Kabul ediyorsun. Anlamasan da peki.
“Since I wasn’t consulted at the time of the creation of the world, I reserve for myself the right to have my own opinion about it.” der Fyodor Dostoevsky, "The Adolescent"ta. Yapımda ve yıkımda benimle konuşulmadıysa ben de istediğimi düşünebilirim. Ama kabul. Burda, göz önünde, yetmiş milyon bizi izlerken olmasın.
# SON
"Anlamadın ne dediğimi, anlamadın ve yazamadın da. Benim dediğim tutma öyle bir tutma değildi." dedi adam. Kalbim kırıldı. Anladım gibi geliyordu oysa, ama aynen anladığımı yazmak istemedim. Ağır geldi bana adamımın ruhunun -o canım ruhunun- uçup gitmesi ve tutamaması bile, belki de bana yakarmasına rağmen benim tutamamam bile; uyumak istememesi, uyuyunca uyanmak istememesi... Hayat berbattı, evet. Öyleydi Müslüm Baba'ya hak verircesine, kola bir çentik atarcasına o ünlü so-called jiletlerle. Uzun zamandır ilk kesiğim de bizim kopuşumuz olmuştu zaten.
İnsanın hayatını, her gününü -güzelleştirmek şöyle dursun- çekilebilir kılan dostları böyle teker teker yamacından ayrılınca, fena oluyor. Üstelik onun adına ne kadar sevinse de insan, o içine oturan taş ağırlaştırıyor ya gövdeyi, böyle zıplaya zıplaya sevinemiyor da. Yanlış anlaşılmak pahasına sevinemiyor (gerçi, yanlış anlayacak olan adam için bu kadar üzülünmezdi zaten).*
Ama ardından ağladığım, başımıza gelmemişti. Boşuna korkmuştum. Hepsinin değilse de, çoğu tek kişilik yanıtlarımın öznesi olabilmişti adam. Yanında teklifsizce, düşünmeksizin ben olduğum, hiç olmayan en iyi arkadaşım olmuştu, kardeş demeden -çünkü ben sevmezdim öyle- kardeşten öte olmuştu. Yargılamadan, yaftalamadan, umursamadan. "Kızla erkek arkadaş olmaz"cılara bir gece yarısı "bunlar ne denyo yaa" deyip götümüzle gülmüştük. Zavallılar, hah!
Okul bitmiş, okullar bitmiş, işler bitmişti. O kadar çok şey bitmişti ki, artık elimizde kalan üç-beş şeye tutunup kendimizi bir yerlere çekmeye çalışıyorduk hayatta. "Ben bunu yapabilir miyim, ne dersin?" diyorduk birbirimize çünkü aradığımız destek oradaydı. Kimse bize birbirimiz gibi inanmazdı. Evetti hep yanıt, çünkü o yapamazsa, ben yapamazsam kimse yapamazdı. Yine de bunu duymaya ihtiyacımız oluyordu, insandık nihayetinde. Zaafları, salaklıkları, özgüvensizlikleri olan iki sıradan insan. Sıradanlığımız muktedirdi belki de her şeye, basittik, paris sıkıntımız Baudelaire demişti ya, "Absolute simplicity is, indeed, the best way of being distinguished." Hayatlarımızdan başlayarak dünyayı değiştirebilirdik (ama pek umursadığımız söylenemezdi bunu!) Devrimci değil, çiçek çocuklardık, rakısız dolmasız yine güzel, yine çiçek, hamdolsun.
Sustukça konuşurduk sanki ama sevda değilmişti meğer bu içimizdeki. Birbirimizle anılır olmuştuk bu kadar yıldan sonra. Eküri derler ya, onun bi ilerisi. Birbirimizin eskortu olmaktan gocunmazdık yalnız olunmayacak yerlerde. Bir yatağı paylaşırdık. Elimi koluna koyardım uyurken bazen, birinin ısısına, sıcaklığına, ışığına ihtiyacım olduğunda. En yakınımdı, garipsemeyecek beni ve bana aşık olmayacak neyse ki.
Hep yalnız değildik tabi.
Aşık olmuştum, dinlemişti. Aşık olmuştu, biliyordum. Biz bilmezsek kim bilecekti zaten? Gözünden anlardım hem. Darbe almış, hafif paralanmış da olsa hiç yıkılmamış duvarımdı o benim, dikkatle baktığımda ardını gördüğüm adeta. Konuştuk çok "böyle bir şey olur mu?"sunu işin. Aşık olduklarımıza bile söyleyemeden daha.
Gülerdik. Aklımıza bi fıkra gelirdi, ondan.
Bazen sinirlendirirdi beni. Çok kızardım, başkaları yapsa kızmayacağım şeylere. Başkalarını aramasam rahatsızlığımı ruhlarının duymayacağı süreler boyunca aramazdım onu. O arardı, "neden aramıyorsun allah cezanı vermesin?" derdi ve ben gülerdim. İşte o kadardı kızgınlığım.
Kırılmadık mı hiç, kırıldık. Yapıştırdık ama: Bas bas, lacrimoto lacrimoto, nasıl olursa. Ama kaybetmedik inancımızı yanımızda bulacağımıza dair birbirimizi, ne olursa olsun.
İstediğimiz zaman araşır, aklımıza bir şey gelse paylaşırdık hemen, "bak sen seversin", "bunu dinle bi". Bana gelirdi, yalnız, sevgilisiyle. Yatağımı benimle paylaşmıyorsa sevgilisiyle paylaşırdı, zevkle. Benim de avuç avuç anahtarı taşıyan anahtarlığım ufalmıştı artık. E, ikinci bir evim vardı icabında. Pek icap etmezdi gerçi ama bazen, bazen yalnız yapamadığımda... Belki bir cenaze dönüşü kalp ağrısı veya uzun bir toplantı baş ağrısına birebirdi. Gripin gibi adamdı allahıma.
Evlenmeye karar verdi günün birinde. Şerefsiz. "Şerefsiz" dedim ona, "hani kimse evlenmesindi, nooldu? Ben dedim ama dimi, asıl öyle diyenden korkacaksın!" Güldü. Haklıydım, ne desin? Düğünü için günlerce elbise aradım. Ancak kendim evlensem daha çok önemseyeceğim bir törendi, ancak kendim evlensem bu kadar önemli hissedecektim kendimi. Nikah şahidiydim, damadın best man'iydim. Kardeşi, dostu, wing woman'ı, desteğiydim. Vazgeçemeyeceği(ikikadındanbiri)ydim.
Ve bizim ilişkimiz, hepsinin değilse de bu evrenin en doğal şeyiydi.
belki son bir umut
belki son bir rüya
belki son bir ışık
belki son bir nefes
belki son bir rüya
belki son bir ışık
belki son bir nefes
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder