... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Sözel Bezelye / Sayısal Bezelye

Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.


Bugüne, yani 24 Ağustos 2011'e yeni bir doodle ile başladık. Jorge Luis Borges'un 120. doğumgünüymüş bugün. Yıllar önce babamın getirdiği, hepsibirbirine benzeyen ilaç firmalarının acayip eşantiyonlarından biriydi bir parça papirüs üstüne yazılmış süsü verilen Anlar şiiri (bir diğeriyse Behçet Necatigil'in Sevgilerde'siydi). Şiiri bolabımın üstüne seloteyple yapıştırmıştım. Ezberlemiştim her gün giyinirken okuya okuya.

Bezelyenin temsil ettiği anlam büyüktü.


Bir de muhteşem bir ironisi vardı Borges'un: "1955'de Peron devrilince Borges hayâlindeki meslek olan Arjantin Ulusal Kütüphânesi Müdürlüğü'ne getirildi. ailesinden gelen hastalık nedeniyle görme bozukluğu çeken Borges bu dönemde görme yetisini tamamen kaybetti. 'Bana aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı'nın muhteşem ironisi" diyerek bu gerçeği kabûllenmiştir. (Umberto Eco unutulmaz romanı Gülün Adı'nda yer alan ana karakterlerden kör kütüphaneciyi Borges'ten esinlenerek oluşturmuştur.)'"

Çok sonraları gülün Adı'nı okuduğumda, bu esinlenmeden henüz haberdar değildim.

*

Yıllar geçti. Genetik menetik. Mendel (bazılarınca Mendıl okunur) vaktin birinde, bir 20 Temmuz'da ilk kez uyandığında, kendisini kocaman bir bezelyesever olarak buldu. Bezelyelerle haşır neşirliğinden koca bir bilim çıkarmıştı. Geleceğin mesleği, ama ne zaman geleceği bilinmeyen. "Biz mezun olana kadar çok önemli olacak" olan, ama oldurulamayan.

Google onun için de doodle yaptı. Güzeldi, sevdik.


Geçmiş doğum günün kutlu olsun Mendel. Teşekkürler, sayende Kıbrıs adası kadar genç, ne yapacağını bilmediği için klinik araştırmalarla uğraşıyor.


Kaynaklar:

http://siir.gen.tr/siir/j/jorge_luis_borges/anlar.htm


bazen bir hiç.


Her şeyin, kişinin, anın bir anlamı olduğunu düşünen (ister istemez, fark etmeden de olsa düşünen) 26 yaşında biri için, anlamsızlığı fark etmek ne kadar acı ve bunu kabullenmek ne kadar zor, bir fikriniz var mı? Tabi ki yok.

Bazen bir hiç olduğuma inanasım geliyor. Ama biliyorum ki, hiç de yok aslında.

*

Yaşarken değerli, üzülürken değersiz diye bir şey var mı? Ne oldu o bayıla bayıla okunan hakkıyla yaşamalara, hayata sımsıkı sarılmalara, ne oldu şimdi, "üzülme ya, değmezmiş" derken?

Bu nasıl bir ikiyüzlülük?

Her şeyi değersiz addedince geri geliyor mu tüm bu zamanlar, hatta zamanlar da değil, umutlar? O vakit ne anlamı kaldı yaşamanın? Sevginin, aşkın, arkadaşlığın, dostluğun, ailenin, mesleğin... Baştan, "ya tutmazsa" diye değersiz say her şeyi. Sonra, tutmasın, önemli olmasın, sen sadece kafanı boşalt, yüksel, "sikerler" de ve yoluna devam et, döke saça ve umursamadan.

*

Kimse için hiçbir şeyi harcayamıyorum değil mi? Mesela, biri için şarkıları harcamamalı, aklımıza biri gelmesin diye dinlenmezlik edilmemeli şarkılar. Şarkılar bunun için fazla değerli. Sonra, birini yazıp durmayalım, kelimelerimize yazık. Akan gözyaşlarımıza yazık. Fazla konuşmaya değmez, dilimizdeki tüylere yazık. Düşünen aklımıza, acıyan kalbimize yazık.




Bir tek bana yazık değil.

Ben hep güçlü olmalıyım.

yukarı doğru hareket eden bir balondan eğik atış gibi çocuk

Eskiden çok eskiden, ben daha çok küçükken bir erkek arkadaşım vardı. O zamanlar her şeyi ciddiye alıyorduk tabi de, şimdi bakınca pek önemli biri değildi. Öyle ki, biz ayrıldıktan birkaç yıl sonra en yakın arkadaşlarımdan birine yazması (ve karşılık bulur gibi olması) beni hiç üzmemişti. Çocuğun belasını bulduğunu düşünüyor olabilirim, çünkü arkadaşım "seni seviyorum"a "ii" diye cevap verebilen biriydi.

Benim için önemli olmaması bir yana, korkarım dünya için de kendi sandığı kadar önemli değildi. Bunun kararını vermek bana kalmadı tabi ki. Şuna bakıyorum ben: Bir insanın adı geçtiğinde ortamdakilerin yarısı müstehzi müstehzi gülümsüyor, bir kısmı "ulan o da ne adam yeaa" diyor, üç-beş tanesi "çok gaz olm o çocuk" diye ekliyor ve fakat bir tanesi de çıkıp "çok kral adamdır o, ne derse altına imzamı atarım" demiyorsa, o adamın ivedilikle ukalalıktan ve kendini yüceltmekten vazgeçmesi gerekir, yoksa çok yüksekten düşecektir (bundan daha önce bahsetmiştim).

Boyundan büyük dertleri olan bir çocuktu bu zat-ı muhterem. 20 yaşına gelmiş fakat hala insanların kendisinin her hareketini izlediği veya insanların her hareketini izlemesini gerektirecek kadar önemli bir birey olduğu hissini üstünden atamamıştı. Amaçsızca İstiklal'de yürürken, Tünel'e kadar gelip "hadi dönelim" dediğimizde örneğin... Ben komutun bitmesini bile beklemeden topuğumun üstünde dönüverirdim. O ise önce hafifçe sola döner, yavaş ama kararlı adımlarla bir yay çizerek yolun karşısına geçer ve oradan geri yürümeye devam ederdi. Ben serbest düşüşsem, o yukarı doğru hareket eden bir balondan eğik atıştı yani. "Öyle pat diye dönülmez, insanlar bakar, garip" derdi bir de bana.

Garip olan sadece kendisiydi bana kalırsa.
(...dedim ama, uğruna karikatür çizilmiş, baksanıza!)

bile.

_ Allah şu martıya bile annelik içgüdüsü vermiş.
_ "Bile" diyerek ne kadar kibirli olduğumuzu mu gösteriyoruz?
_ Kibirli mi olduk şimdi de?
_ Evet kibirliyiz tabi. Mükemmeliyetçilik en kötü özelliğimiz, kibir de en sevdiğimiz günah. Onlara "bile" bizdeki içgüdünün verilmiş olduğunu düşünüyoruz, oysa hayvanların duygusuz olduğunu iddia eden biri hiç hayvan beslememiş veya beslenmesine tanık olmamıştır bence.
_ Konuşamadıkları, duygularını dile getiremedikleri için öyle.
_ Konuşamayan, konuşmayı beceremeyen, yani anlamlı bir cümle kurmaktan bahsetmiyorum, duygularını cümleye dökemeyen o kadar çok "insan" varken oysa ki.



(Anneyle diyalog, 2011, İstanbul)

Yarım Kalan Çaylar ve İlişkiler

"Yirmi dakika mola versek ayrılığa, aylar sonra?
Hani otobüsler bile bir kez duruyor ya, hepi topu altı saatlik yolda."

buro'ya gelsin.



"Lütfen dikkat,

Saat 17:17'de başlangıç noktası Edirne olup, Ardahan yönüne gitmekte olan değerli Hamdi; aracınız hareket etmek üzeredir. Lütfen ilişkinizdeki yerinizi alınız.


İyi yolculuklar dileriz."



Bu ilişki nereye gidiyor Hamdi... Hamdi?
Hay allah seni kahretmesin adam gibi.



(18 Temmuz 2011 Pazartesi,
Çeşme-İstanbul arası mola noktası -neresiyse artık orası-)
Fotoğraf: April

city of night


Başka türlü ifade etmeye çalışmanın boş olduğu şekilde.

Korkuyorum da bazen.
Ya o biri, seni benim
(sevdiğim) kadar sevmezse?
Peki ya seni ben(i sevdiğin)den çok severse?

***

İstanbul, gecenin şehri ve bu bir votka reklamı değil. Olsa olsa, pink martini.



Umutçuk gece gelir.

21:00 vapuruna yetişebilirim sandım. Yetişemedim. Son dakikada Pandora'nın kutusu açılınca böyle oluyor işte ama, ne yapacaksın, tedarik önemlidir. Trafiği hesaba katmadım, her zamanki gibi şanslı olurum sandım. Olamadım. Bir sonraki vapur olan 22:30'u bekleyip çayımı içerken sahilde, Erce aradı. Vapura tam bir saat vardı, ben yine de kalkıp Erce'yi ve özellikle de The Güreli'yi görmek için Tophane'ye gittim. Yirmi dakika ha var, ha yok. Hasret giderdik. (Belki Japonya'ya ve hatta belki Tayland'a giderdik, olur ya?)

Çıktım. Trafik, trafik hala! Yine gecikseydim, başka vapur yoktu ve beni sahilde bekliyor sanan babama karşı da hiçbir açıklamam ve özrüm... Tramvaya bindim. Tramvay durdu, birileri üst üste çıktı, birileri bir tacizciyi yakalamaya çalıştı, koşturdular, kavga, gürültü, kıyamet... Kendimi dışarı attım, doğru iskeleye. Erce aradı, iyi olduğumu, yetiştiğimi öğrendi, kapattı. (Ben onu en çok bu yüzden seviyorum.)

Vapura bindim, sancak tarafına seyirttim. Üşümek pahasına, her zamanki gibi. Burada da insanlar vardı ama hepsinin gemide çalışanlar olduğunu fark etmemiştim. Biraz garip oldu... amaaan, neyse canım. Birileri geçti, "pardon bayan" dediler, bacaklarımı demirden indirdim, tekrar dayadım sonra. Bayan lafının beni hiç rahatsız etmediğini düşündüm. Etmedi, çünkü burada kadın, hanım veya kız denemezdi. (Bazen savaşmak nafileden öte, saçmadır.)

Eskiden külfet sayılan bir şey vardı vapur seferlerinde: Kadıköy'e uğrama. Sırf bu yüzden o sefer adamdan sayılmaz, es geçilirdi icabında. Şimdiyse tüm vapurlar Kadıköy'e uğruyordu ve bu çok hoşuma gidiyordu. Hayatımın, bir yere ulaşmasından ziyade yolculuğun kendisini önemli addettiğim dönemine girdim sanırım. (Aerosmith kafası)

Sadece karşımda tüm sinir bozucu güzelliğiyle duran İEL beni hüzünlendirdi. Her zamanki gibi, şahane bir performans. Umutsuzlandım. Eski sevgili(leri)mi hatırladığımdan ya da özlemleriyle dolduğumdan değil, artık bittiğini düşündüğümden. Bitti artık. Beni kimse sevmeyecek, ben kimseye aşık olmayacağım diye değil. Beni kimse istediğim gibi sevmeyecek, ben kimseyi istediğim gibi sevmeyeceğim, diye. Etrafımdaki, hikayesini dinlediğim 'aşk'lar günübirlik, hatta gecesibirlik diye; bir sabah bir adamın yanında uyanıp "acaba bu o mu" diye değil de "beni arar mı ki", hatta "bu adam acaba nasıl biri" diye düşünülüyor, diye. (Her şey normal, her şey ucuz, kalitesiz, eline alır alınmaz kırılıyor. Daha kötüsü, bazen bir şeyi o kadar değerli sanıyorsun ki dokunmaya kıyamıyorsun, sonra o seni kırıyor.)

Ben İstanbul'a benim gibi bağlı bir adamı sevmiştim. Tek ortak özelliğimiz bu olsa, ben yine tanınmaya değerdim. Öyle sanıyordum. O ise, şekilcilikten ölecek hastalığına yakalanmıştı. Bir daha görmeyebilirim, diye kararttım gözümü ve ona, "sevilmek her şartta güzeldir" diyerek, yazdığım en içten şeyi yolladım. Ben onu bir daha görmedim gerçekten de ve o bana "eyvallah" bile demedi. (Seni gerçekten seven adam, böyle yapar mı İstanbul? E o beni üzdü, hani, dövmedin onu?)

Ben yanlışım, uygunsuzum buraya, onu anlıyorum ama bu kadar yanlış bir zamanda doğmak benim tercihim değildi ki. Kafamın eskiliğinin yadırganmayacağı bir yere, şimdiki normallerin hala azıcık daha anormal olduğu bir yere dönmek isterdim, imkanım olsaydı. (Akım kapasitörü istiyorum.)

Tam ben bunları yazarken, vapurun ve yazının rotası değişti. Burnumuzu adalara verdik, o esnada gemi adamlarından biri bana çay ikram etti, ve olaylar gelişti. (Ben gemide çalışanlara gemi adamları derim, Zeyyat'a karşı iki kelimelik bir saygı duruşudur bu.) Sonradan öğrendiğim adıyla Erbil abi, hani Yavuz Donat'ın görse kendini ısıracağı cinsten bir memleketimden insan manzaraları kafası yaşattı bana. Öğrenciliğim, işim ve memleketimle ilgili sorulara cevap verdim, klavyeyi hızlı kullanmamla ilgili övgüleri kabul ettim. Maaşımı bile sordu Erbil abi, az söyledim, ona çok geldi. Biriktirip hayatımı kurmamı öğütledi (hayatımı kaça kursam yetişirim sizce?)

Baktım olmayacak, kapattım bilgisayar ekranını. Yazı kaçmıyordu, üstelik düşündüklerimle yüzleşmek bana iyi gelmiyor da olabilirdi. Belki de umutsuzluğa düşenin, gemi adamına sarılması gerekirdi (mecazı anlamayan nesle aşina değiliz).

Hanım kızlığımı keşfettim Erbil abi sayesinde. Dobraymışım mesela, o dedi diye diyorum. Haksızlığa hiç tahammülüm yokmuş. Dosdoğru, net konuşuyormuşum. "Yüzündeki bu nur, bu iyi niyet çok güzel. Ama, iyi niyetten kaybedersin sen" dedi Erbil abi. "Şimdiye kadar kaybetmedim" dedim, yalandı ama olsun. Evli olmadığımı öğrenince erkek arkadaşım olup olmadığını sordu. Yok, dedim. Maaşımı erkeklere söylemememi tembihledi, "paraya gelirler" dedi (sinek mi lan bunlar?) "Ha, hayat müşterek, gelsin tabi ama böyle iyi niyetliyse gelsin" diye de ekledi ama.

Sonra da bana kendisini anlattı. Dört yıldır evliymiş, istediği gibi mazbut, başı kapalı filan bir kızcağızla evlenmiş, 3 yaşında bir oğlu (fotoğrafını gördüm, dünya tatlısı), bir de bir ay sonra bekledikleri bir kızları varmış. Karısının hiçbir zaman çalışmasını istememiş, ama şimdi, onun 1,5 milyarlık maaşının yanında karısı da bi milyar alsa, fena olmazmış hani. Tek bir şey istemiş karısından: Dırdır etmemesini. Kafasının dolu olduğunu, her dediğini elinden geldiğince zaten yapmaya çalışacağını söylemiş, kadın da kabul etmiş belli ki, çünkü adam huzurluydu. Gece 3'te bıraktığında işi -ki ben bu satırları yazarken saat hala 02:51-, Beykoz'daki evine gidecek, karısı ona "aç mısın?" diyecek, o ise sadece uyuyacak ve 5 saat sonra kalkıp yine işe koyulacaktı. Bunları anlattı, anlattı ve sonunda "Ama kafamı yastığa koyduğumda o kadar huzurluyum ki, hiçbir şeye değişmem" dedi. Sonra da benim için aynısını diledi, çünkü ona göre bir kadın evlenmeden kendini ve hayatı tam olarak anlayamazdı, hem de beni sevmişti ve benim de aynı yastığa aynı huzurla baş koyacağım biri olsun istiyordu. O kadar samimiydi ki, hani değme falcının görse utanıp fincana saklanacağı cinsten... "Ah, keşke abin olsaydım senin" dedi bana (abim olsa, bunca abuk subuk adamla işi çok zor olurdu; yarım saat konuşup notunu verdiği adamların hiçbirinin geçer not alacağını sanmıyorum.)

Erbil abiyle, belki bir daha karşılaşırız diyerek, az önce beni adaya yanaştıran halatları tutan elini sıkıp sımsıkı, ayrıldık. Mutluydum artık, beni karşılayan babamla buluşup, hiç adetim olmamasına rağmen gülümseyerek yürüdüm yolda.

(Erbil abi, yıldız kaydığını sen gördün, dileği sen tuttun eyvallah da sanki o dilek, benim umutsuz olmamamdı ve sanki, hafifçe, oldu da.)


(20-21 Ağustos 2011, Heybeliada)

Kakalanan yaşam stillerini sizler için toparladık.

KADIN- Sevdin sen o kitabı, hı?

ADAM- Nereden anladın?

KADIN- Altı aydır berabersiniz... "Yüreğinin Götürdüğü Yere Git..."
Yani bir yol hazırlığı da bu kadar mı uzun sürer, hayret!

ADAM- Ben yavaş da olsa okuyorum, sen okumayı yazmayı unutmak üzeresin.

KADIN- Yani "Sevme Sanatı"nı bitirmedim diye soktun bu lafı değil mi?
Ben sevmeyi Eric Forum'dan öğrenmek istemiyorum belki.

ADAM- Erich Fromm.

KADIN- Her neyse...
ADAM- Tabii sen bunu tuhaf kadın dergilerinden öğrenmeyi tercih edersin.
Elin Amerika'sında yapılan manasız anketlerin Türkçe'ye çevrilmiş halleriyle çizersin rotanı... "Bakalım sevgiliniz ne kadar Angut" ya da "Diyelim ki o akşam çok sevişesiniz var ama sevgiliniz beyzbol maçına gitmek istiyor ne yaparsınız?" a) Kafasına beyzbol sopasıyla vururum. b) "Tamam ben de gelirim ama devre arasında sevişirsek" dersiniz.

(Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar, Yılmaz Erdoğan)

Bu "Yaşam Stili Kakalayan Anketler" diyaloğu bana hep Apple'ı hatırlatır. Ne kadar teknolojik açıdan şukusunu verip önünde eğilsek de, kabul edelim ki hiçbir ayfon bağımlısı, hiçbir ayped müdavimi hayatında ısırılmış bir elmanın bu kadar önemli olacağını aklına getirmemiştir (yaradılışçılar hariç).

Geçenlerde metus'la "inovasyon deyince akla gelen Apple"ı konuşurken "karizma" sözcüğü cümle içinde kullanıldı. Ben bu tip karizmayı, kakalanmaya çalışılan tarz olarak görüyorum. Bir kere eli verdin mi, kolunu kaptırıyorsun elmaya; çünkü genelgeçerliğin zıttı Apple. Her şeyi oradan alıyorsun (çoğunlukla, mecburen - başka bir şey kullanma opsiyonun olmadığı için), ardından yüzlerce çeşit aksesuar geliyor... Örneğin, hiç koşuya çıkmayan biri olarak kendini eBay'de kola aypod takma bandı alırken görebilirsin. Hayatında burçlara ve uğurlu renklere inanmayan biri olmana rağmen, aypodunun rengi, ayfonunun kılıfındaki desen tarzını yansıtsın diye, hatta sana tarz yaratsın diye uğraşıyor bulabilirsin kendini. Dahası, bu tarz meselesi mekbuukun sorunsuz çalışmasından veya herhangi bir yazılım artısından çok daha önemli olabilir. Ve şu an olan da aynen bu.

The Best Page In The Universe www.maddox.xmission.com'u yıllar önce keşfetmiş ve çok gülmüştüm. Benim hiç olmayı tercih etmeyeceğim bu küstah aşağılayıcı haller çok komik olabiliyor (yıllarca Zaga'yı da bu yüzden izlediğimizi kabul edelim lütfen!) Giderek sıklığı azalan yazılarını hala açar okurum ara ara, geçenlerde "The iPhone is a piece of shit, and so is your face." başlıklı yazı da aklıma çok önceleri okuduğum "One thing PC users can do that Mac users can't..."i getirdi. Maddox'un yanıtı aşağıda (ben yazmadım efendim yazıyı, çemkirmeyiniz):

Şu aralar şahane bir metafor denizinde bilinmeyen yerlere sürükleniyoruz, gibi geliyor mu size de bazen? Bir blogcu olarak bunu benim söylemem saçma belki, çünkü ben de bir yerinden dahilim bu güruha. Ama özellikle bu trendy tumblr'cılar, her yerde gördüklerini birbirleriyle paylaşmaktan ve içine aslında kendilerinden hiçbir şey katmadan sözde-kişisel bir alan yaratmaktan çok zevk alıyorlar gibi. Çok acayip fotoğraflar ve çok süpersonik şarkılarla dolu her taraf, siz yetişebiliyor musunuz bu hıza? Peki üstünde hiçbir şey yazmayan bu paylaşımlardan, kişiyle ilgili bir fikir edinebiliyor musunuz? Paylaşıma hayır, demiyorum, haşa! İçinde paylaşım yapılan her site, kişisel blog değildir diyorum.

Umutçuğum da benim gibi düşünüyor:

Normal insanlığımızla arada bir de olsa yüzleşelim: Annemiz kahvaltı sofrasını bize zorla toplattıktan sonra kaçtığımız odada bilgisayar başına oturup dün dinlediğimiz ve paylaşmayı bugüne bıraktığımız şarkının linkini twitter'a atınca, veya yarı gölgeli çekilmiş bir sarı vosvos minibüsünü başlıksız/yorumsuz tumblr'ımıza koyunca çok acayip bir karakter kazanmıyoruz. Aynı, 150 lira bayıldığımız Converse'in bizi daha hızlı koşturmadığı gibi.

Ha, benim de 3 tane Converse'im var.


Yaklaşık 75 kişi bu yazı ile Maddox hayranı oldu (yaklaşık 75 kişi de düşmanı).

masumuz hepimiz

Your car is Japanese. Your vodka is Finnish. Your pizza is Italian. Your kebab is Turkish. Your democracy is Greek. Your coffee is Brazilian. Your movie is American. Your tea is Tamil. Your shirt is Indian. Your oil is Saudi Arabian. Your computer is Chinese. Your numbers are Arabic. Your letters are Latin. This update is in English.
And you complain that your neighbour is an immigrant?


Copy and paste if you're against racism.

Bize her yer İbiza olabilir.


"O, bundan on yıl sonra getto basiti karısına nafakasını verebilmek için varoştaki evini -üstelik de metro gelmiş olacak o zamana kadar oraya!- satıp savmış ve başka bir dağbaşına, en yakın arkadaşının yanı başı bir eve kiraya çıkmış olacak. Tüm akşamlarını beraber, ya onun ya da diğerinin evinde geçirecekler. O diğerinin kardeşi kendini kurtarmış, kayışı koparıp Miami’ye gitmiş, annesiyle babası da emekli olup Seferihisar’a yerleşmiş ve evi de satmak istemelerine rağmen, öyle oğullarının evlenmesi filan gibi bir umutları olmadığı için “her şeyi sizin için yaptık yavrum biz” deyip bırakmış olacaklar oğullarına evi, hah işte o evde oturup akşamları içecek bu iki adam, kafa kafaya verip dünyayı da kendilerini de kurtar(amay)acaklar. Kafasındaki üç tel saçı da beyazlamış olan öteki “ya bu kız da zamanında böyle yapmıştı” diyor olacak –hala!-, bu da “ben kadınları anlamıyorum abi” diyecek, “bi sözlük olsa keşke” diye sızlanacak. Oysa ki o sözlük vardı, tam burada ama kaybetmişsin be adam, gidip kendi elinle sahafa vermişsin!

Bu arada biz, yanımızda birçok yakışıklıyla İbiza’da partiliyor olacağız. Ama aslında düşününce...

Bize her yer İbiza olabilir."

Üzülmeye gerek yok. / Üzülmemeye gerek var.

if only I (too) did not remember.

Veciko'ya, kuzene ve bana...

(17-18 Ağustos 2011, İstanbul)

Müzik. / Görsel.

1983

3 kişi var hikayede. Biri cinayet işleyecek olan, diğeri işlemeyecek olan ve karşımda yine bay “doğru söylemişim, işlerim” ama ilkiyle aynı değil o da. 3 kişi var, hepsini tanıyorum, hiçbirini tanımıyorum aslında.

*

Enerjim tükeniyor. Gece 10’da eve gelip, 11’de uyuyorum. Mecburum çünkü, sabah 06:20’de uçağım var. Sabaha, adet olduğu üzere 3 alarm kuruyorum. İlkinde uyanıyor ve faltaşı gibi kalakalıyorum. Tekrar uyuyamıyorum (uyandın, uyuyamadın olacak; kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında...)

Benim kendimi üstün hissetmemi sağlamak, erkeklere nazaran ayrıcalıklı olduğumu düşündürmek zordu. Eşit olunamayacağını ama bunu konuşmanın saçma olduğunu, kimse umursamasa bayan sözcüğünün kimseyi rahatsız etmeyeceğini, tüm erkeklerin köküne kibrit suyu dökülmemesi gerektiğini, adamların hayatımda kızlardan önemli olageldiğini ve onlara da(ha) çok ihtiyacım olduğunu savunurum. Savunurdum. Safmışım.

Zoru başardınız, bravo erkek milleti. Elçilerinizi gönderdiniz üstüme sırayla, birinden dirilince diğerini yollayıp hemen ardından, sabrımı sınadınız. Çok farklı gibi görünseler de, olaylar çok farklı olsa da aynı çocukluktaydılar (arife yılında lanet mi var acaba, ne dersin Orwell üstad?) Kendinizden tiksindirdiniz, bana (bana bile!) şunu dedirttiniz sonunda: Kavga ayırmakla delikanlı olunmuyor. Adamlığın sözlük karşılığı görmezden gelmek, örtbas etmek, dalgasını geçip işi sıfıra vurmaya çalışmak değil. Bu durumda bazılarınız adam değil, insan, hiç değil.

En derin sandığımız adamlar bile, gidiyorsun gidiyorsun, hala diz seviyesinde.

*

Kuzen haklı beyler: Bir erkek için, sevgilisi olan veya olmayan bir kızı arkadaş edinmek, kızın erkeği hayatına katmasından çok daha değerli, çünkü çok daha zor. Öyle olmalı, bakıyorum etrafıma, erkek çoğunluklu gruplar sadece öyle tercih ettikleri için değil, mecburen, öyle istemek durumunda kaldıkları için öyleler. Değer vermeyi geçtim, tahammül edebilecekleri kız sayısı o kadar az ki.

Değer denen şeye dikkat etmeli. Fazlasının, ya da sözde fazlasının zerre kadar önem arz etmediği, insana hissetmesi gerektiğinin tersine “keşke daha değersiz olsaymışım o zaman be abi” diye düşündürdüğü oluyor. “Çok güzel bir şey söylüyorsun gibi, ama benim kalbim kırılıyor” dedirttiği (yine de anlaşılamadığı) oluyor. Biraz yerin dibine girseydin, azıcık utansaydın keşke, diye serzendirdiği oluyor, ama içinden.

*

3 kişi var hikayede (dördüncüsünü arıyorum ben, o tanıdık, bildik, sevdik olanı ama yok!) Napayım, üçüncüyü tırtıklıyorum. Bana “iyi ki sen” diyor, “iyi ki başkası değil de, sen.” Hep sağlam duracağıma, hep rahat olacağıma duyulan güven büyük. Hiç üzülmeyeceğime, hislenmeyeceğime, isyan etmeyeceğime inanmış herkes, öyle ki ağzımı açıp “bir de amcalara pipimi göstereyim istersen?” diyemiyorum. Diyemiyorum işte! Söyleyeceklerimin çoğunu yitirmişim, görünen o ki, geçici olarak bitmişim.

*

İnsanlara kötü bakıyorum bazen, değil mi? “Neden öyle bakıyorsun?” dedirtecek denli, böyle hayırdır inşallahlı, soru işaretli. Evet, ama keşke daha kötü bakabilseydim.

Keşke sonra ben ağlayacağıma, karşımdakini ağlatabilseydim.


(09 Ağustos 2011, İstanbul – Gaziantep semaları)

Görsel.

Bu ne perhiz... (gerçek anlamıyla)

Bir hafta sonraki olay için "etkinlik düzenlenmiştir" diye haber yapmak hadi yine neyse (düzenledik ama daha gerçekleştirmedik, diye ince düşünmüş olabilirler tabh). Lakin tutup bu kadar bariz bir hata yapmak nedir, bunu sevgili bakanlık mı, sevgili dernek mi, sevgili ajans mı akıl etmiştir, salak yemin ediyorum gerizekalı olan bunlardan hangisidir?


Yemekli 140, yemeksiz 170 öyro efendim; toplantıya gelip uyumak 900 öyro, etkisi klinik deneylerle kanıtlanmış bir sıkımlık diş macunu da bizden.

siz bakmayın bu kadar...

Kaynak: http://rainbower.tumblr.com/post/8797627585

İçimizdeki Estonyalılar

10 Ağustos 2011 Estonya - Türkiye maçını izlerken, spiker "estonyalı taraftarloaar" dedi. Kameranın yönü değişti, 3-4 kişilik bir grup, ellerinde "GÜLE GÜLE ARDA / BIENVENIDO ARDA" yazan koca bir pankartla göründüler. Dönüp yanımda oturan Can'a "abi bienvenido, hoşgeldin demek değil mi ya?" dedim. Estonyalıların İngilizce bilgisinin pek de iyi olmadığnı düşündüm. Bienvenido'nun İngilizce olmadığı aklıma geldi. İsponyalca'ydı dimi, dedim. Demek ki Estonya'da İspanyolca konuşuluyormuş, sonucuna vardım ve aynı anda da Türkiye'nin baybay dediği Arda'ya Estonyalıların hoşgeldin dediğini ve bu kelime oyununu anlamadığımı fark ettim.

Bu sabah "bir başarı hikayesi" diye bir mail geldi; fotoğrafıyla videosuyla işte o iki gün önce izlediğimiz maç ve o pankart, kamera arkası "pankart hazırlanışı" fotoğrafıyla beraber. Pankarttan sonraki bir dakikaya da dikkat, diyordu mail.

Meğersem İçimizdeki Estonyalılar, benim Erce kanjimle zıpır arkadaşları Berkay, Engin ve Alper'miş! Erce'nin maç akşamı dediği gibi Fanatik'e çıkamasalar da, televizyon vasıtasıyla meşhur olup ömürlerinin o 15 dakikasından birkaçını stattan atılmadan yaşamışlar, hala da yaşamaya devam ediyorlar aşağıdaki videonun aldığı tıklarla.

Hep derim, Estonyalılar kafaları güzel ve pek barışçıl insanlar.




Kızım sana söylüyorum, gerizekalı adam sen anla.


_ Benim annem bana öğretmedi bunları kızım, o yüzden ben sana söyleyeceğim. Güzel şeyler değil söyleyeceklerim, ama yol göstermek benim görevim. İnsanın başına her şey geliyor, hazırlıksız yakalanma.

_ Neymiş o anne?

_ Çok garip bir şey değil: Adamlar. Daha doğrusu, adamlar değil de, “erkekler”. Yarın öbür gün bir erkek sana gelip seni çok sevdiğini, senin için yaşadığını filan söyleyecek. Cevap vermeden, sevinmeden veya herhangi bir şey hissetmeden, ağzından çıkan ilk şey şu olsun: "Hoh de bakayım."

Sensiz cennet bile sürgün sayılır.


Daha önce kullandığım fakat kaynağını bilmediğim bir görsel vardı; onlardan bir galeri dolusu varmış meğersem! Buyrun:
http://www.ponandzi.com/


Bu da (mı) gol değil.

Yoruluyorum. Heyecanlanıp durulmaktan, durulmak zorunda olmaktan yoruluyorum. Yaşayamıyorum gürül gürül, kaç yıldır, kaç cumartesi gecesidir, kaç pazar sabahıdır.

Ne yapılacaksa yapacağım, dışarı mı çıkılacak yeni insanlarla tanışmaya? En sabaha kadar kalan ben olacağım. Sıkılsam da bıksam da, yapacağım bunu. Eelence mi, NuTeras mı, hangi çirkin yere gidiyoruz? Hadi. Hiç dalmayacak, melankolik olmayacak, hiç surat asmayacağım, 1400 kişilik düğünde paparazzi kameralarına poz verir gibi yüzümde salak bir gülümseme, yapış yapış –yazarken bile tiksindim kendimden, ama hayır, hayır pes etmek yok!- çok konuşmayacağım, konuşursam da mırıl mırıl, içimden gibi –ki önemli bir şey dediğimi sansınlar- sonra bir yolunu bulup bozuşacağım karşımdakiyle –saçmasapan şeylere takacak kadar hissiyatlı olduğumu böyle göstereceğim işte-. Çok anlamayacak, anlasam da belli etmeyeceğim. Anlayışlarımı arkadaşlarıma saklayacağım, ha, çünkü bulduğum adam arkadaşım da olmayacak (laf arasında "abi" dediniz ve kaybettiniz!) O beni dinlemeyecek, ben de onu. Sonra da ayrılacağız, çünkü böyle ilişki mi olur amına koyayım, eskortluk lan bu?

Bu da (mı) gol değil.


Oturuyorduk güzel güzel. Arkadaşımın sevgilisi ayrıldı yanımızdan, eve gitmek üzere. Çocuğa “git peşinden” dedik. Gitti. Kızı geri getirdi. Kız tekrar gitmek istedi ve erkek arkadaşını tutmamızı söyledi. Gidecekti, uyumak istiyordu, çok normal değil mi bu? Tamam, dedim ve ses etmedim, bırakalım gitsindi canım. Gitti. Sonra aradı sevgilisini. Bir daha. Bir daha. Sonra bizi aradı. Bir daha. Bir daha. Bir daha. Ta ki çocuğu kaldırana kadar yerinden. Kaldırana ve yanımızdan ayırana kadar.


Eminim yedinci kez ayrılmışlardır ve yine –hala, aslında- beraberlerdir (ne için?)


Çocuk giderken “Ben kızları hiç anlamıyorum” dedim. Bir kız bana “böyle tipik kızları ben de anlamıyorum” dedi. “Sevgilin var mı?” diye sordum ona. Yokmuş.


Hiçbir sey anlamadım ya ben bu işten, keyfim de kaçık değil o yüzden. Yok keyfim, sanki hiç olmamış gibi. Keyfim önüne cevaplar kitabımı katıp kaçmış (NÖBETÇİLER!) O yerinden kalkınca anlaşılmış etrafın ne kadar tozlu olduğu aslında (Etraf zaten dandini, dağınıklığın kusuruna bakmayın lütfen, ah, keşke toz alsaydım bi)
.

Eskiden keyfimin durduğu yerde şimdi koca bir soru işareti duruyor; dolgun, biçimli. Ağızlara, akıllara layık.


Delilere layık.

(Temmuz-Ağustos 2011, İstanbul)

şafak

_ Çok seviyordum be abi.
_ Nasıl seviyordun Hidayet?

_ Gün onunla ağarıyordu.

(Sait Faik Abasıyanık - Öyle Bir Hikaye)

alıntı. / görsel.

na buraya yazıyorum...

... öyle bi aşık olucam ki, ağzınız yüzünüz yamulacak. yer yerinden oynayacak. noluyo lan, diye kendinizi dışarı atacaksınız. evlerde duramayacaksınız.

öyle bi aşık olucam ki ben, siz insanlığınızdan utanacaksınız.




Sigara 'off'

(Başlıkta Feyza Hepçilingirler'i anımsayarak)

On.


Bir sigara firmasında çalışan arkadaşıma "sizin bu sigara iyi güzel de, paketi çok çabuk yırtılıveriyor bunun. Ağzı burnu yamuluyor iki günde." dedim. Tabi ben çantada günlerce tuttuğum, hatta eve bırakıp sonra lazım olunca tekrar aldığım için falan... Dayanıklı kutucuklar lazım bana.

Arkadaşım gidip bunu üretimdekilere mail atmış, bir arkadaşım böyle böyle dedi, diye. Firma birbirine girmiş bildiğin, "aaa öyle şey olur mu!"lar, "aaa öyle şey olur mu? neden oluyor?"lara dönmüş, üç-beş kişi gelip kim bu arkadaş, demiş (onlara ne ise), niye böyle dediğimi sorgulayıp "yanlış kullanıyor olmasın?" demişler. Neyi? (Bir sigara paketi, ehil olmayan ellerde bir cinayet aletine dönüşebilir!)

Sigara içmenin kullanıcı hatası olabilecek, yanlış denebilecek tek tarafı sigarayı içiyor olmak zaten. Daha büyük bir yanlış var mı?

Arkadaşlar gitmiş, tekrar gelmiş, bu kez abartıp durumu "arkadaşın hala içmeye devam ediyor değil mi? yapabileceğimiz bir şey var mı?" diye sormuşlar.

Güldüm. "Göndersinler beleş bir karton sigara" dedim. Dağıtırım ona buna. Çünkü, arkadaşım da bilmiyor hala ama, içmiyorum. Paket taşımıyorum. Üstüme yapışacak olan kokudan ziyade etiketten hoşlanmadım. Kulağımı tırmaladı "bellatrix artık bildiğin içiyor" lafı, meğer durumun ortaya konmasıymış beni vazgeçirecek olan.

"Sana ne?" hala, o başka.

Off.

kimseye yazamadın da üstelik.

Kendimi bir Türk filmindeymişim gibi hissediyorum. Sahne bilindik, bir adam bir kızı kendinden nefret ettirmeye çalışıyor. O filmleri izlerken hep "yea tanımıyor musun karşındakini, o böyle bir şey yapabilir mi, belli işte özellikle kendini kötü göstermeye çalıştığı" deniyor ya... Tövbe, bir daha demeyeceğim. Gerçekten şüpheye düşüyormuş insan. Ciğerini bilse, konduramasa da falan, şüpheleniyormuş çünkü bu gerçek hayatmış, her şey olurmuş.

Fiziksel zararlar... Fani şeyler... Peki bu ruhumuz ne olacak?

Sana ne ulan, sana ne, ben kendimi zehirleyerek öldürüyorum belki, belki başka bir şey düşünmek için sigara içiyorum, sana ne? Hem, çok da umurundaydı sanki. Çok umursuyordun, çok.

Sen git... Tövbe.

booze in a carton

or, cartons of booze!



http://www.mymodernmet.com/profiles/blogs/alcohol-milk-cartons

yasak elmalı martini.

tam neye kızıyorum, onu da bilmiyorum. sarhoşluğa mı? sarhoşluğa sığınılmasına mı? yalana mı, yalan ihtimaline mi? aslında bir yerdeki en güzel kız olmayışıma mı, yoksa olma ihtimalime mi? (beauty is in the eyes of the beholder) çocukluğuma mı, fazla büyüklüğüme mi?

herhangiliğime mi, muhteşemliğime mi; hangisinin doğru olduğunu bilemeyişime mi?

esas kendime mi, esas oğlana mı?

tam neye inanacağım, onu da bilmiyorum.

(gözden çıkarılamayacak kadar değerli olduğuma, sanırım?)

kim demiş yasak elma kırmızıdır diye.

Meseleye bir matematik problemi edasıyla yaklaşmak yardımcı olacak belki de. Hayat iki artı ikinin hayatta dört etmediği (üstelik çoğunlukla daha az ettiği) bir yer olsa da, umudumu kesmek istemiyorum müspet bilimden.

Çözmem gereken şey şu: Yaşadığım şeyin büyüklüğü ve şaşırtıcılığı mı beni bunu herkese anlatmak istemeye iten, yoksa sadece ve basitçe, anlatmak istemem mi? Öğrenmek istemem mi? Duymak istediğim şeyleri duymak istemem mi? (Bu sonuncusu çok tehlikeli bak.) Hakkında her şeyi duymak istiyorum, peki bu (aşk değil de) nedir?

İçimde tutup kendime saklayamayışımın sebebi ne? Kendimden mi taşıyorum? Neden kendimi yollarda buluyorum, uykusuz ama yorgun değil, asla değil? İsyankar, heyecanlı, yorgun, şüpheci belki.

Her şeyi anlayınca ne olacağını bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok. “Koyveririm gitsin be” diyorum, "hani anı yaşayalım bu sefer de, önceden düşünüp planlayarak olmayacak"... Ama bu bile bir plan. Bu bile senaryo. Belki hiçbir şey konuşulmayacak, belki konuşulacak bir şey yok bile. Belki hepsi koca bir -OH bulutuydu; uyuyup üfledik, the end.

Yasak elmaya kimse sormamıştır, ısırılmak isteyip istemediğini.


Uğruna paralanacak bir ilişki daha bulduğum için mutlu olmalıyım. Nefesini dudaklarımda hissettiğim adama “seni de kaybedemem” diyebilecek, ona bu sorumluluğu yükleyebilecek kadar kendinden geçmiş bir kendindelik içindeydim ben.

(Vazodan bahsetmeseydik vazo kırılır mıydı ya?)

doğala özdeş aşk aroması

Bizim gitar muhabbetlerinde de çokça çalınan kalitesiz "çilek dudaklarına yapışıp kalıcam" şarkısından ibaret değil elbet çilekle aşkın özdeşliği.

Neden acaba? Geçenlerde bunu düşündüm.


Gülben Ergen'in de böyle bir şarkısı var, sağolsun hatırlattı bize düğünde. Şarkı tırt da olsa güzel şeyler söylüyor, benim bugünlerdeki liseli kızlar gibi pır-pır olma isteğimden, bana da öyle geliyor olabilir.
"Varlığın öyle bir sevinç ki, burnumda çilekli sakızımın kokusu" Denedim; naneli, damla sakızlı, kavunlu, asai üzümlü filan yazsak, vermiyor aynı anlamı. Hiçbiri kulağa çilek kadar olağan gelmiyor.

Bir de Accidentally in Love vardır mesela Counting Crows'dan, Shrek 2'de duyup coştuğumuz parça. "Well baby I surrender to the strawberry ice cream..." Yine o çilek!

Gerçekten, neden? Erotik çağrışımı yüzünden mi, çilek-çikolata filan? Kırmızı rengi mi? Kalp şekli mi? Tadı mı, kokusu mu şahane?

Neden?

romantik.

Herkes bana iyi ki saçım kestirdiğimi söyleyip keşke daha önce kestirseydin, diyor. Gerçekten de öyle.

Benimse uzun, çok uzun saçlı olmak istediğim bir an var. Buz gibi suya dalıyorum, yüzüyorum ya dipten. Durup etrafımdaki muazzam renge bakıyorum, mavi, turkuaz, yeşil. Ben durunca saçlarım yüzümün önüne geliyor, araç fren yapınca öne kaykılan yolcular gibi. İşte o zaman saçım uzun olsaydı keşke, diyorum. Sadece o zaman.

(Ağustos 2011, Bozcaada)

kocaman bir lastik

Ergen gibi. Özlem Tekin'in "biri var" klibindeki liseli kız gibi. Rengarenk. Rahat.

Kocaman ağzınla kocaman güler gibi.
Kitap okur gibi.
Kocaman bir lastiğin içinde sallanır gibi.
Heyecanlı. Eğlenceli.

Yüzüncü kez Runaway Bride izler, yüzüncü kez Martina McBride dinler, I Love You der gibi.



Totemdir.

çağırdık biz, çağırdık...

Hayatımda her şey ne kadar da iyi gidiyor derken ben tam, birden tersine döndü rüzgar.

Yarı-profesyonelce yapmaya başlayacağım yazma işleri dalgalandı. Ben ne zaman ki dergiyi aldım, adamlar konsept değişikliği istediler. Tabi ki ne istediklerini bilmeden sadece istedikleri için (kötü niyetli ajansların elinde müşteriler bir cinayet -ya da cinnet- aracına dönüşebilirler) öyle askıda kaldı o muhabbet bir süre. Asıl işi, hatta kendi işi bu olup da, ikinci iş olarak yapan ben kadar ciddiye almadığında insanlar bir şeyleri, sinirleniyorum. Elinden ayfonu düşürmeyen adamlar bana "mailime yanıt vermedikleri için mahçup" oluyorlar. Az kapasaydın fruit ninja'yı, verirdin belki mi diyeyim, ne diyeyim? Ne dersem diyeceğim ama yarın çözeceğim bunu.

Kuzenin yeni eve çıkan bir arkadaşına uğramış, mutlu mesut oradan ayrılırken "biz çok iyiyiz ya, artık ya evlensek ya da ölsek çıkarız bu evden" dediğimiz evimizin kapısına dayanıp ev sahibi, telefon bile etmeden üstelik, taşınmamızı istiyor ertesi gün. Kuzenin beş yılda beşinci, benim iki yılda üçüncü evim olacak bu. Aramalara başladık ama acelemiz yok, biraz da kendimizi düşüneceğiz bu kez. Yeter bu evsahiplerinin kazandığı.

Bir şeyler oldu ve darmadağın oldum birkaç haftadır. İsyankar, heyecanlı, yorgun, şüpheci. İçinde uyuyamadığım o yataktan kalkarken içimdeki korku, bugünün geleceğiydi çünkü "o kadar çok insan kaybettim ki, tahammülüm yok artık", aynı dediğim gibi. Önemli olan yarışmak değil, kazanmak ve elimde tutmak onu, o her neyse. O her neyse, görmezden geliyor gibi yapmaya çalışarak yengeç adımlarıyla uzaklaşamam ben. Halledeceğim, yine delikanlı gibi kelleyi koltuğa alan ben olsam da halledeceğim. Biliyorum kendimi. Yoksa kendi yatağım bile içinde uyuyamadığım bir yer olup çıkacak.

Ben içinde nasıl davranacağımı bilmediğim ilişilerden tiksindikçe, onlar üstüme üstüme geliyor sanki.

Ve eski sevgili: Hayatımda artık bir doğumgününden diğerine bir telefon kadar yer alan ama yine de durumlar üstündeki dolaylı etkisinin büyüklüğüne şaşırıp sinirlendiğim adam. O kadar çok çağırdık ki herhalde bu birkaç haftadır, orda burda çektiği fotoğrafları sergiliyor instagram vasıtasıyla. Feysbuka zorla sokmuş olmasam, inanacağım sosyalmedyasever haline. Çağa ayak uydurdu falan bildiğin. Ne güzel değil mi sürekli karşıma çıkması, eminim ne enstantanelerle dolu bir börekçi veya ay-çok-şeker bir kahve fincanı sebebiyle belirmesi adının karşımda? Gerçekten... Bugün bir gündüşü gördüm, eski sevgiliyi yarın, bir yere gitmeye kadar verdiğim halde göreceğimi belki. İçimden bir ses "yalnız olmayacak" dedi. Olabilir. Ama kıskançlık hissettim bu durumun düşüncesiyle bile. Onu değil, yalnız olmayışını kıskanırım.

Özetle, neymiş, fazla iyi demeyecekmişsin hayatına. Çağırmayacamışsın kötüyü. Bilemediğin cevaplar rüzgarda bile değil bazen.

Rüzgar ters...

gidenlerden #son

Bakıyorsun, görmüyor. Konuşuyorsun, dinliyor ama. Nasıl konuşulacağı, ne kadar anlatılacağı, elin kolun nereye konacağı bilinmiyor artık. Kavga edilmiyor. Haksız da çıkılmıyor. O korkuyor sadece. Ama okuyor, korksa da okuyor. Kesinlikle acımıyor, canı da acımıyor, sana da acımıyor.

