... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

bu bir işaretin yarisi olmalı.

"Yaris'e var mısın?" reklamlarını bilirsiniz, ÇiziYORUM tarzı esprilerin reklama dönüşmüş halidir...

Şu açıdan başarılı olabilir bu reklam: Yaris'e, Yaris'i filan derken insanın aklına hep sokakta görse tanımayacağı o marka ve modeli düşürdüğü için... Bir keresinde Kazım Koyuncu'dan Hayde dinliyordum bir havalimanı dönüşü. O şarkıda "çıktım çami budadum / endurdum yarisina" der. Yarisina. Bundan da reklam olur o zaman, diye düşünmüştüm arabadayken.

Sonra "bunu kimse anlamaz bellatrix, kimse de şaşırmaz ve gülmez buna senin gibi" dedim kendi kendime ve unuttum bunu.

Bugün mailime şu düştü:


Bir yerlerde benim gibi saçmalayabilen, saçma çağrışımlarıma burun kıvırmayacak, anlattıklarımın dikkatlerini çektiği insanların var olduğuna inanmak için biraz daha fazlasına ihtiyacım var bu aralar.

Ama kabul ediyorum, iyi denemeydi.
Unut artık Elizabeth.
Aylar oldu.

La senin Türkçe hocan kimdi?

O belgeyi dürüp, adamın ağzına ağzına vursan da olurmuş Harun komserim!

çöpe atmışım...

bugün anneme dediğim şeyin arkasındayım: "hayatımı alıp çöpe atmışım, napayım..."

napayım yani.

bu iş için geçerliydi.

kendi kendime çok söylüyorum, çok da sakin söylüyorum da, henüz dışarı sakince veremedim bu nefesi: ne zaman ki "bundan sonra ben yalnızım, tamam, belki de bundan sonra böyle olacak" derken gözlerim dolmayacak, o zaman bunu gerçekten kabullenmiş sayacağım kendimi. içimde en ufak bir sızı olmayacak o zaman. bir omuz silkmesinden ibaret olacağım.

bu da aşk için geçerliydi.

sessizsem şayet, bu durumları içselleştiriyorumdur.
merak edilmesin.

bir kalemde bil yaptığını

Tanıdığım, çok sevdiğim insanların üzülmesini kötü olsunlar, beter olsunlar diye istiyor değilim. İnsan canının bir parçasının harap olmasını ister mi?

İstemez.

Ben üzüntünün, kederin onlara "ben ne yaptım ya?" dedirteceğini, akıllarının başlarına geleceğini düşünerek istiyorum bunu ki, yeniden canımın parçası olsunlar, yeniden seveyim onları eskisi gibi. Yoksa başka insanların söyleyebileceği şeyler akıllarını başlarına getirmeyecek. Bir kalemde bilmeliler yaptıklarını, ancak kendileri.

Eğer böyle olmayacaksa, eğer değişilmiyorsa, o zaman herkes çok mutlu olabilir ve ben değersizlik kabuğuna çekilebilirim. O zaman belki inanırım işte.

Bu yazı yazılırken hiçbir hayvan zarar görmemiştir.

Hayvanlar üstünde denenmemiş olması, bazı kozmetik ürünlerinde pozitif bir taraf olarak karşımıza çıkıyor ya...

Bu araştırma işlerinin bir şekilde içinde olan, fakat bunların ilaç olmadığının da farkında olan biri olarak sormak istiyorum: Hayvanlar üstünde denemiyorsanız, direkt benim üstümde mi deniyorsunuz lan bunları?

Yani ben bir ağrı kesici yutarken bunun sıçanda, köpekte ve tavşanda ne gibi etkileri olduğunu, farmakokinetiğini, farmakodinamiğini, milyonda bir görülen yan etkilerini biliyorum da; bir göz kaleminin beni alerji yapıp yapmayacağını veya kör edip etmeyeceğini bilmiyor muyum?

Bu "klinik deneylerle kanıtlanmış"lığın testleri insanda başlıyorsa da aynı şey geçerli: Bu deneye katılmış ilk kişi, ürün hakkında laboratuvar düzenindeki etkilerden öte hiçbir şey bilmiyor, değil mi?

Bu durumda bir kozmetik ürününü ilk deneyen olmak, bir ilacı ilk yutan sağlıklı insan olmaktan daha tehlikeli olabilir.

boykotun gerçekten çok kısa tarihi

- Ermeni soykırımı yoktur demekle, Ermeni soykırımı yoktur diyeni içeri atmakla tehdit etmek farklı şeylerdir ve ilki hakkındaki fikrimiz ne olursa olsun ikincisine karşı çıkmaya devam etmek gerekir. Özgürlük adına gerekir, sansüre karşı olmak adına gerekir.

- Ülkemde düşünce özgürlüğüne saygı gösterilmemesi, başka ülkeleri bu konuda yeremeyeceğim anlamına gelmez. Ben şahsen düşünceye saygı gösteren biri olduğum sürece tabi. Çuvaldızı da ülkeme batırıyorum.

- Fransa'nın sikinde olmaması da onları boykot edemeyeceğimiz anlamına gelmez. Ha, adamların parasıyla bir tarafa hayvan gibi fabrika açıp istihdam yaratırken, gidip Tefal'den alışveriş yapmamanın boykot olduğuna inanmıyorum, o ayrı konu.

Umarım meramımı anlatabilmişimdir.

the ball is over

Bizim demirlerimiz de demirdi, biz de aynı saate bakıp "geç kaldım!" diyorduk belki.

Biz görünürde daha yakındık birbirimize (o yüzden birbirimizi daha çok yakabiliyorduk da - ve işte o yüzden "görünürde" diyorum ya).


Biliyor musunuz, ben insanların artık dans etmeye gitmemesine çok ama çok üzülüyorum.


badabum tıss!



-ma

ben artık mutsuzluktan çalışamıyorum bile.

cuk

iyi dedin.

iş bölümü

Sen yürümeyi sever misin bilmiyorum... Ama bana benden az düşünen biri lazım, o kesin.

Bunlar, sana ve bana.


Madem ki Ermenisin...

"Bu dava önemli bir dava. Türkiye'de hukukun karşısında herkesin eşit olduğunu, sadece kendi vatandaşlarına değil, Türkiye aslında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini kabul etmiş bir ülke olarak, yabancılara, yabancı şirketlere karşı da eşit muamele yapan bir ülke. Ama bu davanın çok ayrı bir özelliği var. Gayrimüslim bir vatandaşımızla ilgili bir dava olduğu için ayrı bir hassasiyet tabii ki söz konusuydu. O bakımdan her türlü titizliği göstermek, herhangi bir şekilde vatandaşlarımız arasında bir yanlış kanaatlerin oluşmasına fırsat vermemek bizim görevimizdir."

Abdullah Gül


"ermeni", nötr bir kelime, ona herhangi bir yakınlık ya da uzaklık duyamam.
(...)
"hepimiz hrantız, hepimiz ermeniyiz" demişiz. ermeniyiz, çünkü ermenilerin maruz kaldığı bunca şiddeti, kıyımı, haksızlığı görüyoruz, onların yanında duruyoruz, onlara yapacağınız şeyi bize de yapın diyoruz. hrantız, çünkü hrant dink bizim de sesimizdi, onun beraber yaşama kararlığına sahip çıkıyoruz, ona atılan kuşunları bize de atın diyoruz.
(...)
hrant dink'i, ezilen kimliği, ideolojisi ve meselesinin güncelliği sebebiyle daha çok umursadığım doğrudur, ama bu diğer siyasi cinayetleri umursamadığım anlamına gelmez, elimden gelen her türlü desteği o mücadele için de veririm.

Mehmet Kentel
blog.


Ermeni benim için de nötr bir kelime. Bir cinayet de, ağırlaştırıcı kimlikler olmadan da yeterince kötü. O yüzden "hepimiz Ermeniyiz" demek kafama yatmıyordu, hala da yatmıyor.

Cumhurbaşkanı'nın açıklaması, öncelikle yanlış. Çeşitli gazetelerde nüanslarla aksettirilen açıklamanın bir yerinde geçen "yabancı uyruklu" ne demek? "Türk ırkı" hipotezinin bir yansıması mı bu da?

Dini inanç ile uyruğu ne zaman ayırabileceğiz acaba birbirinden?

Onu geçiyorum, cumhurbaşkanı'nın açıklaması, şimdiye kadar yapılan tüm "karara bizim de canımız sıkıldı" mahiyetindeki samimiyetsiz açıklamalarının içinde belki de en kötüsü... ama, ne yazık ki, üzülerek söylemek zorundayım, bu yüzden halk daha hassas; değil hiçbir insan, hiçbir gazeteci cinayetinde verilmeyen tepkiler veriliyor. Çok doğru tepkiler olsa da bunlar, bir insanın sırf Ermeni diye milliyetçi duygular öne sürülerek canice öldürülmesine geçmiş acılar, haksızlıklar öne sürülerek "daha çok" karşı durmak tutarlı değil ve cumhurbaşkanının bu çok yanlış açıklamasını destekler nitelikte.

Meselenin güncelliği sebebiyle şu an gündemde oluşuna ise söyleyecek şeyim elbette yok, normaldir, doğrudur.

dördüncü sınıf adalet anlayışı

Dördüncü sınıf emniyet müdürlerinin yazdıklarının delil yerine geçmediği bir ülkede, "yazılmadıysa olmamıştır" sloganlı bir işte çalışıyorum; ne kadar nafile bir iş yaptığımı böylece anlayabilirsiniz.

Bu ülkede yazılmış da, olmamış olabiliyor pekala!



Türkiye'deki adalet sistemiyle ilgili yazılarımın hiçbiri "adalet" etiketine sahip değil. Olacağını da sanmıyorum.

Dördüncü sınıf terk bir ülke bu.

örgüt diyemem, kal diyemem...

... sen goncasın, gül diyemem!

Dink kararını veren hakim: Örgüt yok diyemem


Dink davasında "terör örgütü yok" kararı veren hakim açıklamalarda bulundu: Bu cinayetin birkaç simitçinin işi gibi basite indirgenmesine karşıyız. Bizce de basit bir cinayet değil. Azmettiren birileri olması gerekir ama deliller bu kadar.

(...)

Davalar uzayınca da kamuoyundan baskı geliyor, baskı altındayız. Ayrıca davanın uzatılması için yapılanlar da var. Biz elimizden geldiğince davayı uzatmadan karar vermeye çalıştık. Ancak 4.5 yıl kimileri için uzundur, kimileri için de kısa.

(...)

Terör örgütü olabilmesi için de bir eylem değil birkaç eylem yapmış olması gerekir.

(...)

http://www.ntvmsnbc.com/id/25315075



Ben bu açıklamadan 1 şey anladıysam o da şudur: "Bi kereden hiçbi şey olmaz."


Oysa ki "örgüt", topluluk adıdır ve eylem sayısına değil, kişi sayısına bağlıdır. Şahsen pek tutmadığım "ama işte napalım" TDK'nın tanımında bile, aşağıdaki şekilde geçer:


İlginç değil tabi bu durum. Ülkede kim Türkçe biliyor ki hakimler bilsin?

Siz sırf de'lere ki'lere takıldığımızı zannededurun daha...

yetmez gülüm on bira

Kızım olursa adını bira koyabilirim. Şekilli olsun diye bir'a da koyabilirim. Maksat entellik. (Neş'e diye hocamız vardı bizim yahu!)

İkinci çocuğum erkek olursa adını
birbe koyacağıma ise kesin gözüyle bakabilirsiniz. Adının Justin Bieber'a benzerliğiyle dikkat çekecek oğlum. Ama olsun.

Bi kızım daha olursa, e napayım, adını
birce koyarım. Sanal alemlerde 1C gibi isimlerle sekmesine de göz yumarım. İlkokulun hatrına canım, şimdi sadece seçimlerde oy vermek için uğradığım okulda, bundan 20 yıl önce adım attığım ilk sınıfın kapısında 1-C yazmasının hatrına.

E üç çocuk fazla bile zaten. On tane mi doğuralım?

Hrant'ın katili benim.

Mahkemenin verdiği karardan utanç duyuyorum. Ülkenin adalet sistemine inanmayan biri olsam da, alttan alta, insaniyet namına değilse de siyasi nedenlerle, "dışarıya sevimli görünmek" uğruna bile olsa adil bir kararı içten içe bekliyordum. Tesadüfi bir adalet çıkabilirdi. Onun yerine yine her yer festus.

Böyle devlet, örgüt başına. Örgüt yoksa, bu laf uzaya gider.

Hiçbir zaman desteklemediğim birtakım kararların arkasında, hiçbir zaman desteklemediğim birtakım partiler var. Benim "ne şeriat, ne darbe" de demişliğim var bir yolda yürürken. Bu bazılarına banal gelecek biliyorum. (Bazı söylemler diğerlerinden daha az soylu oluyor sanırım.)

Hrant'ın katili benim diye teslim olsam daha az hırpalanırdım gibi geliyor (e onlara bir şey olmuyor). Utancımı, acımı veya inançsızlığımı kendi istediğim gibi yaşayabilirdim belki o zaman. Ülkenin gidişatına dair sorumluluğumdan payıma düşeni alıp, tüm suçu sırtlamak zorunda kalmadan yırtabilirdim.

Şimdi, hiç desteklemediğim bir tek partili iktidar döneminde, bağımlı bir yargı düzeninde, bir iş gününde Agos'un önünde olmadığım için suçlu benim (beni atın, bir denizyıldızından kurtulmuş olursunuz). Yine o geniş zamanlar isteği, yine yapamamazlık beni, bizi suçlu yapıyor. Evet, karşı çıkmalı. Lakin, karar başka türlü verilsin diye kalabalık toplanan ülkede, çıkan karara sevinilecek miydi?

Oyunu kuralına göre oynamaya karar verdik sanırım, aniden.

Ötekini kucaklarken berikini ötekileştirmek felsefesinin etrafımı sardığını ve beni çok mutsuz ettiğini hissediyorum. Faşizme, ırkçılığa, ümmetçiliğe karşı çıkarken kendi yurdumdan olmuşum, eşitliği savunurken ben daha az eşit olmuşum meğer. Bunun gelişini görebildiğimi söyleyemem. Düşüncelerim değişmedi, ama artık gerçekten kalbim sıkışıyor.

Bayağı, bildiğin korkuyorum artık.

taktik maktik

Kadınım, futbolla da futbol oyunu oynamakla ilgilenmem (fifa 98 hariç).

Ama kadınım, meraklıyımdır.

Tabi ki sonuna kadar okudum.


(bu bayağı öncenin ekşisözlük geyiğiymiş diyor arkadaşlar,
ben görmedim ama arkadaşlar iyidir.)

Hayattan Dersler: bir hakaret olarak gerçekçilik

Düşündüm de, gerçekçi insan bir olayı her yönüyle ele alıp düşünür. İyi yönüyle ve kötü yönüyle.

Sadece iyi yönüyle ele alsa optimist,
Sadece kötü yönüyle ele alsa pesimist olur insan.

Ama o gerçekçi, yani hem iyi hem de kötü yanı görüyor.

Peki...
"Gerçekçi" neden hakaret gibidir insana, gerçekçilik kötüdür, tü kaka'dır? Gerçekçi insan mesela, hep olumsuz düşünen, kötü yanı görebilendir?

Çünkü -ve demek ki- gerçekler kötüdür.


(Aslında madem ortada bi bok var, en güzeli oportunist olup, boncuğu çıkarabilmek.)

Kar, yağsın!

Kar yağsın evet, ama her yere değil.
Kar İstanbul'a yağınca güzel değil. Esentepe'de, Levent'te, Yenibosna'da güzel değil kar.

Kar, Heybeliada'ya yağınca güzel. Evin karşısında orman bembeyaz görününce güzel.

Kar, Zincirlikuyu Mezarlığı'na yağınca,
Uludağ'a yağınca,
Boğaziçi'ne yağınca güzel.


ankara isyeeaaanı

"ankara'da hayat kim ne derse desin güzel. hem de çok güzel. alternatifimizin çok olmayışı belki de ortamı güzel yapan. ya da her birimizin birbirimizle sözleşmesek bile karşılaşma şansımız. ama ankara çok kıroo yaaaeee diyenler aslında apaçinin önde gideni.onlara isyeeaaan diyorum."



"Ankara kıro değil ama sıkıcı. Gerçi bu aralar, enerjim hiçbir şey yapmaya yetmezken, acaba Ankaralı olsaydım da elimden gelmeyen nedenlerle pek bir şey yapamayıp kafa rahatlığıyla evimde mi otursaydım diye düşünmüyor değilim.

Bence yorgun ve üzgün insanlar Ankara'ya taşınmalı."
b.

because the night belongs to lovers


Erce görmüş, aklına ben gelmişim.
Sağolsun, canım benim.

lacivert gökyüzündeki beyaz martıyla ilgili bir şeyler

büyük ayı bana bir yeri hatırlatmaz.

daha doğrusu, büyük ayı bana 1 yeri hatırlatmaz.

çünkü ben her yerde onu görmeye çalışırım.




bu gece, aydınlık.



10.952,050

_ Bunu niye yapıyoruz, biliyor musunuz?

Hep galaksiden bize not gelirdi, uzaylılardan falan; bu sefer biz onlara bi' not gönderiyoruz.

Erdil Yaşaroğlu

Evet, 10.952,050 metrekarelik bir not... Anlayana!


yaz(ma)ma sorunsalı

Birinin bir şeyi anlamasını umarak yazmaktan daha çaresizce bir şey varsa, o da yanlış anlamasından korkarak yazmamaktır. Bir şeyi tekrar etmek konusunda da aynı şey geçerli.

Sizin hiç öyle bir derdiniz olmadığını bilip bilmediğini bilemezsiniz çoğu kez.

(Yanlış anlaşılma ihtimalleri arasında yazmak var mıydı Sylviane Herpin?)











Beğenmiştim bu lafı. İçimde kalmasın.

Reçelin 15 dakikalık şöhreti

Twitter'da dönen "x sendin aşkım" "y sendin aşkım" geyiğinin aslını bilen varsa bana bi deyiversin rica ediyorum.

Genelde reçel etrafında dönen bu geyikler, bana Deniz Seki'nin seslendirdiği film şarkılarından birinin bayık ve banal görüntülerini hatırlatıyor: 7 tane kırmızı tuborg içmiş gibi duran Halil Sezai (ne yazık ki benzetme bana ait değil, twitter'dan arak), sürekli somurtan Halil Sezai'nin sevgilisi ve bir camın iki tarafından öpüşme(me) sahneleri. Iyyh! Otobüs durağındasınız be, salına salına sinsice'ye klip çekmiyorsunuz midesizler, pis o cam, pis!

Sırf bu klipteki görüntüler yüzünden filmi izlemek istemiyorum desem yeridir. Lakin merak ediyorum işte sırf bu geyiklerden ötürü: Acaba düşündüğüm şey doğru mu? Halil Sezai filmde bir yazar mı mesela ve bir öyküsü incir reçeli ekseninde mi şekilleniyor, gün be gün ölen, avuçlarından kayıp giden sevgilisine "incir reçeli sendin aşkım" mı diyor filmin sonunda?

Merak etmiyorum dersem yalan olur.

omg!!! that's the cutest incir ever!


Videoyu da koyayım da tam olsun, arafta bırakmayalım okuru. Sesini kapatıp dinleyin, fantezi müziğin allahı geliyor, benden söylemesi (merak etmeyin yabancılar ve eblehler için Türkçe altyazı var).



hayalleri hayal olmuşmuş, üff naacayip bi kelime oyunu!



Bu arada kendi teorilerimde boğulmamı istemiyorsanız cevap verin, cidden, nedir bu "x sendin aşkım"lar?

Can Bonomo kim ya?

Bir adam var, senin arkadaşın bile değil. Şarkı söylüyor bu adam. Bir arkadaşın arkadaşı dinletmişti bir gün Çengelköy'e, kahvaltıya giderken. "Bu ne?" demiştin, "Şaşkın" demişti. "Peki kim bu?" demiştin, adını söylemişti: Bonomo. Grup adı sanmıştın, internette aramıştın, bir şey çıkmamıştı. Haftalar sonra aynı arkadaşına gidip "abi sen bana bir şey dinlettin ya, neydi o?" demiştin, öğrenmiştin, çocuğun adı Bonomo'ymuş meğersem. Can Bonomo. Bonomo ne komik bir ad değil miydi, kameraya 333 demek gibi bir şeydi.

O şarkıyı arkadaşından edinmiş, manyak gibi dinlemiş, çok sevdiğin diğer şarkılar gibi kendinle özdeşleştirdiğin sözcükler, cümleler bulmuştun içinde. Ofistekilere dinletmiş, aynı "kim bu?" sorusuna sen yanıt vermiştin bu kez: Can Bonomo. Uzayan mesailerinizin kafa dağıtma şarkısı olmuştu Şaşkın.

Sonra bir gün Moris gelmişti -çünkü Moris gelmekte ve gitmektedir hep-, sıcak denebilecek bir akşamda alternatif çimlerde oturmuştunuz tayfayla. Moris "durun size Bonomo açayım" demişti ve çıkarmıştı telefonu; işte diğerlerinin bildiği ve bilmediği tüm şarkıları ("abla" gibi mesela - sahi, ne oldu o şarkıya?) dinlemiştin orada. "Bana bir saz verin" ne güzeld dimi ya? İlerleyen günlerde Moris'in yakasına yapışıp istediğin kayıtları almıştın, ama formatları iPod'a uymuyordu ne yazık ki.

Sonra albümü çıktı Bonomo'nun. Twitter'da takip edilmemekten korkmayan bir grup olarak abandınız hashtag'lere, #canbonomo TT oldu. Bu sefer değişik sordu insanlar: "Can Bonomo kim ya?"

Albüm için seçkin müzik marketlere bir gittin olmadı, iki gittin dağıtılmadı henüz dediler, sinir oldun, Meczup'u yazdın hemen o akşamki lansman konserinden önce, aldı İzmirli dostlar götürdüler seni Babylon'a. Konser öncesi biraları içerken köşede, ayaküstü tanıştınız bile (ama o seni hatırlamaz bence). Sonra konser başladı. Bonomo, kendi deyimiyle kapılarını aşındırmış, gitmiş gelmiş ve sonunda sahneye çıkmıştı işte orada, heyecanlıydı, şaşkındı, güzeldi. Albümü aldın çıkışta -sonunda!- aslıko'yla imzalattınız, o buzdolabının üstünde fotoğrafını taşıdığından bu ilginç adamın ve hatırladığından "bak şu şarkıyı şurada yapmışlardı"larını, ona yazılan yazı da değişik oldu haliyle ama seninki de hiç fena değildi: "Hep benimle kal, hiçbi derdin olmasın!"

12341234 diye sekiyor muydun metroya yürürken? Eh, müziğin böylesi güzeldi.

Kaldın bu ilginç adamla. Örovizyon umurunuzda değil ama bu bahaneyle onden birkaç şarkı daha dinlersiniz yeni albümü beklemeden.

Ne yaparsa yapsın, kaçıncı olursa olsun; katlanarak büyüdü ismi halk nezdinde. Her gün daha çok insan soruyor "Can Bonomo kim?" diye. Onu tanımayanlar için üzülmüyorsun ama, uzun zamandır müziğiyle tanış olmanın tatlı bir tarafı olduğu da doğru dimi, itiraf et...

Evet, evet aynen öyle!



Bu yazı, eşzamanlı olarak
portakalsuyu'nda da yayınlanmaktadır.

Gregor Samsa bir sabah...

Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini dev bir dergi kapağına dönüşmüş olarak buldu...?

New cover from French Let's Motive:
"A french free magazine distributed in Marseille, Lille, Bordeaux, Lyon and Toulouse."

Just do the math!

Bu da bir çeşit üçgen.
Pascal'cım, alınma sakın.

O malum şemsiye açılmış!

Sevgili üniversitem Boğaziçi'nde bir fotoğraf yarışması başlamış. Şimdiye kadarki kütüphaneli, Burn'lü, jelibonlu, "mütemadiyen açık bilgisayarda House izliyorum" konseptli fotoğraflardan sonra, şu aşağıdaki bana oldukça yaratıcı geldi. Yaratıcı, ve gerçekçi. Zira, o malum ve meş'um şemsiyenin zaman zaman açıldığı oluyordu.

Üniversitemin öğrencilerden oluşan bir Sosyal Medya Ekibi kurmasını da bu yarışma ve aşağıda linkini verdiğim haber vasıtasıyla öğrenip, ayrıca takdir ettim.

Hep büyük düşün Boğaziçi!

Elimi başkası ısırırsa, haber değeri olur mu?

Yazılarımın şaftı kaydı, ağırlık merkezi değişti, odak noktası yerinden oynadı.

Üzüldüğüm şeyler değişti çünkü, ya da diyelim ki ben birine alıştım, artık acıtmıyor tırtıklamadıkça. Biliyorum artık o rafa elimi uzattığımda yedek diş fırçam orada, ben oraya elimi eskisi kadar sık uzatmıyorum, tozlanıyor durduğu yerde ama orada işte. Ben madde bağımlısıyım da, maddelerimin orada durduğunu bilmek yetiyor bana. Bazen daha fazlasını istiyorum evet, ama artık başkalarından istiyorum belki de.

İnanılmaz bir karın ağrısı çekerken elini ısırmak gibi, bir kahve dükkanında otururken arkadaşıma söylediğim:

_ Artık senden daha çok üzüldüğüm biri var.

Ve onun yüzündeki anlık, belki kendisinin bile fark etmediği acımayla karışık şaşkınlık ifadesi şu aralar hayatımın özeti:

_ Gerçekten mi?

Gülümsedim.

Beni birilerinin kendisinden daha fazla üzebileceği aklına gelmezdi. Çünkü benim aklıma gelmezdi. Bizim aklımıza bir şeyler hep beraber gelir, ya da gelmez zaten.

Acımın odağı değişti, evet ama ben bu eli kendim ısırmadım. Fark bu.


bak çayım sigaram, her şeyim tamam

Sabah 6, alarm çalıyor, kalkıyorum, hazırlanıp çıkıyorum evden. Neredeyim? Çin Seddi gibi bir yerdeyim sanki, veya Şah Mahallesi'nden Amasra'ya iniyorum gibi uzun bir yokuştayım ve önüm, uçsuz bucaksız açık. Aşağıda deniz var mı onu hatırlamıyorum ama ufuk çizgisi olduğu kesin. Yokuşun yarısında durup manzaraya bakarken biri omzuma dokunuyor, bakıyorum eski sevgilim. Havadan sudan ve saçmasapan konuşuyoruz normalde yaptığımız gibi ve ayrılıyoruz, o yukarı, ben aşağı devam... Bir kasaba gibi yere, Erdal Bakkal gibi bir dükkanın önüne geliyorum, sabahın bu saatinde mutlaka ve umarım çay vardır buralarda diyerek bir çay istiyorum demli, "çay olmaz mı", koyup veriyorlar. Bir şeker atıyorum ince belli bardağa ve kırmızı beyaz desenli çay tabağını da alıp ilerliyorum Barbaros Hayrettin Parkı'na doğru. İşte burayı biliyorum, kesin Beşiktaş sahildeki park bu. Banklar boş, gökyüzü en güzel renginde, hava "mevsimlik", yani ceket-fular, çık öyle. Ben neden bu saatte kalktım, hatırlamıyorum, bir işim olsa gerekti ama işim olduğu için erken kalktığım her sabah gibi yine başka şeylerle uğraşırken zaman geçiyor. Tevekkeli değil, çay ve sigara içmek ve bir bankta boş boş oturmak dışında bir şey yapmıyorum. Sonra çay bardağını geri götürüp kulübeden bozma büfeye, yerde gördüğüm bir 5 ya da 10 kuruşu alıyorum, kafadaki küçük hesapçı yine çayın ne kadarını bedavaya getirdiğimi hesaplıyor. O esnada yerde bir taburenin ayağının yanında üst üste duran bir sürü bozuk para ve üstünde de markalar görüyorum: koyu lacivert çay markaları. Adam bana bunlardan vermemişti, diyorum, sonra gülüyorum, bir tek ben varım zaten, markaya ne hacet? O paraları alsam alırım ama, almıyorum. Çaycının benden çok ihtiyacı vardır.

Arkamı dönüyorum büfeye ve o an uyanıyorum.

Bana kalırsa, eksik bir şey yok bu rüyada. Bak, çayım sigaram, her şeyim tamam. Hem, ne zaman bir duraktan kalkacak dolmuştan bahsetsek, benim aklıma Beşiktaş iskelesi gelir. Kadıköy'deki Beşiktaş iskelesi değil efendim, öyle saçma şey mi olur yahu...


(10 Ocak 2012 gecesi, İstanbul)
Foto.

l'al


içimde bir yerler hep nihavend, hep acemaşiran sızlıyor.

halbuki bir
rast gitse şöyle!

karılı kızlı

Yorum yapmıyorsam, gülmüyorsam hatta dinlememeye çalışıyorsam sebebi var.

"Neredeyse o karı-kızlardan biri olacaktım" düşüncesi çok fenaymış.

camı çerçeveyi

Çok eğleniyorsunuz
Gülüyorsunuz da
Bana hiç komik gelmiyor
Bir de üstüne siz güldükçe
Benim ağlayasım geliyor

Biraz çıldırır gibiyim
Ama saklamakta birinciyim
Siz yeter ki rahat edin
Ben kan kusup kola içtim derim

Eve girip üstümü çıkarmaya başlıyorum ki bir an evvel uyuyayım. Uyumak değil benimki, bayılmak aslında. Uyduruk Hollywood filmlerinde kamera yatak odasına doğru ilerlerken ne görüyorsa, bizim ev de aynen öyle: Antreden yatak odasına uzanan bir kıyafetler silsilesi.

Yapıyorum, ediyorum diye yazınca sanki her gün bunu yapıyormuşum, hep böyle deliriyormuşum gibi oluyor, ama aslında bir elin parmaklarını geçmez bu haller. Normalde normal bir şahsımdır ben.

Ben bu sabah yine çok fena açtım gözümü, günün ne olduğunu hatırlayamayarak, dışarısının hala karanlık oluşuna lanet ederek, acayip susayarak ve hem uyuyamayıp hem de elime telefonu alıp sakin sakin, bir saat sonrasına alarm kurarak. Sonra da dönüp durdum yatakta. Alarm çalıp kalkmaktan başka çarem kalmadığında kalkmaktan başka her şeyi yapmak istiyor ama yine de uyumuyordum.

Ben bugün çok kötüyüm, karanlığım, üstüme korprıt bir şıklık yapıştırıp çıktım evden ama yine de çirkinim. Ben bugün kimseye göre değilim.

Bir de çok yorgun ve inanılmaz üzgünüm. Galiba artık bu. Hepsini kötü bir yere bağlayacağımdan korkarak yazı yazmamak. Sonuna olumsuz bir yüklem konduracağımdan endişelenerek cümle kurmamak, konuşmamak.

Rahat duruşum askerdeki rahat gibi benim. Ünlem işaretli, dimdik, ayaklar omuz genişliğinde açık, kollar dirsekten kırılıp arkada kavuşturulmuş, bir el diğer bileği tutuyor. Rahatlığım bu, nasıl rahat olacağım kurallarla belli.

Camı çerçeveyi indireceğim bir gün bu rahatlığın sonunda ve mesela, şu an şu ofiste, masamda hiç konuşmadan otururken elime geçirdiğim bir sandalyeyi cama fırlattığımı hayal ediyorum. Bu hayalle gözlerim doluyor, dolmamalı, dolmamalı.

Görmek istemiyorum kimseyi artık ve dinlemek istemiyorum anlattıkları hiçbir şeyi.
Dayanamıyorum tek üzülen olmaya.

bilgisayarımı bulursanız...

Günün birinde bilgisayarımı yatağımın üstünde bulursanız ve ben ortalıkta yoksam,
sevdiğim adamla birlikte Paris'e yerleştiğim sonucunu çıkarmayınız bundan.
Öldüğümü çıkarınız.

(ya da bir ihtimal, Tereddüt'e gitmişimdir yine)

Vera Wang gelinlik: 1 sonuç

Moda Kulvar'a Vera Wang'in 2012 gelinlik koleksiyonu ile ilgili bir şeyler yazarken fark ettim ki (bu arada evet cümlenin buraya kadarı bile çok acayip geldi okurken, buradan itibaren fazla sıkılmayın diye uzatmayacağım) şimdiye kadar gördüğüm en güzel gelinliklerden biri, şu aşağıdaki:

kafadaki kuş ise öte anlamsızlıkta


Yok, gelinliğinin nasıl olacağını hayal eden kızlardan değildim; aslına bakarsanız hala en ufak bir fikrim yok.

çiçek olamayan çocuklar

_ Abi bazen daha cok darliyo, ulke gundemi bu kadar kesmekes oldugunda, cok hosgorulu gibi gorunen herkes birbirine höt zöt dediginde... darlaniyorum. Tabi cevap veriyor, yaziyor, sorguluyor, sonra da tam ortasina dusuyorum muhabbetin. Belki de bunu yapmamak lazimdir ama bu sefer de “apolitik genclik”sin. Baskalarinin apolitik diye yaftalamasi degil derdim ama ben bunlari dusunmeye mecbur hissediyorum kendimi, aklima geliyor, yani, hayat hep ringo dingo mu yahu? Biz hic etkilenmiyor muyuz bunlardan, yani birinin askere gitmesi sadece raki balik yapmaya bahane, “oh iyi yere cikti”, “oh keyfi yerindeymis”ten ote bir sey degil mi, bunun lazimligi sorgulanmayacak mi? Yazdiklari, cizdikleri yuzunden iceri atilan adami “ben onu okumuyodum zaten yea” deyip desteklemeyeceksek, “soykirim yoktur”u kabul etmekten ote “soykirim yoktur diyeni iceri atarim” diyen sansurcu fransa’dan ne farkimiz var? Yarin beni iceri atmalarini kim engelleyecek?

çiçek olamadık ama denizyıldızı oluruz belki bir gün.

Bir Harry Potter roman karakteri olarak Yozdil

"Yiğidi öldürür, ya da en azından doğduğuna pişman eder ama hakkını yemem. İçeriği benim fikirlerimle ters düşse de, iyi yazılmış bir yazının şukusunu gözümü kırpmadan veririm diye bir düsturum vardır. Ama bunun tersi de doğrudur.

İşte bu yüzden, Y. Özdil iyi bir köşe yazarı değildir benim gözümde."


Böyle demişim eski bir zamanda. Alışkanlıkla, bu dediğimi desteklemek için kendisi ile aynı fikirde olduğum birkaç yazı eklerim şuraya, diye düşünerek taslaklara kaydetmişim bunu.

Şimdi ise, bu radikal "-ist", ırkçı, ayrımcı gazetecinin, satır aralarındaki boşlukla birlikte içerikteki boşluk da giderek artan yazılarına gün geçtikçe tahammülüm azalıyor. Bize böyle insanlar mı lazım, bu yazarların kapısında mı onlarca metre kuyruklar olmalı? Beslenen bu nefret nasıl bir prototip yaratacak? Bu 1984 kışı daha sert geçmeyecek mi?

Bana demagojiden yapılan prim lazım değil. Bana gerçek anlatılsın. Saptırılmadan, çevrilmeden; yorum veya gözyaşı eklenmeden anlatılsın. Eğer birbirimize zıt şeyler konuşuyorsak, ben ancak öyle dinlerim bir sözü. Yoksa ben ona "beyefendi, siz" derken "sen" diye lafa giren adam kadar bir kulağımdan girer, diğerinden çıkar laflar.

Ben Özdil hakkında böyle şeyler söylediğimde "ama adam iyi başlık atıyor abi" diyen tayfaya da laflar hazırladım: Adamın iyi başlık atması, ona kompozisyondan 5 aldırır; onu iyi bir gazeteci ya da çok iyi niyetli bir insan yapmaz. Bana bununla geldiğinizde, adamcağızın savunacağınız başka tarafı kalmadığını kendi kendinize fark edip, yavaşça uzaklaşmanız için gülümsüyorum size. Gülümseyişime başka anlam yüklemeyiniz, rica ediyorum.

Yeme kürküm, yeme!

laboratuvarda çiftleştirmek üzere bayılttığımız sineklerden de özür dileyerek...

Fotoğrafa bakınca canınız acıdıysa, kimsenin* canını daha fazla acıtmayın.


* "Kimse" kapsar "hayvanlar, insanlar, bitkiler, E.coli, D.Melanogaster vb."

ben anlamıyor politika, anlamıyor hümanizm

Ben anlamıyor politika, anlamıyor hümanizm.

Anlat bana, ülkede herkes yanyana yaşasın diyen, bir cinayet üstüne sokaklara dökülen (iyi ki de dökülen) adam; üniversite benim alanım, gavur kahveci defolsun gitsin diye haftalardır işgal propagandası yapan adam, nasıl oluyor da bunca hınç dolu oluyor başka insanlara?

Biri hepten Ermeni iken iyi ama başkası bir günlüğüne general olunca kötü mü, kaka mı, "gerizekalı" mı?

Anlat, Deniz Gezmiş'in Bülent Ersoy'a gazoz ısmarlamasının ardında magazinden, reklamdan öte bir şey aramanın mantığını; "içmeye hakkı var mıdır" diye sormanın niyetini anlat.

Ermeni olduğu için öldürülmeye karşı çıkarken, Ermeni olduğu için savunursak insanları ve sadece bu yüzden savunursak, mesela Uğur Mumcu'yu, Abdi İpekçi'yi hiç mi hiç umursamazsak, oluyor mu, racon bu mu? Peki, bu ayrımcılık değil mi?

Aidiyete karşı çıkarken en ait sen olmayasın aslında?
Değilsen de, bunu anlat bana.
Ben anlamıyor.

cebimizde taşlarla

Benim direkt bir yazıyı alıp buraya koymuşluğum vardır, ama kendi yazma sıklığımla karşılaştırıldığında nadir olur bu.

"insanların birçoğu sağ elini kullanıyordu. o yüzden solaklığın ayrı bir havası var bilirsiniz."

Ne güzel bağlıyor insanlar bir şeyleri birbirine, imreniyorum. Karıştırmak illa ki menemen yapmak demek değil ya...

Ve tabi ki yazının bir şarkısı var, yazar düşündü mü, yoksa ben mi şeyediyorum, bilmiyorum (önemli mi ki?)


CEBİMİZDE TAŞLARLA..

üniversitenin ilk senesi (1940’lar) solcu olduğunu iddia eden bir grupla tanışmıştım. insanların birçoğu sağ elini kullanıyordu. o yüzden solaklığın ayrı bir havası var bilirsiniz. ben de bu sebeple onlarla sıkı fıkı oldum. durmadan cepten arıyorlardı. o zamanlar avea yoktu (1950’ler) ve benim hattım aria’ydı. aria’nın ise karşı yönden 5 dk aranınca 5 dk kazanın kampanyası vardı. bunlar beni o kadar çok arıyordu ki kontör almama gerek kalmıyordu. onların hattı türksel’di. çünkü bunlar solcu grup, hatları da elbette türk malı türksel olacak. kapitalizme olan karşı duruşlarını türksel kullanarak dosta düşmana duyurmaktaydılar. filiz diye sarışın bir kız vardı. sanırım çömezleri kandırma kurulu başkanıydı kendisi. yem olarak kendini kullanıyordu. beni sıklıkla arayan da filizdi. ama artık o kadar sıkmaya başlamıştı ki açmıyordum telefonları. neyseki bunların konuşlandığı fakülte başka bizimkisi başkaydı da okulda çok sık karşılaşmıyorduk. bazen sırf ben ve birkaç arkadaşım için uğruyorlardı ama. sonra bir 10 kasım’da ankara yürüyüşü düzenledi bunlar. orçunla biz katıldık sırf macera olsun diye. o zamanlar marlboro yoktu (1960’lar) ben de l&m içiyordum. kızın teki 2001 içiyordu. artık sen de yerli bir marka içersin diye dokundurdu bana çok rahatsız oldum. ayakkabılarımı saklıyordum bunlardan markası gözükmesin diye. tam bir nazi kampı. anıtkabire bağıra çağıra yürüdük. akp’nin iktidarının ilk yılları aynı zamanda (1970’ler). ama sanırım başbakan daha abdullah gül. meğer bu yürüyüş sadece bizim derneğin değil, 70 küsür üniversitenin atatürkçü derneklerinin ortak katılımıyla gerçekleştirilen devasa bir mitingmiş. ertesi gün gazetelerde hep manşetti. bir de sebebini şu an hatırlamadığım (30 yıl geçmiş tabi) bir şekilde kendi üniversitemizin değil boğaziçi’nin himayesinde slogan attık biz. 2 ana slogan vardı: ordu göreve! ile ordu millet elele idi. sonra aydın bir cumhuriyet kadını bana yolda ordu göreve ne demek yahu darbe mi istiyorsunuz diye sormuştu. benim olaylardan çok haberim yokama elimde pankart bağırıyorum. biran ne diyeceğimi bilemedim ve “ama milletle elele..” dedim ve hızla uzaklaştım ordan. vakit gazetesiydi sanırım, bu gençleri asmalı diye bir manşet atmıştı, altında bizim fotoğrafımız. benim yüzüm belli değil ama orçun sanki bu mitingi düzenleyen ulu önder kıvamında bir portre çizmişti resmen. yaklaşık birkaç hafta ulan şimdi bizi asıyorlarmış diye ince bir korku hissetmiştik hep içimizde. gerçi benim yüzüm görünmüyo olm ispatlayamazlar diye ben daha rahat gibiydim. ha bir de bahsetmeyi unuttum bizim otobüste deprem zamanları tvye çıkan bodyci ve uzun beyaz saçlı bir bilimadamı var o da yer alıyordu. saçları o kadar dökülüyordu ki kırçıllı olduğunu sandığımız montunun aslında siyah olduğunu neden sonra öğrendik. ben bu olaydan sonra türksel kullanan, sarışın, yerli malı kullanmayanı korkutan, solcu ama darbeci, atatürkçü olduğunu iddia eden grubun telefonlarını bir daha açmadım. filizle birkaç kez okulda karşılaştık. yolumu değiştirdim hep. onu en son 1984’ün kışı gördüm.

http://oky.tumblr.com/post/15082511869

Bob Baba

“You may not be her first, her last, or her only. She loved before she may love again. But if she loves you now, what else matters? She’s not perfect - you aren’t either, and the two of you may never be perfect together but if she can make you laugh, cause you to think twice, and admit to being human and making mistakes, hold onto her and give her the most you can. She may not be thinking about you every second of the day, but she will give you a part of her that she knows you can break - her heart. So don’t hurt her, don’t change her, don’t analyze and don’t expect more than she can give. Smile when she makes you happy, let her know when she makes you mad, and miss her when she’s not there."


Bu kafa iyidir demeyen?



buketatar

Banksy yapmış, ben adını verdim: buketatar

5 harflilerden çok korkarım.

Siz bir insanın hayatınızda 4'ten 5'e çıkmasının sıkıntısını bilemeyebilirsiniz ama ben biliyorum. Daha önce yaşadım, kişisel bir şey değildi, geçti gitti. Şimdi, keşke o kadar kolay olsa yine. Keşke ben yapabilsem kendi kendime.

5 harflilerden korkarım ben. Bir harf daha alsa, "yalnız" edecektir çünkü.

Ucuz

Öyle bir öfke var ki içimde sana karşı Sussam belki daha iyi olur Saçlarından tutup sürüklemek tek arzum Ne kadar ucuz bir görüntü olur Sağlam bir yumruk atsam yüzüne Yazık çünkü yüzün güzel Yırtsam ağzını cart diye Olmaz çünkü konuşacağız daha Öyle bir kin var ki içimde sana karşı Şarkı sözü yapsam daha iyi olur Çok fena küfretmek istiyorum sana Ama etrafa ne kadar ayıp olur Bir tekme atsam dizlerine Yazık çünkü narin o beden Ve öldürmem seni asla Çünkü yaşamak daha büyük bir ceza

Bir gün karşılaşacağız bir yerlerde Selam vereceğim sana O gün konuşacağız hep seninle (O günü bekle)


Ben hep selam vereceğim sana, paralanmak pahasına vereceğim. Bekleyeceğim de, hep konuşacağımız o günü. O günü, ancak sen istersen yaşayacağız.

Yazarken çok zor, bir dostla konuşurken çok kolay, şaşırtıcı derecede kolay çıkıyor insanın içinde tutamadıkları. Ben ağzımdan üst perdeden çıkarken ilk kez duydum "bazen onu tekme tokat dövdüğümü hayal ediyorum" cümlesini. İlk kez duydum ve böylece fark ettim olası görüşmemizin benim ağzımdan çıkacak olan "ben konuşmak istiyorum"la başlamayacağını. Olursa, senin ağzından çıkacak olan "özür dilerim"le başlayacak görüşmemiz. Ben bundan sonra aslında neye kızdığımı anlatmayacak, neye kızdığımı yanlış anlamandan korktuğumu söyleyip açıklamalar yapmayacağım olmayacak bir özrü umutsuzca beklercesine ve alamamaktan korkarak.

İçimden çok kötü şeyler geçiyor; yazık, çünkü yüzün çok, çok güzel. Avuçlarımın arasına alıp uzun uzun bakmalık, öpücükler kondurmalık güzel. Benden, canın öyle sıkkınken sana göstermek istediğim şefkati gösteremediğim için özür dileyeceksin bir gün. Eğer böyleysen, buysan da, en baştan seni yanlış tanımama sebep olduğun için özür dileyeceksin. Adam gibi değil, eşşek gibi özür dileyeceksin.

Sonsuza kadar da zamanın yok.


(01 Ocak 2012, Bursa-İstanbul)

teşekkürler...
müzik için Melis Danişmend'e,
çizim için Erinç'ime,
dostum olduğu için twistegel'e.

O eski halinden eser yok şimdi.

Hayatım boyunca gerçekçiydim. Gerçekçiliğim bazen bir övgü, bazense bir suçlama olarak çıktı karşıma ama sonuç değişmedi: Böyleydim. Hayallere kaptırıp gidemez, ayaküstü hikayeler uyduramaz, boyama kitaplarımı saçmasapan renklerle dolduramazdım. Benim için gök hep mavi, çimenler hep yeşildi ve evin üstünde yanan kutu değil, bacaydı.

İlk kez bugün fark ettim gerçekçiliğimin tek bir zayıf karnı, işlemediği tek bir yer olduğunu: İnsanlar. Aylar, yıllar geçiyor ve ben zamanla, sinyallerini vere vere azalan yakınlıkların veya ani gözden düşüşlerin üstesinden gelmemiş olduyorum. Birçoğundan fazlasını yaşamış, daha çok sıkıntıya göğüs germiş olabilirim, böylece güçlenmiş de olabilirim ama kendi kendimi, kaybettiğim birinin tanıdığım veya tanıdığımı sandığım insan olduğu fikrinden vazgeçirecek denli güçlü ve kararlı olamamışım. Onu özlemiş, anlamamışım; "o bana bunu nasıl yapar?" diye sormuşum hep.

Halbuki bana bunu yapan "o" değil ki hiçbirinde. Aynı o sevdiğim o mu o artık? Hayır. Neyi özlüyorum? Eski, bildiğim halini; beni dinleyen, anlayan, seven, zorlayan, gözümün içine bakan, bana karşılık veren halini. Göremiyorum, o eski halinden eser yok şimdi. Görsem, kabullenemiyorum. Tüm bunlar benim için fazla gerçekdışı.

Bir idrak etsem bu gerçeği, "sen o değilsin" deyip kapı dışarı edeceğim bu tanımadığım insanı ama yok, benim hala umudum var, insanların iyi niyetine olan umudum... "Peki bu kadar anlattığın şeyden sonra, nasıl kopmuyor bu ilişki?" sorusunun cevabı bu. Bilmiyorum nasıl kopmuyor, sadece o iyi niyete olan inancıma bağlı, duruyor işte öyle. Hiç kopmayacağının garantisi yok ama belki, bu noktaya gelmesi ne kadar sürdüyse bir o kadar daha zaman geçer ve bu arada, güçlenmenin yolunu bulur ilişki. Bu da umudum işte, benim hala.

Bu umut yoruyor beni. Ah, ah; insan yorulduğunu oturduğu zaman fark ediyor ancak ve bunu fark ettiğinde de bazen ağlıyor, acıdan çok yorgunluktan ağlıyor insan.

Tüm bunları fark ettim ben bugün, ağlamamak için camı açıp atkımı gevşetirken.

Bana birinin gerçekçiliğimi hatırlatması gerekiyor, yoksa insanları kanadıkça kayıptan öleceğim. Bu hatırlatma işi için bütçe bile ayırabilir, kendime mütemadiyen beni bana iteleyen bir papağan tutabilirim. Hayır, karga istemiyorum, kılavuza ihtiyacım olmayacak. Sadece hatırlatma. "Hatırlatma kağıdı" gibi, kopya değil de.

Sanırsam bu papağanlara günümüzde "profesyonel yardım" deniyor.

Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!