Annemlerin evinde kitap karıştırıyorduk geçenlerde. Bana ve başkalarına verilecek kitapları ayırıyorduk daha doğrusu, annemler 12 yıldır oturdukları evden taşınmak üzere ani bir karar verdiler zira. Neyse, kitaplar salona yayıldı, ben kendi piramidimi yaptıktan sonra kalan az miktarda, alabildiğine eski kitaba daldık.
Büyükdayım Zeyyat Selimoğlu'nun yazdığı kitaplar tabi ki bir yana; ama çevirdiği onlarca kitabı da adı, yazarı, konusu hiç ilgimi çekmemesine rağmen veremedim. Olsun, okurum yea dedim. Dürüst olalım, okumam belki hiç ama insanın eli gitmiyor vermeye. Çevirmenin kitabın ne denli önemli bir parçası olduğunu Küçük Prens'in Cemal Süreya çevirisini okumuş ve şimdiki -belki iyi ama, ruhsuz- çeviriyle de karşılaşmış olanlar bilirler.
Sonracıma, bir de imzalı kitaplar var tabi; yazarları veya çevirmenleri tarafından Zeyyat'ın ismine imzalanmış kitaplar, onlar da verilemedi. Tutup Türkan Şoray'ın sinemamızdaki yeri ile ilgili bir kitap okumayacak olmam, Atilla Dorsay'ın sevgilerle imzaladığı kitabı elden çıkaracağım anlamna gelmez, dimi? Bir de okuyacağım kitaplar var ki onlar çok çok eğlendirecek beni, çünkü Zeyyat'ın okuma alışkanlıkları aynı benim gibi: Umberto Eco'nun Gülün Adı eserini, çevirmeninin Zeyyat'a imzalayıp verdiği kopyadan okumuştum. Daha ilk sayfasında "Türkçesi: bilmemkim" yazan yerin üstüne Zeyyat kurşun kalemle "hangi dilden?" yazarak başlamıştı kitabı incelemeye. O zamanlar yazıda smiley kullanmak (neyse ki) moda olmadığından koymamıştı eminim. Tam yerine rast gelirdi zira.
İnceler-okurluğumu ve yüksek derecede siksik kabiliyetimi Zeyyat'tan aldığımı söyleyebiliriz sanırım.
Sonracıma, babaannemin kuzeninin kızının kocası, muvazzaf asker, rahmetli Sermet Bey'in kitapları, yine başka bir akrabanın bir mahlasla yazdığı şiir kitapları falan filan derken, imzası uğruna hiçbir kitabı elden çıkaramaz olduk. Ben bu kitapları da ayrıca bir yığın yaparken, kuzenimin "eeeyh ama, bu Kurnaz Tilki de Goethe imzalı çıkarsa bırakıyorum bu işi ben!" diye çemkirmesiyle kendimize geldik azıcık.
Bana ait olmayan bir bohemlik var benim ailede. El vermişler, ucundan kıyısından olmuşum ben de sanki ama tam da değil gibi. Ne bileyim, ben daha standart yaşıyorum, daha standart zevklerim var onların hayatlarına nazaran. Sürekli bir "adada ev yapan büyükbüyükbaba" hikayesiyle büyüdük biz. Bizim şimdi oturduğumuz bölümünde evin, hizmetçiler filan kalıyormuş, öyle bir durum. Üst katta pinpon masaları (-ları!), altta kimin çaldığı belli olmayan kocaman bir kuyruklu piyano, bahçede Orhan Pamuk, Zeyyat'la çay içmeye gelir, babaannem bahar aylarında Dame de Sion ile ada arasında mekik dokur, diğer büyükdayım adanın kızlarıyla sandal sefalarında, nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar...
Yumurtanın fırçalanmayan tarafını görmediğiniz sürece, lüküs hayat oh ne rahat!
Bu bohemlikten ben bir ya da belki birden fazla hikaye çıkaracağım elbette, sadece ne zaman olacağını bilmiyorum. Öngöremiyorum. Baktığım her yerde ya benim, ya da bana anlatılanların anısı var, biliyorum ve ağır geliyor bana onları yazmaya çalışmak, sadece kısa kısa notlar alıyorum belki veya bisiklete binmeyi öğrenişimin öyküsü gibi kısacık, lazım olduğunda oturup bir geceyarısı salak gibi, yazıyorum, çünkü hediye o ve ertesi güne yetişmesi gerekiyor, falan filan... Peh. Neyse.
Sanırım alıp başımı adaya gittiğimde ve kimsesiz, babam ya da amcamlar filan da orada olmadan, kendimle ve sütunlarla kaldığımda, olacak belki.
Şimdiyse keyif aldığım bohemlik, birkaç saat çalışmak zorunda olduğum bir pazar günü işten çıkıp, kuzeni alıp Balkon nargileye gitmek ve sakin, sessiz, dergim ve kitabımla oturmak, en sevdiğim şeylerden biri olan bol dumanlı nargilemin yavaş yavaş üflediğim dumanından kitabı görememek... Elimde, üstünde "editörlük zor sanat/zanaat" yazan bir Notos olması, bu illete tutulmuş ve profesyonelce tutunmuş adamların yazdıklarını okumak ("...Bunun bir hastalık olduğunu ve benim de bu hastalığı (artık kimden geçtiyse) kapmış olduğumu, sokakta huzurla yürüyemez hale gelince anladım ilkin - tabelalarda tashih, ilanlarda Türkçe ve mantık hataları otomatik olarak batmaya başlayınca, "persenk" yerine "pelesenk" diyenlere istemdışı bir şekilde vurma arzusu duyar olunca yani."*) sonra da bir demet enginarla haşırneşir olmak, çünkü Fatma Tülin'in yazdığı Alis'in Not Defteri tam böyle bir kafadayken okumalıktır.
Ve hepsinin sonunda, bilmek: "Hayatımda olduğum yerden farklı bir yerde olabilir, farklı bir şey de yapabilirdim." Yapabilirim. Sadece, yemiyor, çünkü ben o büyükbüyükbabadan çok uzakta bir memur çocuğuyum, kafam öyle çalışmıyor benim. Bohemliğin huzurunda kendimi kaybedişim, nargile dumanı gibi dağılıyor. Yoğun ama akıcı.
Non je ne me souviens plus
Le nom du pal perdu
Ben şimdi bunları neden yazdım durduk yere... Tüm bunları bana yazdıran, herhalde, dostum Cem Yapar'ın kızarmış gözlerini açabildiği kadar açarak bana sorduğu şu soru oldu:
_ Sen şimdi bugün, Amerikan bilmemnesi derneğinin, annenin katıldığı musiki cemiyetinin konserine gittin ve Ali Fuat Cebesoy'un 90 yaşındaki kızı Ayşe Cebesoy'la mı tanıştın yani?
_ Evet.
_ Hayata bak be!...
(Nisan~Mayıs 2011, İstanbul)
* Cem Akaş, Notos 2011/02