888888888888887788888888
88888888888888888888888888328888888888888888888888888888338888888
88888888888888888888888888610888888888886888888888888088872888888
88888888888888888888888888010888888888887788888888817516841088888
88888888888888888888888888874888888888887277888837188888471688888
88888888888888888888880888872888888888881786722718888888857120888
88888888888888888888888176811888888888883788866888888048580088888
88888888888888888888888010677888888888880158888888888864888888888
77777777777777777777777777680888888888888277777777777777288888888
00080088088080080800808000088888888888888888008088088888088888888

Topuklu.

Belki de topuklu ayakkabılarla yoldan yürümeyip inatla deniz kenarından ofise gitmek gerekiyordur yine. Topuklara yazık etmek gerekiyordur. Hani topuk takılır eder de, bacak dizden kırılıp omuz üstünden topuğa bakılır ya -bir şey olmuş mu endişeli bakışıdır o. Dizini kendine doğru çekip bakmazsın, erkek çocuk gibi ya da sadece çocuk gibidir o çünkü. Kadın olmak lazımdır.

Hiç anlamadım o arnavut kaldırımlarından şikayet edenleri, çünkü hep topuksuzdum ben eskiden. Şimdi biraz anlıyorum, bu anlayış da biraz canımı sıkıyor ama plus kart alıp CIP salonu kullanıyor olmak kadar değil.

Birazcık anlıyorum işte.

"Oha, 26 yaşındayım lan ben."

Ode to Amoebae (and the hard lives of theirs!)

İşle ilgili karmakarışık kafalardayım sevgili blog. Kafa karışıklığının en azından fiziksel olarak çözülebilecek bölümünü yazarak unutabilmek için geçenlerde oturdum, bir liste yaptım. Daha doğrusu iki liste yaptım. Biri korprıt kafalar, sıradan. Öbürü alternatif, "_Nasılsın? _Sıradan." döngüsünün dışına çıkma çabaları.

Amiplere sempati duyuyorum artık, yazık o hayvanlara (hayvan dediysek...). İkiye bölünmek bana çok zor geldi şimdi bile. Gündüz birini bir işi yapmak istediğime ikna etmeye çalışmak, akşam başka birini başka bir tarafa geçmek istediğime ikna etmeye çalışmak; ikisi de gerekli, ikisi de elzem artık (çünkü bu ofiste duramıyorum). Ama kafamın hep başka mesajlar iletmeye, başka yönlerimi parlatarak satmaya, başka bir şeylerden şikayet etmeye programlanması gerekiyor, tek ortak nokta şu: "Benim için işyerindeki huzur ortamı çok önemli." Maalesef bu başarılı bir serzeniş değil. Samimi belki, ah o samimiyet ekmek yedirse insana. Yılanı deliğinden çıkaran tatlı dilin samimi olması gerekmiyor, eyyam da yapsa olur o (ama sevmiyoruz işte eyyamcı korprıt dilleri abi, sevmiyoruz!). Ya da ne bileyim, ekmek aslanın ağzındaysa "ha canım aslan, hanimiş bebeyim aslan" diyerek açamıyoruz onun ağzını. Üç-beş tane eğitim, sertifika, yüksek lisans programı attırarak ortaya, yaptığımız yüksek lisansı anlatmaktan aciz bile olsak, belki öyle. Yedirirsen karşındaki adama o attırdığını, olur.

Öyle ya da böyle, o görüşme senin, bu sınav benim bu aralar. Bana İngilizce seviye tespit sınavı yapılacak olması ve bunun için erken kalkacak olmak üstelik, biraz koyuyor, yalan değil. Ama başa gelen çekilecek. Çünkü artık tamam, bitti, the end, c'est fini, fin. Birileri benden "bu projeyle ilgilenecek" diye bahsettikçe içimden "meh meh meh" diye gülüyorum ve "tabi burada olursam" diye ekliyorum; hiçbir şeye tam anlamıyla kendimi verip, konsantre olup sahiplenemiyorum, ha, sahiplenmek gerekir mi onu da bilmiyorum ama ben şimdiye kadar hep öyle yaptım, yaptığım bir sürü şeyin iyice gereksiz olduğunu düşünene kadar katlandım, devraldığım enkazların altından bile iyi kalktım ve bunların hepsini birazcık amatör olarak yaptım. Yaptığım işte değil, yapış tarzımdaydı amatör ruh ama görüyorum ki yapış yapış geliyor insanlara bendeki amatörlük.

Ne çok gitmek istedim şu şirketten. Planlarımı yaptım. Hatta daha hain planlarımı da yaptım, madem gidecektim artık süpürebilirdim her şeyi (yine bir şey olacağından değildi, zaten olmasındı ama artık benim içimde bir kırıntı dahi kalmasındı) ama baktım, hooop başvuruvermişim bile açılan ilk farklı -değişik- pozisyona, neden, çünkü orası rahat, orası cici. Belki de böyledir. Belki de topuklu ayakkabılarla yoldan yürümeyip inatla deniz kenarından ofise gitmek gerekiyordur yine. Belki de oradan yürünmeyecektir bile artık. Belki.

Şu salaklıktan kurtulsam belki daha iyi olacak: Her gittiğim, her iyi geçen görüşmede "bu sefer oldu" deyip o işin olası iyi yanlarını düşünmek, sonunda inşallah bu olur demek ve sonra başka bir şey çıktığında karşıma, işte bu daha iyi olacak, deyip ona yeşillenmek bu sefer... Bu büyük bir salaklıkla beraber büyük bir yorgunluk ve öyle bir şey olacak ki sonunda elimde kalan ne varsa öbür taraf için acaba deyip tereddütte kalacağım diye çekiniyorum.

Halbuki, nasıl olacağını bilmediğin şey kötü olduğunu bildiğin şeyden kesin iyi olacaktır, Murphy bile katılır bence buna?

İki yıl kadar önce birileri beni aramıştı ve sırf bu benim ilk işim diye, daha önce adam gibi bir iş görüşmesi tecrübem olmadı diye kalkıp gitmiştim. Beni beklettikleri için sinir olmuştum adamlara, sonra konuşmuştuk çiçeği burnunda müdür ve uyuz İK karısıyla ve ben kendimi zorlayarak da olsa hiçbir iyi yanını görememiştim oranın beni çekecek (aklımdan "ofisten deniz görünüyor" gibi sikko sebepler geçtiğini hatırlıyorum, aptal, onlar görüşmede söylenmez ki, daha profesyonel düşün!) Sonunda kaçınılmaz an gelmiş ve bana "işinizi neden değiştirmek istiyorsunuz?" diye sormuş ve kaçınılmaz yanıtı almışlardı -daha usturuplu olarak ama-: "İstemiyorum aslında."

Şimdi de soruluyor bana ve yine apışıp kalıyorum ama yüz seksen derece farkla öncesine göre. O zamanlar ne söylesem diye düşünürken susuyordum, şimdiyse neyi söylemesem, neyi söylememem gerekir acaba diye, kafamdakileri olduğu gibi sayıp dökmeyeyim diye tutuyorum kendimi.

Çünkü artık tamam, bitti, the end, c'est fini,

littlest things that take me there

Hediye mediye, ne güzel şeyler bunlar! Bak mesela en kırmızısından netbook'umu daha alamamış olacaktım arkadaşlarım olmasa... Ya da Asluuu'nın dayanamayıp ikisini de bana verdiği Moleskine'lerim (bugün başladım onlara da, ilk sayfasına Hıdırellez dileğimi yazdım, yarın cuppa denize o sayfa)

Ve rengarengarenk kulaklığım hep boynumda, ha-hay ne güzel kareler!

Your Own Personal Hıdırellez Şenlikleri

(parayla olmazdı o şenlik abi zaten!
o zaman hadi kendi hıdırellezimizi yapmaya
-de hadi oturmaya mı geldik, biz biliyoz da mı oynuyoz-)

Al bir kağıt, yaz, çiz istediğini.
Ben halka mal ettim dileklerimi...

Bu, en güzelinden,


bu...e tabi...

her daim yüksek ve de!,

burası da kaçış (orada öleyim mi?)

şuraya...

yatcaz kalkcaz sonra...

ve çıkarıp onu yerinden,

sal uzağa.


sonra sonra...


ve hepsi için hayatımın (and of all those listed above)

weheart tüm görseller

pirensli mirensli

İnsanlar geçtiğimiz haftasonu çılgınlar gibi "royal wedding" izledi, aman efendim, trending topic mi olmadı Türkiye'de bile, Büyük Britanya Krallığı konsolosluğunda düğün arabalı müğün arabalı resepsiyonlar mı düzenlenmedi şıkır şıkır... (Bu resepsiyonla ilgili twitter gibi mecralarda hava atılan fotoğraflar olmayışı konsoloslukta fotoğraf çekilmesinin yasak olduğundandır, emin olun. Yoksa piiiy...)

Benim bu konudaki görüşüm sadece şu:

AZINDAN MI ÖPMÜŞ?

Yandaki çocuk benim, yaygaraya kulağımı tıkıyorum.

Ass.


Hepsinden kalacağımı düşündüğüm üç modülünden bir sınavın (ben Ass. diye kısaltıyorum, aslen Assessment ama) yüzde 88, 89 ve 93'lük skorlarla geçtim. Sınavın amacı benim işimi yapabiliyor olduğuma bir daha kanaat getirmekti. Demek ki bu işi yapabiliyormuşum ('gene kovulmadık iyi mi' serzenişimi hissederek okuyun bunları).

"Sınavdan kalırım diye ağlanandan korkacaksın asıl" düsturundan hareketle diyebiliriz ki, en düşük notu alacağı için yaygara koparanın en yüksek, ya da benim durumumda, "gene iyi" puanları alacağı klinik deneylerle kanıtlanmıştır.

Görseli şurdan aldım.
(04 Mayıs 2011, İstanbul)

"Find the crack"

_ Kafada bi çatlak açmak lazım ki ışık girsin içeri.
_ Ee?
_ Bana bi kriko lazım, bu kafa anca öyle açılır.


"In the darkness there’s always a crack. That’s how the light gets in."

(Sheriff Mathis, Fringe S02E21)


Kaynak: Doctor Who TV
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!