... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Hypocrisy

"If the person who killed 90+ people in Norway was a Muslim, the Press would have declared him as terrorist. For now though, he is just an 'Assailant ', 'Attacker' (Reuters), 'Gunman' (BBC, CNN & Al Jazeera).

Looks like 'Terrorist' is a name reserved for Muslims?

The US Dept of State calls it an 'Act of Violence', Not an 'Act of Terrorism'.

Share this status and let the world know, hypocrisy is leading us all astray."

mutsuzluk kahvesi

Kahve paketini açarsın. Krema paketini de açıp, boşalan kaseyi tekrar doldurur, büyük bir titizlikle paketleri kapatıp kaldırırsın. Tam istediğin kadar kahve, krema ve şeker koyarsın kupaya, baş ağrısına, korprıt yorgunluğa birebir, oh, mis gibi bir kahve içeceksindir. Kupayı alır, dalgınlıkla su sebilinin mavi musluğuna dayayıverirsin!

Ne yaptığının ayırdına varana kadar krema kesilip topak topak, buz gibi kahve karışımının üstünde yüzmeye başlamıştır bile.

Keyfin kaçar. Henüz bu olayla seninle birlikte dalga geçecek insanlar yoktur çalıştığın yerde (çalıştığın yerde, bu olayla beraber dalga geçebildiğin insanlar olmasını umursamıyorsundur artık). Bozuntuya vermeden alır kupanı, çıkarsın mutfaktan.


(Mutsuzluk kahvesi, mutsuzluk üstüne içilen kahve de olabilir, mutsuzluk kakalayan kahve de; çünkü Türkçe böyle güzel bir dildir.)

Uykusuz Yaz'a isyanımdır.

indeed.


Uykusuz, şimdiye dek tüm sayılarını sektirmeden aldığım (iki sayısını olağan taşınmalar esnasında kaybetmişim sanırım yalnız), ciltletip eniştemin gençliğinde arşivlediği Gırgır'lar gibi bir şeyini oluşturmayı ve onu "bunu satsana çok para eder bu yea" diyenlere inat satmamayı hedeflediğim bir dergidir. Bir Penguen okuru olarak peşinden gideceğim üç adamın ayrılıp kendi dergisini çıkarması, benim de çark etmeme yetmişti: Ersin Karabulut, Yiğit Özgür ve Umut Sarıkaya. Sonradan tanıştığım birçok insan ki saymakla bitmez, takıntımın altını çizdiler sadece ki ben her perşembe, bilemedin cuma (Antep'e, Trabzon'a filan geç geliyor ya dergi) gazeteciye koşayım, dergiyi almak için yolumu filan değiştireyim deyu.

Benim gibi sadık olamayanlar için 13 sayılık ciltler çıkması, özel sayısı, poster sayısı şusu busu işin ticari tarafı elbette. Keza, yine ticari bir girişim gibi görünen Uykusuz Yaz'ın aylardır reklamı yapılıyor derginin içinde. Bunlar normal. Şu yaz sayısı için ne muhabbet döndü twitter'da kaç gündür... Umut Sarıkaya'nın sayıda yer almayışı bir yana, PuCCa şahsiyetinin varlığı diğer yana (neyse ki ergenlik kokan bir basın açıklaması ile sadece yaz sayısında var olduğunu ilan etti, rahatladık). Bu durumu bile ticari kaygılarla açıkladım kendi kendime ve tabi ki bugün gidip dergiyi aldım. Neredeyse hepsi bittikten sonra PuCCa'yı da okumaya niyetlendim. Bilen bilir, bir şeyin hakkında atıp tutmak için (özellikle de kötü bir şey söyleyeceksem) önce hakkında fikrim olmasını isterim. Politika için, spor için, başarısız yazım örnekleri için; her şey için bu geçerlidir.

Bir kere, beraber tatile çıkacak kadar -güya- birbirine yakın olan kızların aklından birbirleriyle ilgili zerre kadar iyi bir şey geçmeyişi, o anlatılan kız çekişmeleri, kötü niyetler, rezalet! Elimde dergi, zaten büyük bir zaman kaybı içinde boşluğa düşüyorum, bir de dişi olarak aşağılanıyorum. Böyle bir kompleks içinde sürüklenmek olamaz; bunlar itiraf değil, düpedüz kendine hakaret. Anlatılan şey eğer PuCCa'nın kendisi ise, ev arkadaşı için çok üzülürüm, çünkü kızı tanıyorum, yazık, bu kadar boş biri de değildir kesinlikle.

Neyse, ama bana bu yazıyı yazdıran o değil. Esefle kınayıp mention'larca küfür etmedim Uykusuz'a ve PuCCa'ya ama bugün yazıyı okumaya çalışırken bir şeye çok sinirlendim: Aylarca reklamı yapılan, hazırlanan, içinde örneğin Ersin'in mükemmel bir yeraltı öyküsünün olduğu bir dergiye, sekiz bin küsür kişinin takip ettiği blogundan bir yazı beğenip koymak ne büyük saygısızlık?! "Bu hafta hastaydım, eskilerden koydum" der gibi ama içinde ilk kez yer aldığın bir dergide, okurların hoşgörülü olup olmayacağını bilmeden daha!

Yazı da şu (dergideki yazının yarısı gibi bir şey oluyor aynı zamanda):

http://passiflora-rapunzel.blogspot.com/2010/11/yeni-cagn-kadn-korkusu.html

Yazacak zamanın mı, malzemen mi yok, demezler mi adama? O zaman neden girişiyorsun bu işe?

Peki Uykusuz'un dergiye emek veren diğer üyelerine ne demeli? Bir tane aklı başında adamın çıkıp "abi biz bu kıza üç sayfa verdik şimdi tamam da, tanımayız etmeyiz, blogunu da okumayız, bi bakalım iki cümleyi alıp şurdan aratalım bakalım çıkacak mı" demeyişi, bir PuCCa hayranı bulup orda burda, okutmayışı şu yazıyı... Ben ki toplamda 10 kadar yazısını okumuşumdur kendisinin, benim gözüme çarptıysa kim bilir daha kaç kişi fark etmiştir...

"Yazık lan" dedim, Uykusuz'un normal sayılarında görüşmek üzere yaz sayısına veda ettim ve başka bir dergi aldım elime.

uyku / mut

Dün akşam lise arkadaşlarımla buluştum. Konuşacak şeylerimiz giderek azalıyor ama yine de özlüyorum kerataları, şöyle 2 ayda bir filan görüşüp hep "ay ne kadar uzun zamandır" görüşmediğimizden dem vuruyoruz. Demek ki yetiyor yavrucum, yetiyor demek ki. Bugün eskiden pek sık (her gün filan) görüşme ihtiyacı hissettiğim bir arkadaş da hak verdi buna (ki buna hak vermesi oldukça ironikti, gülümsedim, görmedi telefondan): İnsan istediğini görür abi.

Daha önce de demişimdir (zaten işin ironikliği de vaktiyle bunu demiş olmamdan kaynaklanıyor; hayat ne garip deel mi?): "Hayatımızda "hiç" zaman ayıramadığımız şeylere hiç zaman ayıramamamızın sebebi, onların öncelik listemizde bayağı aşağılarda olmasıdır."

Bu sabah 07:05'te Trabzon'a uçağım vardı. Dün gece bizimkilerin yanından kalktıktan sonra Etiler mevkiine Moris'i görmeye gittim. Çünkü bir saat de olsa, üç tur da olsa zaman, ne kadar varsa o kadardı ve azken de çok olduğu kadar değerliydi.

Gece (ya da sabah, artık) 4 saat uyudum. Trabzon'a gittim, 20:40 uçağı ile döndüm. Döndüm ve Okay'lara gittim. Okay'ımın gitarı, Sezo'mun sesi ve bu kez, sık göremediğimiz kuzenlerden birinin de bağlaması... Üçünü birlikte yakalama şansım yoktu bir daha, izinden dönene dek ikisini bile göremeyecektim. Şu an saat 01:29 ve ben ölesiye yorgunum. Ölesiye yorgunum ve uyumak, aklımdan geçen son şey.

