Bir keresinde Erce, iki insanın öpüşmesi için illa ki ortada bir aşk olması gerekmediğinden; çok mutlu olduğu için, anın coşkusuyla arkadaşını öpen insanları gördüğünden bahsediyordu.
Pek yorum yapmasam da katıldım bu lafa. Üstelik benim de zaman zaman içimden gelen ama nasıl karşılanacağını bilmediğim için yapmadığım birçok şeyi (dürtüyü, diyebiliriz sanırım – ama fiili değiştirmek gerekir) de açıklıyordu:
Fiziksel temas seviyorum arkadaşım!
Çok sevdiğim adamlar vardır, heyecanlı heyecanlı bir şey anlatırken o kadar tatlıdırlar ki, ellerini tutmak isterim örneğin. Bazen birisine, nedensiz, uzun uzun sarılmak gelir veya içimden. Ama öyle bir sarılmak ki, “alıp içime sokasım gelir” lafına uyar gibi, tek olurcasına sarılmak. Yolda yürürken arkadaşlarımın koluna koala gibi yapışmışlığım çoktur. Birinin dizine yatmak, veya dizine yatan birinin saçını okşamak, film izlerken arkadaşının omzuna başını yaslamak… ve daha bir sürü şey, çok önemli benim hayatımda. Bunları yapmak içimden geliyorsa, kendimi tutmak zorunda olmamak istiyorum.
Yalnız, sorun bunun dışarıdan, bir daha beni görmeyecek insanlara nasıl göründüğünden ziyade, karşımdaki insana nasıl göründüğü. Altında anlamlar arar mı, acaba beni yanlış anlar mı, bu temastan rahatsız olur mu, etrafındakilerin ne düşündüğüyle ilgilenir mi; bunları düşünüyor insan. O zaman da o anın, o temasın veya hevesinin tüm büyüsü bozuluyor zaten.
Yine de dakikalar boyu sarıldığım, sırf içimden öyle geldiği için elini tuttuğum, yolda illa ki koluna girdiğim adamlar var – ve beni hiç yanlış anlamadıklarını biliyorum. Bir insanın size kesinlikle aşık olmayacağını bilmek gibi, büyük bir mutluluk bu.
Dün, bir adamı ilk kez sadece şefkatle öptüm. Anlayacağını düşündüm; bilmem. Tutkudan, aşktan, hoşlanmadan ya da her neyse çok uzak, ufacık ama benim için çok değerli bir andı.
Annelerin çocuklarını öpüvermelerine, artık hiç şaşırmıyorum.
~
Bu sabah uyandığımda, yönkurluğun vaftizi ilk ICAMES’imin ilk günü hatırlattı bana kendini.
Önceki gece neredeyse sabaha kadar süren toplantıya, yorgunluğa, karşılamalara rağmen, o kırmızı formayı üzerime geçirir geçirmez öylesine mutlu ve enerji dolu olmuştum ki!
Allem edip kallem edip BTS’nin önüne kadar getirdiğimiz minibüsten atladım, koşarak kulübe daldım, bir şey alacaktım herhalde - bu hikayede hatırlamadığım tek şey o. Yüzümde kocaman bir sırıtışla olduğum yerde zıplamamak için ya zor tutuyordum kendimi ya da zaten zıplıyordum ki; içeri Sinan girdi. Sinan bana baktı, ben ona, sonra ona doğru koştum, sarıldım sıkıca, o da beni havada döndürdü.
Minicik bir şey, değil mi; ama aynı anda iki kişi tarafından hissedilen ve paylaşılan duygu, kocaman.
O duyguyu şu an hatırlamak bile birçok şeye bedel.
(23 Ekim 2009, İzmir)
* Evet, melali değilse de (biz de Rıfat Ilaz gibi çarpıtıp kullanalım) 'meali' anlamayan nesle aşina değiliz. Bu yazdıklarımı anlamayacak olanlar, kendi iç huzurları için, benim yazdıklarıma aşina olmayabilirler.
Kalbim Unutmuyor
4 hafta önce
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder