Okulun koridorlarında volta atıyordum, lise sondaydım. Ders boş, ya da lise sonuz diye bize boş. İki şey varsa lise sonlara bahşedilen, o da boş geçen dersler ve spor ayakkabı giyme özgürlüğüydü... Neyse. Ben çıkmışım sınıftan, sıkılmıştım çünkü. Birileri sınıfta test çözüyor, birileri müzik dinleyip Eti Tutku yiyor, birileri gevezelik ediyordu; sıkılmıştım. Aslında boş derste sınıftan çıkmaya izin yoktu ama, hiçbir eğlenceden geri kalmadığı halde yine de kuralcı, gözde öğrenci addedilen ben, hocalardan biri karşıma çıksa da bir şey demez, diye düşünmüştüm. Hep öyle olurdu.
Bir alt dönemden, en kıvrak zekalı ve en afacan tiplerin toplandığı sınıfın önünden geçtim. İçeriden sesler geliyordu, göz ucuyla baktım sınıfın penceresinden, bizim edebiyatçı içerideydi. Zayıf, çelimsiz, uzun saçlı, gençten bir kadındı; bir gülü öğretmen sandalyesine koyup, onu da masanın üstüne yerleştirip "bununla ilgili bir kompozisyon yazın" diyebilecek cinsten... Çok yaratıcı, çok değişik kafalarda bir kadın mıydı, yoksa absürd olmanın ekmeğini mi yemeye çalışıyordu, hala bilmiyorum. Lakin, okula o yıl geldiği için hepimizden yeniydi. 7 yıllık ortaöğretim döneminin çocukları olarak, hele de lise sona geldiğimizde, bu tip öğretmenlere yeni öğrenci muamelesi yapardık, hani "senin paran burda geçmez" gibilerinden... Bu kadıncağız da, aksine diretecek iddialı bir yapıya sahip değildi.
Sınıfa yaklaştıkça sesler arttı, kapıya yanaştım iyice, belli belirsiz "yallah" gibi tezahüratlar duydum. Emin olamadım, çünkü ne olursa olsun, öğretmene yallah demek, bizim okulda kabul edilebilir şey değildi. Sınıf kapısının penceresinden içeri baktım göz ucuyla, aman yarabbi! 4-5 öğrenci, kafalarına sarık gibi doladıkları atkılar ve cüppemsi paltolarıyla tahtanın önünde, Hababam Vokal Grubu gibi kolkola dizilmiş, bir o yana bir bu yana ritimle sallanıyordu. O kadar yaklaşmıştım ki, ne dediklerini de duyabiliyordum artık: "Yallah Beyhan yallah! Çık çık Beyhan çık çık!"
Reyhan hoca, panikle hem gülen diğer öğrencilere kızıyor, hem de tahtadakileri sıralarına oturtmaya çalışıyordu. Hiç oralı bile olmuyordu çocuklar. "Yallah Beyhan yallah!" Kim bilir ne film dönüyor içeride, diye düşünerek uzaklaştım kapıdan. Teneffüs zili çalınca gittim alt sınıfa tekrar, çocuklardan birine sordum "ne iş?" diye.
Meğer bizim edebiyatçı, bir ders önce sınıfta bir konu tartışılırken "Allah filan yok, saçma şeyler bunlar" gibi bir laf etmişti. Sen misin öyle diyen! Sofu olmaktan ziyade tepkisel olan bizim jenerasyon, rahat durur mu böyle gereksiz beyanatlar karşısında? Onlar da bir şov hazırlamışlardı kendilerince. Cin değil, Beyhan çıkarıyorlardı sınıftan, o zamanlar pek revaçta olan Aczimendi ayiniyle.
Kızmadım. Kızıp da bir şey yapacağımdan değil, güldüm çocuklara.
Lakin bu hikaye, gülünüp geçilecek bir hikaye değil.