Bu çok kolpa bi laf ama zamanın kıymetini bilmek lazım ve harcamamak boşa. Boş geçen zaman bile boş olmayabilir eğer bir ilhamla, bir kafa rahatlığıyla geliyorsa; benim Bozcaada'da önümüzdeki günlerde -tekrar- bulmayı umduğum gibi... Hayatı bir fayda topağı olarak görenlerden değilim. Boşa harcamaktan kastım bu değil.

Olmak istediğimiz yerlerde olmalı hep. Çünkü insanlar öyle yapıyor ve insanlar, bizim evimize hiç ama hiç uğramadıkları halde gidip başka diyarlarda içtikleri filtre kahveleri bize anlatıyorlar, ne düşüneceğimizi / bir şey düşünüp düşünmeyeceğimizi önemsemeden. O zaman önemli olan, bizin o filtre kahve içimi süresince, daha mutlu değil belki -çünkü bu bir sidik yarışı değil- ama keşke başka yerde olsaydım demeyeceğimiz yerlerde olmamız.

isterdim ki ben özgürken...

Çok fazla etmek istediğim laf var. Çatır çatır yazıp "nolursa olsun lan" diye, sırf ofisten bloga giremediğim için yayınlayamadığım ve akşam olana kadar üç-beş kez daha düşünüp yine gözümün görmeyeceği bir yere kaydedip unuttuğum laflar... Unuttuğum mu? Yok yok.

Ama biliyorum, ağzımdaki lafların en çok bana sıcak geldiğini ve beni yaktığını, hayatıma soktuğum veya çıkarttığım insanların bunu neredeyse hiçbir zaman benim kadar önemsemediğini, yerlerinden olmalarını görmezden gelecek kadar rahat ve umarsız olabildiklerini biliyorum. Bazen can yakmak istiyorum ama yakamadığımı da biliyorum (yapabilmek / yapamamak bazen de sadece yetenek meselesidir). O kadar güçlü değilim, o kadar iyi yazmıyorum veya yazmak böyle bir şey değil belki veya karşımda gerçekten bir duvar var.

"Sometimes we put up walls. Not to keep people out,
but to see who cares enough to break them down."

Ve biliyor musunuz, duvar yıkılmayınca giderek güçlenmiş oluyor.


İçimde kalanları birinin okuyacağını, birinin kendini benim yerime koyacağını bilerek bağırmak zorundayım insanlara, başka türlü rahat yok bana.

İsterdim ki ben özgürken oturup tahlil ettiğimiz gibi devam etsin yazılar ve hayatımız ama artık hiç orada hissetmiyorum kendimi. Soğuk. Duvar.

Ben de bir çatlak buldum ve dışarı bakıyorum sadece.
Bir yere gitmiyorum, merak edilmesin.

(28 Temmuz 2011, Trabzon)

MEB osurursa TÜBİTAK sıçarmış.

Bi memleket düşünün ki, orada al selefini vur halefine bir adam Milli Eğitim Bakanı seçiliyor: "Anasının ak sütü gibi helal"bir profesörlük ve kendisini "üniversite öğretim mesleğinden çıkar"an, temyizi de reddedilmiş bir intihal (aşırma) girişimi var.

Bir memleket düşünün ki, devlet adamlarının kolu dört yana uzanmış, kalitesizlik kadrolaşmış çıban gibi...

18 yaşındaki Barış Paksoy, İstanbul Erkek Lisesi 12. sınıf öğrencisi. TÜBİTAK’ın lise öğrencileri için bu yıl düzenlediği Ortaöğretim Öğrencileri Arası Araştırma Projeleri Yarışması’na 27 Ocak’ta “Ramanujan Asalların Genelleştirilmesi” başlıklı matematik projesiyle katıldı. Çalışmasına güvenen ve yarışmadan iyi bir derece almayı uman Barış, 24 Şubat’ta TÜBİTAK İstanbul Bölgesi Koordinatörü Prof. Dr. Ulvi Avcıata tarafından gönderilen ve “Seviye üstü çalışma olduğundan projeniz reddedildi” şeklindeki e-postayı görünce şok yaşadı.

(...)

Ünlü matematikçi ve Barış’ın da Nesin Matematik Köyü’nden öğretmeni Ali Nesin, asıl olarak TÜBİTAK’ın raporunun seviye altı olduğunu söylüyor. ‘Seviye üstü çalışma’ ibaresinin çalıntı anlamına geldiğini ifade eden Nesin, “Herhangi bir açıklama yapmadan, sadece çalışmanın seviye üstü olduğunu söylemek insana kara çalmaktan başka bir şey değildir. Asıl TÜBİTAK’ın raporu seviye altıdır. Bir bilim kurumu, genç yaştaki parlak bir çocuğun moralini bozuyor, mahkeme kapılarında uğraşmasına neden oluyor. Bir öldürmedikleri kalmış” diyor.


Bir memleket düşünün ki, orada suçsuzluğu kanıtlanana kadar herkes mahkum, özgünlüğü kanıtlanana kadar herkes intihalci sayılıyor.

Bir de bir memleket düşünün ki koyun can, kasap ego derdinde. Her daim liseli İstanbul Erkek Liseliler değmesin, yağlı boya!
http://twitter.com/#!/bellatrixbegins/status/95812032846241792

Bir memleket düşünün, içiniz kan ağlarken katıla katıla gülüyorsunuz bu basiretsizliklere...
Gülmek daha kolay o memlekette.

(27 Temmuz 2011, İstanbul)


Kaynakça:

dişe diş, kana kan, intihal intihal!


bizi kınıyor ve bize laflar hazırlamış...

"seviyeyi yükseltme lan piç!" buyurdu TÜBİTAK

Etiler - Bebek bir ki

Azınlık (fildişi kuleden selamlar)

Bugün eve geldim, soyunup dökündüm, yemek yedim, geçen günkü DVD alışveriş çılgınlığımızın ganimeti, yüzyıllardır izlemediğim Maverick'in kalan yarısını izledim, saate baktım, 18:40'tı saat. 18:40!

Günü bilinçaltımda parçalara bölerim ben. Nasıl biyolojik saat varsa, bende de bellatrix saati var. Öğlen 12'den sonrası çabuk geçecektir, kurtuluştur - bu birinci kilometre taşı. Akşam 7, benim için akşamüstünün başlama saatidir. 9.30 gibi gece gelir, huysuzlanmmaya başlarım. Bu üçüncü kilometre taşından sonrası daha hızlı geçecek ve ben uyumamak için kendimi zorlarken gün bitiverecek diye tedirgin olurum. Saat 11'de biraz rahatlarım, çok zaman geçmiş ve hala gün bitmemiştir; demek ki hala umut vardır. Sabah 1, uyumamış olmanın vicdan azabıyla gelir. Bu beşinci kilometre taşı zor bir yerdedir, oraya ulaşmak ve o eşiği geçmek yürek ister. Gururla söyleyebilirim ki, ertesi sabah ilk kilometre taşına gelmeden gözlerimden uyku aksa, her an uyuyacak gibi olsam da bu beşinci taşın üstünden her gece bir o yana bir bu yana zıplamaktayım.

Bugün saatin henüz 7 bile olmayışının beni ne kadar mutlu ettiğini buradan anlayabilirsiniz. Hemen kalkıp giyindim o yüzden. Bir ödül olsa vereceğim, bir yıldızlı pekiyi olsa yakama takıp dolaştıracağım başarıda bir kombin yaptım az giyebildiğimkıyafetlerimden: Boğaziçi kombini (sağda)

Okula gittim, alternatif çimlerdeki çardağı boş bulup oturdum. Ah, tenha Boğaziçi'ni çok sevmiyor muyum! Bilgisayarım, notlarım ve portakal suyumla benden mutlusu yoktu. Biraz çalıştım. Kısa süre için de olsa sistematik çalışmaya ihtiyacım oluyor böyle. Dağıttım kafamı, topladım kafamı.

Sonra kalkıp güney meydandaki film gösterimine gittim dondurmamı alıp. Birkaç arkadaşa mesaj atıp tahmin ettiğim insanlardan yanıt aldım, ama gelmedi hiçbiri. "Çoğunluk" oynuyordu, canımın içi "Canavar Banavar" Bartu Küçükçağlayan'ın altın portakalı hak ettiği film. Güzeldi, son zamanlarda izlediğim filmlerden Kaybedenler Kulübü'ne tam ters köşeydi. Biraz yıldızlara baktım hazır nemlenmişken yattığım yerde, e battı balık yan gider... Sonra kalktım, mutlu kalktım yerimden, evime döndüm.

Mutlu kalktım yerimden.
Mutlu.

İhtiyacım varmış yalnızlığa ve okuluma, veya ikisine birden.

b for bellatrix

isim.(bir karakter).soyad diye alınıyor şirkete ait mail adresleri. (İleriyi göremeyen üç-beş IT’cinin işi bu sanırım; adı Ali Veli olan adam için kullanıcı adını AV123 diye verirsen, şirket büyüdüğünde birçok AV olması kaçınılmaz olur ve sonra daha saçma bir aksiyon alarak “o zaman ortaya bir karakter daha koyalım bari”ye gelirsin.)

İşe başladığım ilk gün “ee, senin orta harf ne olacak?” dediler, düşündüm. İkinci bir adım olmayışına hep sevinmişimdir, ama bu kez işe yarardı bak. Ufukta ikinci bir soyad da olmadığına göre... “b olsun işte” dedi kuzen. Ya ne olacağıdı ya?

bellatrix’in b’si, cuk oturdu adresime. adımla soyadımın ortasında, benden içeri olan ben. En güzel yerinde duran içimin. Ben bazen kendimden çıkıyorum, bellatrix oluyorum, tek isteğim ofisteki bilgisayarın başından kalkıp evdeki bilgisayarın başına gitmek oluyor. Asosyal veya bağımlı, ya da chat delisi değilim (msn’e en son girdiğim zaman son BIO409 lab raporunu yazdığım zamandı) Sadece bilgisayarımın başına oturmak istiyorum. Sessizce, müzik bile çalmadan belki. Oturup şu aklımı dökmek istiyorum. Yapabilsem... Durdurabilsem kendimi, dünyayı bir anlığına...

“I turned silences and nights into words. What was unutterable, I wrote down.

I made the whirling world stand still.”

Arthur Rimbaud

... durdurabilirim diyorum sonra. Kendimi hem çok çaresiz, hem her şeye muktedir hissediyorum bu aralar, bazen sırayla, bazen ikisi birden. Halim olsun, yakıp yıkar, en güzelini yaparım yeniden gibi sanki. Yeniden yaparım ve masanın altından yaparım, kimse bilmez, görmez.

Tsumun çalıştığı ajansın sahibiyle tanışmıştım. Sağduyulu, mantıklı bir kadındı, her şeyi bırakıp stajyer gibi çalışamayacak olmama hak verdi ama gözü de beni tuttuğundan, bir yandan da Tsum hakkımda konuşup durduğundan olacak, tekrar görüşmeye çağırdı beni ve hemen, projelerinden ikisine dahil etti. Şurada ve eşlik eden feysbuk sayfasında okuduğunuz şeyler benden çıkmış olabilir, veya bir online otomobil dergisinin yeni sayısı tümüyle benden sorulabilir. Çok heyecanlıyım. Dostlarla gittiğimiz Hangover 2 çıkışında müzik dinleyerek eve yürürken elimi kolumu sallayarak yolda sekecek kadar, hazır ayakta olan elimle çalıştığım yeri selamlayacak kadar heyecanlıyım.

Artık kendimi ve istediğim başka şeyleri düşünebilecek zamanım daha çok. Son zamanlarda verdiğim en iyi karar, iş değiştirmekti.

Düşeş böyle olur.

(Aksesuarlar: Bahar'dan bana istifa hediyesi küpelerim)

25th of July

Bugün bir iddianın ikinci ve son yıldönümü. Tam iki yıl önce bu gece, Boğaz'da deniz manzaralı bir yerde oturmuş bir adam tarafından ablukaya alınmıştım. İddia dediğim, benimle bu adam arasında değildi, yanlış olmasın. Daha doğrusu ben buna dolaylı olarak bulaşmıştım. İddia tamamen adamındı.

Adamdan "güneyde boşlayıp ona buna salça olduğuna sıkça ratladığımız gri eşofmanlı, beyaz tişörtlü ve sarı timberland botları her şeyden değerli adam", ya da kısaca "timbırlend" diye bahsedeceğim. Evet, sanırım kısa isim daha uygun.

2-3 yılda bir gelip yeaa resmen ailesi olduğumuzu, bizi çok sevdiğini ve bundan sonra her aktivitede var olacağını söyleyip yine yıllar sonra görünmek üzere kaybolan timbırlend'in de teşrif ettiği bir yaz yemeği gecesiydi. Onu uzaktan sevmek aşkların en güzeli olsa da, arada karşılaşıp onun kendisini hiç ilgilendirmeyen hayatlarımızla ilgili sorularına (veya, hayatlarımızla ilgili kendisini hiç ilgilendirmeyen sorularına) yanıt vermek zorunda kalıyorduk böyle. Bu defa kurban bendim. İnanmazsınız ama iyi niyetliyimdir, gerektiğinde adam susturmasını bilemeyebiliyorum. Bu da öyle bir andı işte.

Konu fazla dönüp dolaşmadan hemen eski sevgilime geldi. "Siz de ayrıldınız yazık oldu yea" ile başlayan muhabbet, timbırlend'in her ikimizi de pek sevdiğinden, ayrılmamamızı öğütleyişi ile devam etti (aradan altı ay kadar zaman geçmiş olduğu gerçeğini boşveriyorum, hadi). Tabi ki bu ayrılıkta benim parmağım olduğu sonucuna kendi kendine vardıktan sonra, "çok büyük bir hata yapıyorsun, babalar çok iyi adam, bak herkes, herkes aldatır ama babalar aldatmaz!" gibi, herhalde ondan daha iyi bildiğim bir gerçeği savunmaya girişti. Sonra da yumurtlayıverdi: "Buraya yazıyorum, tam iki yıl sonra babalardan ayrıldığına çok pişman olacaksın!"

"Yaz lan" dedim, "ben de telefonuma yazıyorum." Yazdım, tarih: 25 Temmuz 2011, pazartesiye geliyormuş, saat: 13.00, konu: Timbırlend (nasılsa unutmam).

Telefonumu hiç değiştirmedim. Timbırlend'in iddiası aklımdan çıktı gitti, ta ki geçenlerde bir şey için takvime baktığımda 25 Temmuz'un altındaki minik mavi çizgiyi görene kadar. İmleci oraya götürürken daha, hatırlamıştım ne olduğunu. Güldüm, günü gelince aramak üzere bıraktım telefonu. Şans bu ya, ertesi gün timbırlend'i gördüm yine aylardan sonra. "Çok iyi oldu seni gördüğüm" dedim, böyle böyle demiştin sen bana iki yıl önce. "Sizi sevdiğimden..." falan diye geveledi.

Timbırlend'i gereğinden fazla ciddiye aldığım gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar anladım, anlattığı hikayelerden, hayatıyla ilgili planlarından, konuşmasından, tarzından, bira şişelerini hala aynı umarsızlıkla manzaradan aşağı sallayıvermesinden ve yanımıza çağırdığı -ve görünen o ki, bizden birine yapmaya niyetlendiği- arkadaşını benim evimde kalmak üzere bizimle bırakıp gidecek denli yavşak oluşundan... Timbırlend'e bakarak hümanist kalmak çok zordu, lakin hala ben ona kulak verecek denli merhametliydim. Fakat müzik dinlemeye gelmiştim, onu değil. Bir yerde, susturdum onu artık ve "neyse" dedim, "haberin olsun da, pişman değilim."

Moulin Rouge

Moulin Rouge izlendi, müzikallerin neden sevildiği hatırlandı, aşık olma haline özenildi, mutlu olundu.


I hope you don't mind
I hope you don't mind that I put down in words
How wonderful life is now you're in the world


Ode to Sylviane Herpin



Düşündüğünüz,

Yapmak istediğiniz,

Yaptığınızı sandığınız,

Yaptığınız... makarna arasında fark vardır.


Dolayısıyla, insanların yanlış miktarda makarna yapması için en az 4 ihtimal var!

zor.

hayat, on yedinde bir okul servisinde tatilya'ya giderken, kulağında bir kulaklık -diğeri cihan'ın kulağında ("bak sana bişey dinleticem")- ilk kez nev dinlerken ve şarkılarına hemen hayran olurken kolaydı. o zaman da zor geliyordu ama daha kolaydı.

eskiden, ondokuzunda koca bir kadın olmak garipti, ergen işiydi. zordu.

oysa ben, ben yirmi altımda küçücük bir çocuktum.
ama yolum çokmuş, yolum çok uzunmuş.
büyümemiş küçük bir kadınmışım.
çocukmuşum.
ve bu çok zormuş.



...
tek istediğim şey yalnız kalmak.
işte tam da bu yüzden yalnız kalmamam lazım bu aralar, hiç.

blue moon -revisited-

spoiler'dır başlı başına

ABV

allah belanı versin elvis costello.
allah belanı versin notting hill.
allah belanı versin sabahın beş buçuğu.

charlotte'sal

ben burberry'sine kusmamaya çalışan charlotte şu an, dirseklerim masada, ellerimi alnıma dayamış "where is he?!" diyorum. retorik. ironik.

gözünüzün önüne geldi mi o sahne?

"I've been dating since I was fifteen. I am exhausted."

yoruldum. yoruldum ama. dün tanıdığımız adamlar eyvallah, bu ne düşündü, ne dedi, beğendi mi, sevdi mi, küçük heyecanlar bunlar hatta, eyvallah, kabul.

ya yüz yıldır tanıdığımız adamlarla... 98934801 kere "ne oldu şimdi ben hiçbir şey anlamadım?" olmuyor. dalga mı geçiyorsunuz benimle? salak mıyım, kolay mıyım, yalan mıyım, anlamıyorum. sonra "adam güzel bakıyor" diyor biri (bi takla).

sonra eee?
adam bakmıyor ki be?
bakmıyor bile.

ben hiçbir şey anlamadım.

21 yorumun denetlenmesi gerekiyor.


En mutlu olduğum anlardan birkaçı, şüphesiz, Jane Jones'un blog eritişine denk gelip güne 21 yorumla başlamak ve birilerinin, mesela asluuu'nun, Sinan'ın bir cümlemi alıp yazışı bir yerlere, feysbuka filan, öyle link falan bile vermeden yazıya hem de... Sadece bir cümle veya birkaç kelime. O sözcükleri ben dizdiğim için sevdiklerini bilmek, alelade boncuklardan oluşan bir tasarım kolyenin çok değerli olması gibi.

Bundan vazgeçilemez.

Azar-like

Çünkü bazı insanlar ittire ittire öğrenir.
Çünkü,
öğreticiler de insandır!

yalnizlik.zip



dinle.

"Sen ve elinde ilk kitabın."

Zaman geçtikçe iyileşiyor her şey.

Bundan 5 yıl önce benim elimden aldığını düşündüğüm başkanlık işine seçilen arkadaşıma, "Seni bir süre görmeye tahammülüm yok" demiştim. O da anlamıştı. Sonra biz hep az görüştük, diğerlerine nazaran. Hep birbirimizden haberdar, hep gerektiğince konuşan ama daha az görüşen iki arkadaş işte.

Dün oturduk yarımşar duble rakımızla ve konuştuk, işimizden, aslında yapmak istediklerimizden (bu daha çok bendim). Muhabbetimizi kimse bölmeden, kimse dahil olmadan bu yeniden kuruluşa.

Bana dedi ki:
_ Seninle ilgili bir görüntü var aklımda ve umarım bunun gerçekleştiğini görürüm. Sen ve elinde ilk kitabın. Bir kitap yazmış olmanı ve insanların seni onunla anmasını, "işte bunu o yazmış" demesini; ünlü bir yazar olmanı çok isterim. Eminim bunu söyleyen ilk kişi değilimdir.

O an, yüzümü görmek isterdim.

"Değilsin" dedim, "ama çok teşekkür ederim. Keşke. Sağol."

Sonra kadehlerimizi tokuşturduk, yine kimse dahil olmadan. Ve bir şey (geri) başlarken rakılarımız bitti.

üzgünlüğün dayanılmaz hafifliği


üzgün olmak daha kolay. daha rahat, evin tatlı evin gibi. atıp kendini, gömülebilirsin içine. götün yere bile değebilir, o denli batabilirsin.

lakin rahat da sana batabilir. uyunmuyor üzüntüde.

size iyi geceler.

Eveeeet!

Damadın tok, kararlı ve yüksek perdeden; gelininse tiz ve uzatarak söylediği birer evet'e şahit olmak üzere Bursa'ya gittik haftasonu. Deplasmandaydık. Yaklaşık bir yıl önceki ilk evet'ten bu yana beklediğimiz an gelmişti. Çoğu ensesi kalın olmak üzere 1400 seyircinin, bir bakan ve bir CEO'nun içinde bulunduğu nikah şahit komitesinin ve nikahı kıyan belediye başkanının gözetiminde, şikesiz, şaibesiz, alabildiğine tertemiz bir karşılaşma izledik. Yemekler güzel, içki çok, halay yok, havaifişekler kararındaydı.

İlk defa bu kadar büyük bir düğün organizasyonunda bulunuyorum, artı, ilk defa bu kadar yakın bir arkadaşım evleniyor. Artık iyiden iyiye dostların ilk orbitallerinden geliyor davetler, yakında bir teklif bekliyorum ben de. Nikah şahidi olmak için yani, yanlış olmasın.

Tiksindiğim bir alışveriş maratonu içine girdim bu düğün sebebiyle (tiksindiğim alışveriş: hiçbir elbise bulamamak ve/veya hiçbir gördüğünü beğenmemek, onca 200lü fiyat içinde beğenilen tek elbisenin 680 lira oluşu, tüm ünlü ayakkabıcıların 40 numaraya kadar çalışması sebebiyle "paranla rezil olma" hali). Lakin son günün son saatine kadar ve altın alma işini Bursa'ya bırakma pahasına da olsa almam gereken her şeyi almayı başardım. Çok da güzel oldu, çok da güzel oldum gerçekten ("galiba" yazacakken vazgeçmeye zorladım kendimi, aferin bana be, valla). Ama gelin kadar güzel değildim, değildik hiçbirimiz. Kızların birbirini kıskanışı muhabbetini unutturacak denli güzeldi Çiğdem, tüm bebekler ve tüm gelinler güzel olmaz söylenenin aksine, ama o çok güzel olmuştu ve bunu ona da hiç gocunmadan söyledim.

Sahneye çıkan grup ve saz heyetinin, ardından sahneye çıkan Gülben Ergen ve saz heyetinin (evet Gülben Ergen!) ve onca (ya da bince) davetlinin tüm nazarları bizim Richie Rich ve nikahlı mikahlı karısının üstündeydi ama onlar, gereğinden sıcak olan havada tüm masaları dolaşıp dans pistinde tepinerek terlemek dışında hiç sıkıntı yaşamıyor gibilerdi. Asıl sıkıntıyı bence bizler, çifti yalnız bırakmamak için Gülben'in şarkılarıyla dans etmeye çalışırken yaşadık. Bu çok zor bir şey bilesiniz. Birkaç stil tavsiyesi size: Dolabınızda mutlaka uzun bir elbise bulunmalı. Bunu Gülben şarkılarıyla rahatça kombinleyebilirsiniz. Elbisenizi iki tarafından tutup hafifçe kaldırarak sağa sola sallanma şansınız mevcut. Saçlarınızı iki yandan örme ihtiyacı hissettirse de bu hareket, laylalaylalay gerçek bir pirens (Gülben'in) dizlerinde uyurken gerçekten hayat kurtarıyor. Erkekler ve kısa elbiseli kızlarsa el çırpmak suretiyle ellerini koyacak bir yer bulmuş olabilirler.

Yorulup oturduğumuz ve serinlemek için rakıya sürekli buz eklediğimiz esnalarda edilen muhabbetler gerçekten enteresandı. Enteresan ve sinir bozucu. Mesela kendinden 6 yaş küçük (benden de 2 yaş küçük oluyor) bir kızla görüşmeye başlayan bir arkadaşım, "aa kız küçükmüş" dediğimde "e öyle bulduk, bir yerden sonra kadınlar çöküyor" diyerek hepimizin bildiği fakat tekrar etmek istemediği bir gerçeği dile getirdi, sağolsun, ertesi gün çökecekmişimcesine sinir oldum, kendisinden iki sandalye öteye naşlamasını istesem de bunu yapmadı. Ben de olay büyümesin, tatsızlık çıkmasın diye salon kadını çizgimden çıkmadım. Bi sigara yaktım onun yerine.

Geceyi, şovumu yapmadan da terk etmedim ama! Öyle bir niyetim yoktu da aslında. "DJ ne dersek onu çalıyor" deyince arkadaşım, en azından şu Serdar'lar bitsin diye sevdanın son vuruşu'nu istedim. Çalmadı hırt. Sonra başka bir arkadaşım daha sordu, ona da söyledim. Yine çalmadı. Ben fırsattan istifade "çalmıyorsa gelmiyorum" bahanesiyle köşeme çekildiğimde, damat bey gelip kaldırmak istedi beni tekrar, ona da söyledim, "yemin ettim abi bak sevdanın son vuruşu çalmazsa gelmiyorum. İlk notayı duyduğumda kalkarım, söz." Ahmet gitti, bir dakika içinde o kemanlı girizgahını duydum şarkının, kalktım hemen (söz sözdür) bir "oooooo" nidası içindeki kalabalığa daldım. İlginç bir andı benim için, sanki o gece benim gecemmiş, ben mezun oluyormuşum da tezahüratlar havada uçuşuyormuş gibiydi. Yüreğimde zincirler kırılıyordu, duymadılar bu gürültüde, iyi oldu.

Gece 2'ye doğru gelen işkembe çorbası ve ardından sucuk-ekmek, biz artık doymuş olduğumuz için yiyemesek de çok iyi bir fikirdi; şayet düğün dernek kuracak olursam zaten bizimkiler bu saatlere kadar gitmeyeceğinden (en son biz ayrılıyoruz ya her yerden) şöyle bir güzel çorba çektirebilirim davetlilere. İşkembe ve hadi, mercimek veya ezogelin olsun sonra öpüşmeyi düşünen yarısı-sarımsak-sever çiftler için. Yazdık bunu kenara.

Ahmet'im, derdi kendine yetmiyormuş gibi bir de gece bize otel ayarladı, "biz de orada kalıyoruz" dedi bir de, "sabah kalkınca konuşalım kahvaltı için". Lan dedik, sen evlendiğinin farkında mısın, sabah kalkıp yönkur toplantısından çıkmış gibi kahvaltı mı edeceksin bizimle? Ve aradı sabah gerçekten, gitmeden de bizi yolcu ettiler otelden. Bize çok teşekkür ettiler, neden anlamadım.

Asıl biz teşekkür etmeliydik oysa.
Gerçekleşme ihtimaline dair umudumuzu giderek kaybettiğimiz bir mutluluğun var olduğunu bize gösterdikleri için.


(16 Temmuz 2011, Bursa)

yazılarda

yazıları yarınlara bıraktınız,
kaybetti anlamını.

her şeyi zamanında yazmak lazım. insanın hayatında bir dakikadan diğerine bunca şey değişirken, yazılacak şeyi bekletmek büyük hata. değişiyor o da, sanki geçmişe dönüp olayların akışını değiştirmişçesine biri, yazmaya niyetlendiğiniz şey şekil değiştirebiliyor. babası annesini öpmediği için marty mcfly nasıl giderek kayboluyorsa fotoğraftan, silinip gidiyor o şey de.

uğruna öleceğiniz insanlarla, yüzünden ölmek istediğiniz şeyler yaşayabilirsiniz. veya kafanızda kurup kurup bunları gerçekten yaşayacağınıza inanır, korkabilirsiniz. ölesiye korkabilir, korkudan ölebilirsiniz.

(Siz böyle olsun istemezdiniz)

vermeye az değil hiçbir şey, ama zamanında.
yazmak.
lazım.
her.
şeyi.

Ertesi gün hapı


Olamıyoruz değil mi, daha normal, daha standart, kadınsı, dişi, havalı veya daha az saf, daha az temiz, şirin veya daha az çocuk olamıyoruz, kendimiz gibi olarak? Olan kendimizi, ona çeviremiyoruz, yapamıyoruz değil mi bunu tamamen değişmeden, kendimizi kaybetmeden, aşırılaşmadan? Olmuyor işte, olabilse ben yapardım.

Ne kadar acınasıca yalnızmışım. Ne kadar buz gibiymişim. Kedi gibi sokulmuşum bulduğum ilk sıcak yere.
Sanki.
Gibi.

_ Ne istiyorsun?
_ Sen ne istiyorsun?

Olmuyor, olmuyor, yine asansör duvarları (başka asansörün aynı duvarları). Ve sonra, bir çift göz kaçıyor. NÖBETÇİLER!


Birkaç söz, birkaç saat, kan çanağına çevirmeye yetiyor insanı. Hepten.

Kimse bir şey hatırlamıyor ama ben hatırlıyorum işte lanet olsun, hareketlerim sadece benim hatırladığım sözlere, olaylara ve işte o acınasılığıma ayarlı (o kadar yalnızım ki), hatalarım da öyle, ve hiçbir zaman olmayı kabullenmediğim o herhangi kadınlık gelip duruyor karşımda yine. Oysa ben onu birkaç yıl evvelinde bıraktım sanıyordum. Bak yine hatırlıyor büzüşesice beyin, hatırlıyor ve bağlantı kuruyor, bak diyor bu o, aynısı işte. Aynı nakarat diyor, hep aynı aynı. Ben de diyorum ki aa, bu şarkıyı ne zamandır dinlememiştim. Sonra konuya dönüyorum, tekrar ediyorum, herhangi bir kadın olamam ben ulan, olacaksam karşımdaki de herhangi bir adam olmalı. Herkes olmaz. Herkesle olmaz.

***

Bir Cemal Süreya eseri olunamaması, Cezmi Ersöz şiiri olunmasını da gerektirmezdi ama insan konuşuyor işte. Torba değil ki büzesin. Öperek susturasın veya, ama soluksuz kalmacasına.

***

Ertesi gün hapı, birbiriyle hiç sevişmemiş insanlar ertesi gün alıp unutkanlık ve umarsızlığa yol alsınlar diye verilmeli asıl. Doğum kontrolü için onlarca yöntem varken, doğum kontrolünün hiç gerekmediği zamanların ertesinde kişilerin birbirlerinin gözlerinin içine bakabilmelerini sağlayacak bir şey, bir tek şey bile icat edilmeyişini aklım almıyor.

Newspeak

Çerçeveletip duvara asılası. Bu öngörüye tüm sözler kifayetsiz kalası.

Bazı kitaplar satır satır, tekrar tekrar okunası.

Kasa her zaman kazanır.


Aslında her şey, benim bir öğle vakti bu muhabbete dahil olmamdan çok önce, soğuk bir kış günü başlamıştı...

Zaytung'da bir şeyi "Allah'a havale et"meyi seçenler bilirler, ironisi web adresinde gizli diyanet.gov sitemizin güzide bir soru-yanıt sistemi var. Örneğin, biri kalkıp "Sakız çiğnemek orucu bozar mı?" diye, veya "Bireysel emeklilik sistemlerinden elde edilen kazanç faiz kapsamına girer mi, haram mıdır?" diye sorabilir. Sakızı bilmem ama, bireysel emeklilik konusunda kafası karışanlar için sevgili diyanet'in "özel sorunuzla ilgili olarak kurul uzmanınca hazırlanmış bir görüş" olan "genelleştirilemez" yanıtını (herhalde her banka için genelleştirilemiyor) aşağıda veriyorum:

Bireysel emeklilik konusuyla ilgili Kurulumuzun görüşü şu şekildedir:

a) Genel olarak, sosyal sigortalar, karşılıklı sigortalar ve ticarî sigortaların caiz olduğuna,

b) Kâr payı esasına dayalı çalışan birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminin ise, yatırılan primlerin, dinen helâl olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz olduğuna,

c) Konusu din tarafından yasaklanmış olan sigortanın caiz olmadığına,

Karar verildi.


Buna göre bankalarda işletilen paralar dinen haram olan alanlarda değerelendiriliyorsa özel emeklilik caiz değildir.



Teşekkür ederim politik ve politik olarak doğru diyanet, seni çok seviyorum politik ve politik olarak doğru diyanet.

Önümüzdeki süreçte, reklamının yapılmasına ucundan da olsa katkıda bulunuyor olacağım bu bireysel emeklilik nanesinden hareketle, yatırım araçlarına atladık. Öğle yemeğinde yatırımlarımdan bahsediyorum, hah-hah, ya nolacağıdı ya?

Bir arkadaşım var, kendisini tanıyanlar kimden bahsettiğimi şimdiden anlamış bile olabilirler, kendisiyle neredeyse hiç sektirmeden her buluşmamızda açtığımız bazı konularla, onun bolca inat ettiği, benimse bolca güldüğüm tartışmalara giriyoruz. Bu anonim bir blog olsa kendisinden rahatlıkla "bağnaza beş kala" olarak bahsedeceğim sevgili arkadaşımın son yumurtası şu oldu: "Vadeli hesap caiz değil."

Laf çok uzatılabilir ve dolaştırılabilir, fakat düşüncenin özü şu: Hiçbir şey yapmadan kendi kendine artan para helal değildir.

Tabi ben sordum arkadaşa kendisinin çalışan bir insan olarak ne gibi yatırımlar içine girdiğini. Döviz alıyormuş. Eee?

Laf yine çok uzatılabilir, fakat düşüncenin özü şu: Kaybetme ihtimalin olan mecralarda paranı değerlendirmek caiz. Dövizde kaybetme ihtimali de var. Keza, borsada da öyle. Bireysel emeklilikte de, kısacası fon alımına dayalı her yöntemde kaybedebilir kişi. Uzunca bir süre sürekli kazansa da, kazandığı para sorun arz etmiyor iki dünyada.

Güldüm.

En çok, bolca gülebilmeyi seviyorum bu muhabbetlerde. Bağnaza beş kala da desek, açık kafalı insanlarla olmak güzel. Çünkü @AlperTanga'nın deyişiyle "müslümal" olan kesimle oturup bu savların mantıksızlığı tartışılamaz, hele benim şimdi soracağım soru, ağza alınamazdı:

"Nereye koyduğun parayı kaybetme olasılığın en yüksektir?"

Ka-ching! Bildiniz.

(Temmuz 2011, İstanbul)

bazı adamlar harbiden

İnsan etrafında hep ağzından çıkanları anlayan insanlar olsun istiyor ya... İşte onlardan herkes için biraz var. ama az. o yüzden “işte o” insanları kaybetmek üzüyor kişiyi en çok.

Lakin konumuz bu değil, başka tür bir üzüntü anlaşılmamaya dair.

***

Hani böyle görgüsü, bilgisi, aldığı eğitim, çalıştığı yer, takıldığı mekanlar veya pek sofistike zevkleri seninle aynı, ya da aynı seviyede olan, -ben aileyi değerlendirmem ama hadi o da olsun-, köklü bir aileden gelen, aristokrat, küçük burjuva, milletvekli yeğeni veya sanatçı çocuğu olan adam var ya... Hani beğenmiyor ya seni o adam; cahil, ukala, şişman, çirkin buluyor ya mesela ve her şeyi o biliyor ya...

İşte ben de o adamın, NuTeras’ta şişe açtırmasını değil, yaptığım espriyi anlamasını bekliyorum. Önceki gün konuştuğumuz bir şeye atıfta bulunduğumu anlamayıp, lafımın sonuna gülücük koymadığım için ciddi olduğumu sanıp belki, bana aynı “üf bu da salak mı ne” tavrıyla yanıt vermemesini bekliyorum. Bana gülmesini bekliyorum, çünkü ben istersem, komiğim. Ve bazen istiyorum.

Anlamasını bekliyorum, evet, çünkü anlamadığında rollerimiz tersine dönüyor, dünya başaşağı oluyor. Oysa ben beynime kan giden bu taraftan çok memnunum?

***

Sığ görünen tüm adamların bilerek böyle göründüğüne, altta başka, tırtıklamaya, tanımaya değer bir şey olduğuna inandım yıllarca. Artık şunu kabul etmek gerekiyor galiba: Bazı adamlar harbiden 'mal'.

losing my anonymity

abi çok fena bir şey oluyor ve ben anonimliğimi yitiriyorum. yani artık rahatça sövemeyebilirim ofise, götümle gülme efektleri yapamayabilirim evlenince işi bırakacak olan arkadaşlarıma, ne bileyim, dokunduramayabilirim aileme inceden... kendimi pezevenk gibi hissettiğim bir gece eve dönerken asansör duvarına yumruk atsam, bunu açıklayamam rahatça.


seviyorum aslında tanıdıklarla yazdıklarımı konuşabilme hallerini ama... ama işte. ama biliyorum da işte, insanın her istediği aynı anda olmuyor.

kısıtlanmak...

bu hiç hoş değil.

kayıplara mı karışsam?


görsel.

izleğenlere mektup

sevgili izleğenler,

son zamanlarda öyle ayda 100 post yapan eski hallerimin olmadığının farkındayım. çünkü artık yazmak istemiyorum, yazmayacağım.

hahah şaka lan şaka. inandınız mı lan?

yok öyle şey. daha burdayım. lakin randımanlı gitmiyor yazılar, doğrudur. bu hallerin sebebi birkaç. mesela artık belli konuları dan-dun tabir edilen normal yazma şeklimle yazmıyorum. başka hallere sokmaya çalışıyorum onları. fekat bu çalışmalar esnasında kafamdaki diyalogların aldığı şekiller her geçiş dönemindeki organizma gibi -henüz doğmamış bebek veya kaldırım kenarında erimeye başlayan kar gibi mesela- çirkin. insan içine çıkacak hale geleceklerdir elbet.

diğer bir sebep, kafamın çok dağınık olması olabilirdi ama değil. tam aksine. bu aralar hayatımda ilginç ve heyecan verici bir sürü yenilik oluyor. rotadan yine çıktık, kara göründü. konsantre olduğum başka konular var, bireysel emeklilik veya 5 üstün motor çeşidiyle yeni 308cc.

son sebebim ise her zamanki şey işte, şey var ya, bildiğin one love anlatacağımdır veya adaya gittik diyeceğimdir ama bi diyalog, bi komiklik bi şaka veya illa ki bilgisayara atılmayı bekleyen (üstelik benim keyfimi de beklemeyen) bir fotoğraf olur akılda, işte o. her şey istediğim gibi olsun kafası. dünyayı kurtarıyorum burda zira, ama sadece istediğim şekilde!

neyse efendim neyse, geçenlerde oturdum bir harita metot defterine yazılacaklar listesi yaptım. çünkü, nasıl bitirmek başlamanın yarısıysa, başlamak da bitirmenin yarısıdır.

görüşürüz,
b.

from the earth to the moon


01:01:59 _I never met a woman who liked Jules Verne before.



Ben de seviyorum amına koyim ya!

Ofsayt! (Restrospektif Kişisel Gelişme Yazısı)

I like to think I'm stronger now
Victim of common sense
The truth is that I know I still
Confuse the past with the present tense
Condensing what we had
To a single frame
That sticks in my mind
As I try to move on
The same image comes back every time
...


"Kendimi gereğinden fazla sorguluyorum. Nostradamus karşıma çıksa ne zaman öleceğimden çok, kendimi sorgulamaktan ne zaman vazgeçeceğimi sorardım. Neden lan?" dedim kendi kendime, bundan iki gün önce, üstümde bornozumla (yani giyinecek takatim olmadan) salonda otururken. Bu kendini sorgulama nanesi, yanında kendini sürekli yerme alışkanlığıyla beraber bir de kibir getiriyor. Bu acayip işte; çünkü insan kendini acımasızca eleştirirken aynı zamanda "bunları benden başka kimse yaşamıyor" ya da "bunları yaşadığını fark eden yalnızca benim galiba" gibi bir hisse nail oluyor. Oysa insan yeterince şarkı dinler veya kendi gibi insanların bulunduğu yerlerde zaman geçirirse, bu kibrin ne kadar yersiz olduğunu fark edebilir. Doğru zamanda dinlendiğinde tüm şarkılar "size", doğru yerlerde bulunduğunuzda herkes "siz" gibidir.

Dün One Love'a gittik. Etrafıma baktım, mutlu oldum. Bir günlüğüne (ya da iki günlüğüne) de olsa, çimlere yayılmaktan ve müzik dinlemekten başka gayesi olmayan insanlar vardı. Çok normal, ve garip garip giyinmiş insanlar vardı. Kafamdaki pipetli ve şemsiyeli taca dünyanın en saçma şeyiymişçesine (öyle bile olsa) bakmayan ve "oooooo kayış koptu kaptan!" diye bağırırken sesi benden çok çıkan, güzel, yakışıklı, çirkin insanlar vardı. Önemli olan, bu insanlar vardılar ve işte oradaydılar, aynı yerdeydik, demek ki hala umut vardı, yalnız kalmayacaktım.

Beni öldürmeyen şeylerin beni süründürdüğü, bunların bir kısmının da beni güçlendirdiği bir gerçek. İlişki bazında, resmen yalnız olduğum son 2,5 yıl 1 gün boyunca benim bir şekilde alakadar olduğum ve bana ilgi göstermeyen adamları sıraya dizsek Edirne'den Ardahan'a yol olmaz ama, bir ICAMES logosu oluşabileceği kesin. Bu durumda giderek güçlenmekte (tersine kaşarlanmak da diyebiliriz bu duruma) olan bünyem birtakım ofsaytları da daha olgun karşılayabilecek hale geldi. Bunlar sadece ilişkisel başarısızlıklar değildi tabi...

Hal ve tavrını beğendiğim insanlardan edindiğim izlenim şu: Önemli olan korkmak, korkmamak, bir filmin veya bir şarkının içinden bir yer bulup saçmasapan ağlamak veya hiç ağlamıyor olmak, gizemli olmak, sevmek, kıskanmak, deliye dönmek falan değil. Olay, tüm bunları benimsemiş olmakta. O zaman karizmatik dediğimiz şey oluyor insan, gerçekten "ben böyleyim"ci oluyor ama züppece, ya-sev-ya-terk et'çice değil. Ben hissediyorum, hissettiğimi de istediğim kişiye, istediğim şekilde söyleyebilirim. Ben korkuyorum bazen yalnız başıma eve girerken, bazen gece yatarken karanlıktan; bundan bahsederken illa "bu bana hiç yakışmıyor ama" diye başlamak bana farz değil. Ben üzülüyorum yitip giden dostluklarıma; ben "iyi orta gol getirir" iddiasındayken hakemin görmediği, ancak dışarıdan görecek kadar uzaklaşıldığında ofsayt olduğu anlaşılan tüm pozisyonlarıma üzülüyorum ve bunları anlatamayışım bana reva değil (yapabilmek / yapamamak sadece yetenek değil, aynı zamanda yetki meselesidir). Bir dostluğu, bir "eş"liği kaybedip bir arkadaşlıkla yetinmeye çalışmak benim harcım değil. Her vurduğum tuşta, gururla karışık bir pişmanlık hissetmek, benim kendi kendime ettiğim bir şey değil. Yoruluyorum uğraşırken, bu sefer ben yapmamış olayım, ufacık bir suçluluk duygum olsun veya saçma da olsa bir suçluluk yüklensin bana, bana "sen bunu yaptın da ondan, lanet karı!" densin, haklı olunsun ve ben düzeltmek için çabalayayım diye, ilgi isteyen çocuklar gibi yaramazlıklar yapıyorum, cıss, bana yazma dediler ama bak hala! yazıyorum... işte bu salaklık da bana yakışır değil.

Bu bir kişisel gelişim yazısı değil. Sizin için değil en azından. Benim için öyle gibi, ama geriye dönük anlatılanından, "oldu da bitti maşallah" tarzı. Yeni data yok, eski dosyaları açıyoruz. Restrospektif bir çalışma, evet, restrospektif kişisel gelişme yazısı.

Sinan paylaşmıştı bir keresinde, "Beni mahveden şey; bana yalan söylemiş olman değil, sana bir daha inanmayacak olmam." lafını Victor Hugo'nun. Beni mahveden şey ise hayatımdaki en önemli zannettiğim adamları hep kaybetmiş olmam. Hepsi kendi kendini öldürdü bir şekilde. Ve hiçbir şey değişmedi onların ölülüğünde. Hala aynı adamlarla görüşen, hala aynı yönetmenlere hayran olup aynı müzikleri dinleyen adamlar onlar. Fakat bir tanesi var ki, onu hiç tanımadığım biri öldürdü. Eskiden sarhoş balık ile topal martı çalan evinde ölü bulundu canım dostum. Ölümünü herkes müptezelliğine yordu. Kimse fark etmedi o evde artık yesterday's mistakes yükseldiğini fazla ısınan bilgisayardan. Ben de fark etmedim, sonradan düşününce anladım aslında başka bir adamın onu öldürdüğünü. Ah, faili meçhul dostum.

Vazgeçtim, beni asıl mahveden şey buymuş: Geride kalan, tanımadığım bu adama kitap ithaf edecek olmam (öyle mi?)

Şimdi...

yani,
kırıyorsun
parçalıyorsun
yok sayıp kendimi bana unutturuyorsun.

yol bulup susmaya çalışırken
konuştu cümleler içimden
hangisi sen?
hangisi ben?
bunaldım -mış gibilerden

... bak, şarkılar benim, şarkılar bana.

Şimdi, ben neden böyle hissettiğimi sorgulamayı bırakıp, sadece böyle hissettiğimi düşündüm. Bunun da benim normal kılmaya çalıştığım tüm saçma şeyler gibi normal olduğunu, her şeyin bir açıklaması olmayabileceğini bildim. Bir açıklama varsa da onu bulmak zorunda olmadığımı, bir zahmet getirilip önüme konması lüksünü hak ettim. Gerekliyse. Uygulanabilirse.

Yayınlamadığım tüm yazıları ise gözümün görmeyeceği bir yere kaydettim.

Ayy, aklıma geldi, ben bu retrospektif çalışma için onay almadım?!
Amaaan...
Sikerler!