Kabul ediyorsun. Anlamasan da peki.

“Since I wasn’t consulted at the time of the creation of the world, I reserve for myself the right to have my own opinion about it.” der Fyodor Dostoevsky, "The Adolescent"ta. Yapımda ve yıkımda benimle konuşulmadıysa ben de istediğimi düşünebilirim. Ama kabul. Burda, göz önünde, yetmiş milyon bizi izlerken olmasın.


# SON

"Anlamadın ne dediğimi, anlamadın ve yazamadın da. Benim dediğim tutma öyle bir tutma değildi." dedi adam. Kalbim kırıldı. Anladım gibi geliyordu oysa, ama aynen anladığımı yazmak istemedim. Ağır geldi bana adamımın ruhunun -o canım ruhunun- uçup gitmesi ve tutamaması bile, belki de bana yakarmasına rağmen benim tutamamam bile; uyumak istememesi, uyuyunca uyanmak istememesi... Hayat berbattı, evet. Öyleydi Müslüm Baba'ya hak verircesine, kola bir çentik atarcasına o ünlü so-called jiletlerle. Uzun zamandır ilk kesiğim de bizim kopuşumuz olmuştu zaten.

İnsanın hayatını, her gününü -güzelleştirmek şöyle dursun- çekilebilir kılan dostları böyle teker teker yamacından ayrılınca, fena oluyor. Üstelik onun adına ne kadar sevinse de insan, o içine oturan taş ağırlaştırıyor ya gövdeyi, böyle zıplaya zıplaya sevinemiyor da. Yanlış anlaşılmak pahasına sevinemiyor (gerçi, yanlış anlayacak olan adam için bu kadar üzülünmezdi zaten).*

Ama ardından ağladığım, başımıza gelmemişti. Boşuna korkmuştum. Hepsinin değilse de, çoğu tek kişilik yanıtlarımın öznesi olabilmişti adam. Yanında teklifsizce, düşünmeksizin ben olduğum, hiç olmayan en iyi arkadaşım olmuştu, kardeş demeden -çünkü ben sevmezdim öyle- kardeşten öte olmuştu. Yargılamadan, yaftalamadan, umursamadan. "Kızla erkek arkadaş olmaz"cılara bir gece yarısı "bunlar ne denyo yaa" deyip götümüzle gülmüştük. Zavallılar, hah!

Okul bitmiş, okullar bitmiş, işler bitmişti. O kadar çok şey bitmişti ki, artık elimizde kalan üç-beş şeye tutunup kendimizi bir yerlere çekmeye çalışıyorduk hayatta. "Ben bunu yapabilir miyim, ne dersin?" diyorduk birbirimize çünkü aradığımız destek oradaydı. Kimse bize birbirimiz gibi inanmazdı. Evetti hep yanıt, çünkü o yapamazsa, ben yapamazsam kimse yapamazdı. Yine de bunu duymaya ihtiyacımız oluyordu, insandık nihayetinde. Zaafları, salaklıkları, özgüvensizlikleri olan iki sıradan insan. Sıradanlığımız muktedirdi belki de her şeye, basittik, paris sıkıntımız Baudelaire demişti ya, "Absolute simplicity is, indeed, the best way of being distinguished." Hayatlarımızdan başlayarak dünyayı değiştirebilirdik (ama pek umursadığımız söylenemezdi bunu!) Devrimci değil, çiçek çocuklardık, rakısız dolmasız yine güzel, yine çiçek, hamdolsun.

Sustukça konuşurduk sanki ama sevda değilmişti meğer bu içimizdeki. Birbirimizle anılır olmuştuk bu kadar yıldan sonra. Eküri derler ya, onun bi ilerisi. Birbirimizin eskortu olmaktan gocunmazdık yalnız olunmayacak yerlerde. Bir yatağı paylaşırdık. Elimi koluna koyardım uyurken bazen, birinin ısısına, sıcaklığına, ışığına ihtiyacım olduğunda. En yakınımdı, garipsemeyecek beni ve bana aşık olmayacak neyse ki.

Hep yalnız değildik tabi.

Aşık olmuştum, dinlemişti. Aşık olmuştu, biliyordum. Biz bilmezsek kim bilecekti zaten? Gözünden anlardım hem. Darbe almış, hafif paralanmış da olsa hiç yıkılmamış duvarımdı o benim, dikkatle baktığımda ardını gördüğüm adeta. Konuştuk çok "böyle bir şey olur mu?"sunu işin. Aşık olduklarımıza bile söyleyemeden daha.

Gülerdik. Aklımıza bi fıkra gelirdi, ondan.

Bazen sinirlendirirdi beni. Çok kızardım, başkaları yapsa kızmayacağım şeylere. Başkalarını aramasam rahatsızlığımı ruhlarının duymayacağı süreler boyunca aramazdım onu. O arardı, "neden aramıyorsun allah cezanı vermesin?" derdi ve ben gülerdim. İşte o kadardı kızgınlığım.

Kırılmadık mı hiç, kırıldık. Yapıştırdık ama: Bas bas, lacrimoto lacrimoto, nasıl olursa. Ama kaybetmedik inancımızı yanımızda bulacağımıza dair birbirimizi, ne olursa olsun.

İstediğimiz zaman araşır, aklımıza bir şey gelse paylaşırdık hemen, "bak sen seversin", "bunu dinle bi". Bana gelirdi, yalnız, sevgilisiyle. Yatağımı benimle paylaşmıyorsa sevgilisiyle paylaşırdı, zevkle. Benim de avuç avuç anahtarı taşıyan anahtarlığım ufalmıştı artık. E, ikinci bir evim vardı icabında. Pek icap etmezdi gerçi ama bazen, bazen yalnız yapamadığımda... Belki bir cenaze dönüşü kalp ağrısı veya uzun bir toplantı baş ağrısına birebirdi. Gripin gibi adamdı allahıma.

Evlenmeye karar verdi günün birinde. Şerefsiz. "Şerefsiz" dedim ona, "hani kimse evlenmesindi, nooldu? Ben dedim ama dimi, asıl öyle diyenden korkacaksın!" Güldü. Haklıydım, ne desin? Düğünü için günlerce elbise aradım. Ancak kendim evlensem daha çok önemseyeceğim bir törendi, ancak kendim evlensem bu kadar önemli hissedecektim kendimi. Nikah şahidiydim, damadın best man'iydim. Kardeşi, dostu, wing woman'ı, desteğiydim. Vazgeçemeyeceği(ikikadındanbiri)ydim.

Ve bizim ilişkimiz, hepsinin değilse de bu evrenin en doğal şeyiydi.

belki son bir umut
belki son bir rüya
belki son bir ışık
belki son bir nefes

Şarkılar bir, ki, üç, son.

(02-03 Ağustos 2011, Bozcaada)
Jehan Barbur'a özellikle sevgiyle.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!