Edebiyatçı da olsa, öğretmen her tür kişisel fikrini, özellikle de ideolojik konularda kendine saklamalıdır. İnsanların inançları hakkında kesin yorumlar yapmamalıdır. Bir konuyla ilgili konuşacaksa, her yönünden bahsetmelidir; o konuda üretilen her teoriden. İlla bir şey söylemesi gerekecekse de "saçma" demek yerine, "ben böyle düşünüyorum" demelidir.
Üniversite için biraz farklı düşünürüm, çünkü orası kişinin rüştünü ispat ettiği veya henüz edip girdiği yerdir. Bu ispatlanan rüşt her ne ise, tek bir faydası vardır insana: Kendi düşünce tarzını oluşturabiliyor olmak ve bundan birey olarak sorumlu olmak. (Zaten üniversitedeki akademisyenler de öğretmen değil, okutmandır.)
Öğretmen, aşağıdaki gibi alçaltıcı fikirlerini kendine saklamayı bilmiyorsa, eğitimci olmamalıdır.
yok oyle bir dunya. Maymun olmayi kabul edenler olabilir. Size saygim var hatta muz bile hediye edebilirim size.
Birinin mecburen evrimci, diğerinin de mecburen yaratılışçı olması bakımından aktardığım bu iki farklı örneğin ortak yönü, ikisinin de ifade olarak eşit derecede yanlış olması.
Evrim konusuna gelince... Şu evrimianlamak.org güvenli internet filtresine takılıp, evrimaldatmacasi.com filtreden -nasıl olduysa- süzüleli beri, bu konuda bileniyordum zaten. Bir genetikçi olarak evrimi yok saymam söz konusu değil. İnanmak yerine yok saymak diyorum, çünkü evrim, inanılacak bir şey değil.
Evrim, var. Ha, bizim bölümde de inanmayanlar vardı, o ayrı (umarım evlenip işi gücü bırakmışlardır ve akademisyen olup yüzlercesine hiç inanmadıkları şeyleri anlatacaklarına, sadece çocuklarının kafalarına girerler.) İmam Hatip'lilerin katsayısı konusuna da, sırf bu yüzden destek olamıyorum ve en azından tıp gibi, moleküler biyoloji gibi bazı bölümlere girmeleri zorlaştırılmalı diye düşünüyorum.
Bir de şöyle laflar edenler var ki onlar en tatlıları:
"Ben evrime inanıyorum ama insan evrimine değil." Ayy, canım! Timsahın evrimine inanıyor ama insanın maymun ataları rahatsız ediyor onu (aynı adam, sadece ramazanda içki içmiyorsa da hiç şaşmam). Duyduğu bu rahatsızlık, hadislerde Adem'in çamurdan, Havva'nın da onun kaburga kemiğinden yaratıldığı anlatıldığı için de olabilir (bu bölüme inanmayayım, pazarlığı yapamaz), kendini hayvanlar aleminin çok üstünde gördüğü için de olabilir (saf kibir).
Kendisini seversiniz ya da sevmezsiniz ama Sigmund Freud'un güzel bir lafı vardır:
"Zamanın akışı içinde insanlık, bilimin ellerinden gelen darbelerle iki kez, naif öz sevgisinin incinmesinin acısını yaşamak zorunda kalmıştır. Birincisi, Dünya'nın evrenin merkezinde olmadığını, akıl almaz büyüklükte bir dünyalar sistemi içinde bir nokta olduğunu anladığında. (...) İkincisi, biyolojik araştırmalar özel yaratılmışlık ayrıcalığını elinden alıp, soykütüğünü hayvanlar alemine düşürdüğünde."
Freud da lise öğretmeni olsaydı, ona da söyleyeceğim şey aynı olurdu: "Bunu çocuklara anlatacaksan, kaburga kemiği meselesini de anlat." O bunu Erica kompleksime veya çocukluk travmalarıma bağlayabilirdi, ama olsun.