(... ~ 04 Temmuz 2011)

VeletSavar

Evde tüm McGyver'lık ve tam teçhizatlılık özelliklerimi kullanarak bir düzenek kurdum. Aslında, bu işlere Geleceğe Dönüş çizgi filmlerinden bu yana tövbeliydim. 6 yaşında filan olduğum günlerdi... Sondaki "evet çocuklar, bugün evdeki malzemelerle x yapıyoruz" bölümlerinden birinde x uçan balondu. İşi zorlaştıran ise helyumun her evde bulunan bir soy gaz olmamasıydı. Ben, saç kurutma makinesini market torbasına sokmak suretiyle -ama doktor da aynı öyle yapıyordu!- ateşe verip, akabinde panikle lavaboya bıraktığım makinenin üstüne suyu da açınca annemin 25 yıldır kullandığı emektar makine gözyaşlarıyla uğurlandı.

Bittabi, makineyi yekpare olarak değil, havalandırma kısmını açıkta bırakacak şekilde torbaya sokmak gerektiğini fark edecek kadar dikkatli izlememiştim televizyonu. Böylece, benim "bişey yaparım ben bunla ki" dönemim son bulmuş oldu.

Aradan geçen 20 yıldan sonra, bu yola tekrar baş koymam için bir sebep ortaya çıktı: Çocuklar! Çocuklar kimine yaşama sevinci aşılarken, emin olun kimine de tam tersi duygular iteleyiveriyorlar.

Bunu anlatmış olabilirim: 3 tarafı çocuklarla çevrili bir evde yaşıyoruz. Toplam 8 veled-i zinanın aileleri de cümbüşe dahil olduğunda bizim ev, içinde yaşanmaz bir hale geliyor. Genç olan bizken, "aile apartmanı" tabir edilen bu kadar ses çıkması sinirime dokunuyor (Aile Apartmanı: Onlarca piçin yerleşik olduğu, genç ve bekar olduğu için hor görülenlerin dahi gürültüden huzur bulamadığı yer.) Eh, ben de sakin ve munis bir karakter değilim, dolayısıyla bir pazar sabahı erkenden uyandırıldığımda, saldırgan olmam kaçınılmaz.

Gidip konuşarak, ikaz ederek veya duvara vurarak sonuç elde edemediğimizi anladığımız andan itibaren, bu şahıslara kendi silahlarıyla karşılık veriyoruz. Çocuk mu bağırıyor? Köklüyoruz televizyonun sesini. Anne-baba mı galeyana geliyor? Biz de vauvuavuavuavuav diye anlamsız sesler çıkarıyoruz yüksek perdeden. Bunlar da yetmeyince, biraz zahmet edip başka silahlara başvuruyoruz, örneğin VeletSavar.

Büyükçe bir bardak (evinizin her şeyinde bulunabilir), bir mp3 çalar ve bir hoparlör (veya dışarı yüksek sesle müzik verebilen herhangi bir cihaz) ile, siz de evinizde bir VeletSavar yapabilirsiniz. Nasıl mı? İşte böyle:


VeletSavar: İçeriden ve dışarıdan görünüm

Bu düzeneği, cihaz(lar)ın sesini sonuna kadar açıp duvara dayadığınızda, birkaç dakika içinde etraftaki tüm seslerin kaybolduğunu göreceksiniz. Civar evlerdeki ebeveynler eşşşek değilse, çocukları susturmaları gerektiğini bir Rainbow - Since You Been Gone bitene kadar anlamış oluyorlar (bu şarkının etkisi klinik deneylerle kanıtlanmıştır).

Daha da mı olmadı? Bizim bir sonraki aşamamız polis çağırmak olacak. Denediğimizde, sonucu size haber veririm.

lose para - lose kenevir

Ataşehir'de bir apartman dairesini seraya çeviren C.C. vardı aylar önce, bildiniz mi? Geçenlerde sosyal medya ona benzer yeni bir haberle sarsıldı. Sarsıldı dediğim, sarsıla sarsıla güldü. Böyle haberler ebeveynlerin kafalarını sağa sola sallayıp cıkcıklayacakları türden olduğundan, televizyonlarda pek rağbet görmezler. Ancak zırtapoz haber sitelerini karıştıranlar bulur da feysbukta filan paylaşırsa böyle yayılır yayılır durur işte, çok yayılır, önünü alamazsınız öyle böyle yayılır...

Edirne Belediyesi'nin ektiği çiçekler kenevir çıktı

Edirne Belediyesi’nin yeni açtığı parka ektiği çiçekler kenevir çıktı. (...) Konuyla ilgili bir açıklama yapan Edirne Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi, belediye çiçekliğinde kullanılan toprakların Yunanistan sınırındaki Karaağaç semtinden alındığını belirterek, ’’Hint keneviri tohumları, Meriç Nehri ile aramızda sınır olan Yunanistan’daki tarlalardan bir şekilde bizim topraklara geliyor. Yunanistan tıbbi alanda kullanmak için sınırdaki tarlasına çok sayıda Hint keneviri ekmiş durumda. Belediye çiçekliğinde biz ekmediğimiz halde kullanılan toprak dolayısıyla Hint keneviri çıkıyor’’ dedi. (...)

Haberin tümünü şuradan okuyabilirsiniz.


Ah bebeyim ya, Afrika'dan muzun içinde gelen üçüncü kat böceği misali, Yunanistan'dan "bi şekilde" gelen tohum ne kadar inanılası? İşin kötüsü, tüm bunlar muhtemelen doğrudur da!

Keşke "özellikle müptezellerin kullandığı yasal el ve dudak kremleri için kenevir üretiyoruz" diyeydiniz, işin içinde yabancı şirket olunca ceza meza da olmazdı, "işte her şeyi Amerika pilanlamış" der geçerdik. Şimdi hiç yoktan ceza ödenecek bir sürü, üstelik kenevir de yok, lose-lose situation.

(03 Temmuz 2011, İstanbul)
Bu yazı portakalsuyu'nda da yayınlanmaktadır.

bak bu asansör türk!

"Bak bu asansör türk, türk, türk, türk... Bak bu dolma normal..."

_ Bu dolma normal ne demek yaa?
_ Hah, şarkının gerisini hepten anladın da oraya takıldın, bravo! "Bak bu asansör türk" ne demek yani mesela?

Yukarıdaki muhabbet Çeşme'den. Evet hiçbirimiz bilmiyorduk türk olan asansörün nasıl bir şey olduğunu.

Geçenlerde metus'un bana bilmeden tanıştırdığı üzere, bak, şuymuş meğersem:

Cem Yapar'11




Bir hafta önce konuştuğumuz diploma törenini tamamen unuttuğum Cem Yapar için:
"Aga sen göremiyorsun, seni mezun etmişiz??"
Bağlantı

Boğaziçi Üniversitesi için Mezunlar Günü, yaygın kanının aksine Haziran'ın ikinci haftasonunda gerçekleşen ve konserle noktalanan çimlere yayılma aktivitesi değildir. Tabi mezun olanlar için.

"Mezunlar Günü", yani mezunların günü, Haziran sonu - Temmuz başında ardışık, lalettayin iki güne yayılan, kep töreni ve diploma töreninden oluşan bir gün öbeğidir. Günler yerine gün öbeği diye bahsetmemin nedenini mezunlar bilir: O iki günü birbirinden ayırmak neredeyse imkansızdır. Her şey iki günlüktür; aileler memleketten iki günlüğüne gelir, cüppeler iki günlük kiralanır, iki günlük uyunur :) Kombine bilet.

Mezunlar Günü'nde dünya, sürekli tekrarlayan müziği ve hoca-kulüpçü öğrenci konuşmalarını dinlerken tüyleri diken diken olan, kep atan ve illa ki başka bir kepi alıp eve giden, ertesi gün diploma alan, icabında tiksindiği hocalarla kucaklaşan, onlarca, yüzlerce fotoğraf çektiren yeni mezunlarındır. O gün öbeği, tamamen onlarındır. Onlar, dünyanın kralıdır.

Mezunlar Günü'nüz kutlu olsun.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!