21:00 vapuruna yetişebilirim sandım. Yetişemedim. Son dakikada Pandora'nın kutusu açılınca böyle oluyor işte ama, ne yapacaksın, tedarik önemlidir. Trafiği hesaba katmadım, her zamanki gibi şanslı olurum sandım. Olamadım. Bir sonraki vapur olan 22:30'u bekleyip çayımı içerken sahilde, Erce aradı. Vapura tam bir saat vardı, ben yine de kalkıp Erce'yi ve özellikle de The Güreli'yi görmek için Tophane'ye gittim. Yirmi dakika ha var, ha yok. Hasret giderdik. (Belki Japonya'ya ve hatta belki Tayland'a giderdik, olur ya?)
Çıktım. Trafik, trafik hala! Yine gecikseydim, başka vapur yoktu ve beni sahilde bekliyor sanan babama karşı da hiçbir açıklamam ve özrüm... Tramvaya bindim. Tramvay durdu, birileri üst üste çıktı, birileri bir tacizciyi yakalamaya çalıştı, koşturdular, kavga, gürültü, kıyamet... Kendimi dışarı attım, doğru iskeleye. Erce aradı, iyi olduğumu, yetiştiğimi öğrendi, kapattı. (Ben onu en çok bu yüzden seviyorum.)
Vapura bindim, sancak tarafına seyirttim. Üşümek pahasına, her zamanki gibi. Burada da insanlar vardı ama hepsinin gemide çalışanlar olduğunu fark etmemiştim. Biraz garip oldu... amaaan, neyse canım. Birileri geçti, "pardon bayan" dediler, bacaklarımı demirden indirdim, tekrar dayadım sonra. Bayan lafının beni hiç rahatsız etmediğini düşündüm. Etmedi, çünkü burada kadın, hanım veya kız denemezdi. (Bazen savaşmak nafileden öte, saçmadır.)
Eskiden külfet sayılan bir şey vardı vapur seferlerinde: Kadıköy'e uğrama. Sırf bu yüzden o sefer adamdan sayılmaz, es geçilirdi icabında. Şimdiyse tüm vapurlar Kadıköy'e uğruyordu ve bu çok hoşuma gidiyordu. Hayatımın, bir yere ulaşmasından ziyade yolculuğun kendisini önemli addettiğim dönemine girdim sanırım. (Aerosmith kafası)
Sadece karşımda tüm sinir bozucu güzelliğiyle duran İEL beni hüzünlendirdi. Her zamanki gibi, şahane bir performans. Umutsuzlandım. Eski sevgili(leri)mi hatırladığımdan ya da özlemleriyle dolduğumdan değil, artık bittiğini düşündüğümden. Bitti artık. Beni kimse sevmeyecek, ben kimseye aşık olmayacağım diye değil. Beni kimse istediğim gibi sevmeyecek, ben kimseyi istediğim gibi sevmeyeceğim, diye. Etrafımdaki, hikayesini dinlediğim 'aşk'lar günübirlik, hatta gecesibirlik diye; bir sabah bir adamın yanında uyanıp "acaba bu o mu" diye değil de "beni arar mı ki", hatta "bu adam acaba nasıl biri" diye düşünülüyor, diye. (Her şey normal, her şey ucuz, kalitesiz, eline alır alınmaz kırılıyor. Daha kötüsü, bazen bir şeyi o kadar değerli sanıyorsun ki dokunmaya kıyamıyorsun, sonra o seni kırıyor.)
Ben İstanbul'a benim gibi bağlı bir adamı sevmiştim. Tek ortak özelliğimiz bu olsa, ben yine tanınmaya değerdim. Öyle sanıyordum. O ise, şekilcilikten ölecek hastalığına yakalanmıştı. Bir daha görmeyebilirim, diye kararttım gözümü ve ona, "sevilmek her şartta güzeldir" diyerek, yazdığım en içten şeyi yolladım. Ben onu bir daha görmedim gerçekten de ve o bana "eyvallah" bile demedi. (Seni gerçekten seven adam, böyle yapar mı İstanbul? E o beni üzdü, hani, dövmedin onu?)
Ben yanlışım, uygunsuzum buraya, onu anlıyorum ama bu kadar yanlış bir zamanda doğmak benim tercihim değildi ki. Kafamın eskiliğinin yadırganmayacağı bir yere, şimdiki normallerin hala azıcık daha anormal olduğu bir yere dönmek isterdim, imkanım olsaydı. (Akım kapasitörü istiyorum.)
Tam ben bunları yazarken, vapurun ve yazının rotası değişti. Burnumuzu adalara verdik, o esnada gemi adamlarından biri bana çay ikram etti, ve olaylar gelişti. (Ben gemide çalışanlara gemi adamları derim, Zeyyat'a karşı iki kelimelik bir saygı duruşudur bu.) Sonradan öğrendiğim adıyla Erbil abi, hani Yavuz Donat'ın görse kendini ısıracağı cinsten bir memleketimden insan manzaraları kafası yaşattı bana. Öğrenciliğim, işim ve memleketimle ilgili sorulara cevap verdim, klavyeyi hızlı kullanmamla ilgili övgüleri kabul ettim. Maaşımı bile sordu Erbil abi, az söyledim, ona çok geldi. Biriktirip hayatımı kurmamı öğütledi (hayatımı kaça kursam yetişirim sizce?)
Baktım olmayacak, kapattım bilgisayar ekranını. Yazı kaçmıyordu, üstelik düşündüklerimle yüzleşmek bana iyi gelmiyor da olabilirdi. Belki de umutsuzluğa düşenin, gemi adamına sarılması gerekirdi (mecazı anlamayan nesle aşina değiliz).
Hanım kızlığımı keşfettim Erbil abi sayesinde. Dobraymışım mesela, o dedi diye diyorum. Haksızlığa hiç tahammülüm yokmuş. Dosdoğru, net konuşuyormuşum. "Yüzündeki bu nur, bu iyi niyet çok güzel. Ama, iyi niyetten kaybedersin sen" dedi Erbil abi. "Şimdiye kadar kaybetmedim" dedim, yalandı ama olsun. Evli olmadığımı öğrenince erkek arkadaşım olup olmadığını sordu. Yok, dedim. Maaşımı erkeklere söylemememi tembihledi, "paraya gelirler" dedi (sinek mi lan bunlar?) "Ha, hayat müşterek, gelsin tabi ama böyle iyi niyetliyse gelsin" diye de ekledi ama.
Sonra da bana kendisini anlattı. Dört yıldır evliymiş, istediği gibi mazbut, başı kapalı filan bir kızcağızla evlenmiş, 3 yaşında bir oğlu (fotoğrafını gördüm, dünya tatlısı), bir de bir ay sonra bekledikleri bir kızları varmış. Karısının hiçbir zaman çalışmasını istememiş, ama şimdi, onun 1,5 milyarlık maaşının yanında karısı da bi milyar alsa, fena olmazmış hani. Tek bir şey istemiş karısından: Dırdır etmemesini. Kafasının dolu olduğunu, her dediğini elinden geldiğince zaten yapmaya çalışacağını söylemiş, kadın da kabul etmiş belli ki, çünkü adam huzurluydu. Gece 3'te bıraktığında işi -ki ben bu satırları yazarken saat hala 02:51-, Beykoz'daki evine gidecek, karısı ona "aç mısın?" diyecek, o ise sadece uyuyacak ve 5 saat sonra kalkıp yine işe koyulacaktı. Bunları anlattı, anlattı ve sonunda "Ama kafamı yastığa koyduğumda o kadar huzurluyum ki, hiçbir şeye değişmem" dedi. Sonra da benim için aynısını diledi, çünkü ona göre bir kadın evlenmeden kendini ve hayatı tam olarak anlayamazdı, hem de beni sevmişti ve benim de aynı yastığa aynı huzurla baş koyacağım biri olsun istiyordu. O kadar samimiydi ki, hani değme falcının görse utanıp fincana saklanacağı cinsten... "Ah, keşke abin olsaydım senin" dedi bana (abim olsa, bunca abuk subuk adamla işi çok zor olurdu; yarım saat konuşup notunu verdiği adamların hiçbirinin geçer not alacağını sanmıyorum.)
Erbil abiyle, belki bir daha karşılaşırız diyerek, az önce beni adaya yanaştıran halatları tutan elini sıkıp sımsıkı, ayrıldık. Mutluydum artık, beni karşılayan babamla buluşup, hiç adetim olmamasına rağmen gülümseyerek yürüdüm yolda.
(Erbil abi, yıldız kaydığını sen gördün, dileği sen tuttun eyvallah da sanki o dilek, benim umutsuz olmamamdı ve sanki, hafifçe, oldu da.)
(20-21 Ağustos 2011, Heybeliada)