... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

I am drugs.





Annemiz üstümüzü örter; babamız evimizin direğidir.

"Kızlar seni anlamıyor, erkekler de senden korkuyor."
 (birkaç yıl önce, eski bir arkadaş)

"Seni çok seviyorum... Ama kız arkadaşım olsan seni hiç sevmezdim."
(Aralık 2012, bir arkadaş)

"Mükerrem Bey'in kalbi beni sever mi acaba? Daima alacakaranlıkta yol arayan zihnine bir nebze olsun ışık tutmuş muyumdur? Beni gördüğünde, her zaman değil elbet, bazı zamanlar bir kıvılcım yanıp sönmüş müdür ruhunda?"


Gaye Boralıoğlu, Muamma
Notos Aralık 2012 - Ocak 2013 sayısı

if'i at, gerisi kalsın.


Dün, yine konuşurken fark ettiğim bir şey var. Yazayım da, yazmadığım için unuttuğum 98934801 şey gibi tarihe karışmasın.

Evlenince işi bırakacak kıza şaşırıp duruyoruz ya biz... Aslında adama şaşırmalı bana kalırsa. Kendisi işi bıraksa karısı pekala aynı şeyi yapacakken, dönüp müstakbel karısına "işi bırakmak ne demek?" diyecek kadar saygı duymayan adama... Şaşırmalı mı? Acaba?

Herkes kendisini zorlayacak, kendisiyle aşık atacak, kendisini kadar güçlü, zeki, işi gücü yerinde, esprili, x, y birini istediğini iddia ediyor çünkü, aksini yapmanın kendilerini güçsüz zannettireceğinden korkuyorlar. Oysa ki görünen gerçek hiç böyle değil, oysa hala küçük beyinlerimizin içinde birtakım ataerkil tilkiler cirit atıyor. Erkeklerde "benden iyi olmasın"cılık, kızlarda "biri beni kurtarsın"cılık. Annemiz bize bakar, üstümüzü örter; babamız evimizin direğidir, çalışıp para getirir.

İlkokul 1 Hayat Bilgisi dersi veya kocaman bir evcilik oyunu. Birinin zihnine ışık tutmanız sizi sevmesine değil, sizden kaçmasına sebep oluyor, oyunun kuralı bu. Sonra yakala yakalayabilirsen veya yakalamaya uğraşmak istersen.

Arkadaşla sevgili arasında yapılan ayrım da beni ayrıca dehşete düşürüyor. Elbette sevgili başka bir şeydir, bazı konularda arkadaşa nazaran daha toleranslı olunan, bazı konularda ise kesinlikle olunamayan... Bu normal. Ancak, bir tarafta çok iyi olan, çok sevilen bir özelliğin öte tarafta katlanamaz oluşunu aklım almıyor. O zaman o sevilen özelliğin "kötü" olduğunu düşünmekten başka çare kalmıyor geriye. Örneğin, bencil olduğunu bildiğiniz arkadaşınızın bu kötü huyunu, onunla mesafenizi ayarlayarak görmezden gelebilirsiniz; ama bencil bir sevgiliye kesinlikle tahammül edemezsiniz. Birini, sizinle hayattaki duruşu eş olduğu için, size çat çat cevap verdiği için arkadaş olarak sevebilir, fakat sevgili olarak çekemez, çünkü zorlanmaya gelemezsiniz. Yeterince açık mı?

Düşünüyorum da, beni arkadaş olarak sevebilecek olan adam, şimdiye dek "keşke senin gibi bir kız arkadaşım olsa" diyen arkadaşlarımın aslında akıllarından geçen şeyi söyledi. O yüzden onların kız arkadaşları bana hiç benzemiyordu işte! İfade açısından en doğru cümleyi bu adam kurdu ve bu konuyu böylece çözmüş olduk.

Karakterini bir cenazede ağlamayarak, gücünü ise sıkışmış kavanoz kapağını açarak gösterdiğini zanneden, bir kadını ancak üstüne çıkarak kabul edebileceği, kaldırabileceği bir şekle sokabilen, aksi takdirde onu taşıyamayan erkek, güçsüz benim gözümde. Kovalanmaya değmeyen erkek o. Kovalanmaya değen erkeğin kaçmak isteyeceği bir şey yok zaten.

Belki de bu yüzden olmuyordur; öyleyse, olmazsa olmasın erkekcağızlarım. Bazen böyle, kim olduğum, ne olduğum aklıma geliyor. Arada sırada fark ediyorum kendimi. Birileri fark ettiriyor. Aslı mesela. Ya da Murat Can. Gürcan. Cem.

Yani adam benimle -yapabilirse- aşık atacak, ben de onunla. Benim onun dikkatini çekmek için zayıflamamdan çok, onun benim dikkatimi çekmesi için güçlenmesi gerekecek. Yelkenlerimi suya indirmemi istiyorsa, karşısında yelkenleri suya indirmeyi kabul edeceğim kadar güçlü olacak. Yoksa ben ne yapayım onunla? O beni ne yapsın?

Gene dodur dodur konuştum ama artık nasıl göründüğünü umursamıyorum. Ah, işim çok zordu hepten boşverene kadar.
Keşke çok yakışıklı bir erkek arasaydım ve başka derdim olmasaydı.

Kısfmet.


ODTÜ'deki "olaylar" veya beterin beteri

İktidar yandaşı medyanın "bir takım olaylar" diye geçiştirmeye çalıştığı, ODTÜ'deki polis şiddetine karşılık Boğaziçi Üniversitesi hemen bir bildiri yayınlayarak ODTÜ'nün yanında yerini aldı. Bunun aksini zaten düşünemediğimden, bildiride imzası olan hocalara bakıp, bölümden birkaç tanesine "aferin lan" çektim içimden, tahmin ettiğim birkaç tanesinin ise orada ve oralı olmayışına "demek ki hala aynılar" diyerek cık-cıkladım. Kafamı da iki yana salladım hatta bu sırada.

O esnada, beterin de beteri olduğu, bazı üniversitelere mensup insanların hepten okullarından utanabileceklerini hiç düşünmüyordum. Bolu Dağı'nda satır köfteci açacakken sehven İstanbul'a gelip üniversite açmış adamlarla değil, derdim İTÜ'yle, YTÜ'yle, GSÜ'yle, MSÜ'yle, Marmara Üniversitesi ile; yazık ulan size! Bazılarınız ÖSS tercihlerim arasında yer alıyordunuz; neyse ki tercihte bir alta ama insanlıkta pek aşağı akademisyenlerin arasına düşmekten kurtulmuşum.

İTÜ kardeşimin mezun olduğu okul olduğu için hepsinden daha çok battı gözüme. Demek ki neymiş, öyle mezuniyetlerde höt höt konuşmakla, türkiye'nin en aydınlık fikirli, en ilerici, en zeki, en akıllı ve en çok integral bilen (tabirler bana ait değil) öğrencilerini mezun etmekle övünmekle, kep töreninde Moves Like Jagger öncesi 10. Yıl Marşı Kenan Doğulu remix çalmakla olmuyormuş o aydınlık.

YTÜ rektörü de kalkmış hala, azıcık dil bilgisiyle Twitter'dan debeleniyor. Onun yazdığından pek bir şey anlaşılmıyor ama özetle "ODTÜ'yü kınama yazılarının arkasında olduğunu", bu yaptığının yorum olduğunu idrak etmeksizin "yorum yapmayacağını" iddia ettiğini biz anladık. Kendisi ne konuştuğunun, ne yazdığının farkında olmayan bir adamcağız belli ki. Bildirisi mahkemede geçersiz sayılabilirdi, başka okullar da işin içinde olmasaydı.

Yavşaklar sizi.

Ben bildiride imzası bulunmayan hocalarıma sitem etmeye devam ediyorum, çünkü bir grup protesto hakkını kullanmaya "yeltenen" genci gördüğü zaman üzerlerine biber gazı sıkan, ses bombası atan zihniyeti kınamak gerektiğini düşünüyorum. Benim insanlıktan anladığım bu.



"Faşizme Karşı Direnmiş Üniversite Gençliğinden Bir Öğrenci" imzasıyla başbakana mektup ileten ve akabinde (tabi ki) gözaltına alınan öğrencinin mektubu için buraya,
ODTÜ'nün kendi açıklama yazısı için buraya
Boğaziçi'nin bildirisi için buraya,
Yukarıda saydığım üniversitelerin bildirisi için buraya,
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi'nin konumu için resimdeki kırmızı halkaya
Vaktiniz ve badem bıyık göresiniz varsa bir de şuraya bakınız, ilim yayma zart zurt derken oradan alır yürürsünüz.

of hickeys and men

 

"Sana cevap vermeyene mesaj/mention atıp durma gerizekalılığı" diye bir şey var. Girip geçmişe, fotoğrafa falan bakınca anlıyorsun neden bu kadar uğraşıldığını, belki ekmek çıkar diye elbette, umut var ya fakirin ekmeği, işte o. Ekmek çıkarsa çiğneyip, boynundaki morluğun üzerine koyabilirsin. Ya da hepten karşındakini çiğneyip koyabilirsin (Marx tarzı, daha iyi anlaşılacak dilden), et daha etkili, daha çabuk geçirir morluğu.

Hah.

Hey allahım, aklıma geldikçe gülüyorum. Gülmeyecek olsam, "boynunda morluk mu var senin?" demezdim karşımdakine. Görmezden gelip içten yanardım. Gülecek bir şey varmış ki yüzüne vurmuşum.

Büyük konuşmayı sevmem ama bu konuda konuşsam yeridir; ben hiçbir zaman, yalandan da olsa bir şeyler yaşadığım birinin karşısına, sırf ona olan saygımdan bile olsa, boynumda bir morlukla çıkmam ve çıkmayacağım da. Gerekirse hiç görüşmem, ya da bulurum gözüne sokmamanın bir yolunu. Atla deve değil ya, ekmek alt tarafı.

Bu kadar bariz şeyler incelik sayılacaksa artık, ben bu yüzden, incelikler yüzünden, belki daha çok duyarlıyım.

Zeyyat ayakkabısı


"Zeyyat ayakkabısı aldım kendime, onda da neredeyse aynısından bir çift vardı. Şimdi yaşasa, bir örnek ayakkabılarımızı giyip dolaşırdık (o üşümemek için çift kat çorap giyerdi), Teşvikiye AFM'nin kapanmasına rağmen sinemaya giderdik belki, eminim City's'den nefret ederdi, sonra Saray'da oturup çay içerdik, okumaya fırsat bulamadığı yazarlardan bahsederdim ona... Belki de bana, hala okumadığım kitapları olduğu için kızardı, kim bilir, artık kızacağı kadar büyümüşümdür. Koca adam ayakkabısı giydiğime bakılırsa..."


Cacık.


Sinan beni rüyasında, İstanbul Erkek Lisesi'nin kimya laboratuvarında, önümdeki bir kap içine salatalık doğranmış yoğurdu kulağıma sokmaya çalışırken görmüş. Yaptığım çok normalmiş gibi bir de "Ne var ki?" diyormuşum.

Freud değilim ama biraz düşününce bu rüyaya bir anlam yükleyebildim elbette: Bir cacık etmeyecek adamları saçmasapan şekillerde hayatıma sokmaya çalıştım "ne var ki?" diyerek. Herkes böyle yapıyordu, demek ki böyle böyle oluyor sandım. Bir türlü göremediğim şey, benim herkes olmayışımdı. (Bunu illa ki iyi bir şey anlamında söylemiyorum. Can sıkıntısından girdiğim birtakım kalıpların içinde duramadım, eeeyh deyip çıktım içinden, diyelim.)

Sinan rüyanın burasında uyanmasa, eminim, kulağıma soktuklarımın burnumdan geldiğini görecekti.

(İstanbul Erkek Lisesi burnumdan gelenlerden bu kez bağımsızdır.)

0+

Sıfır pozitif bir insanım.

Negatif değilim de demek olabilir bu.

Nasılsa ertesi gün biz de ölecektik.

19 Aralık sabahı saat 06:13'te telefonum çaldı. Bu saatte, biri beni ya "e hani, uçağı kaçırıyorsun?" demek için arardı, ya da... Her şekilde, bu saatte gelen telefondan hayır gelmezdi.

Günlerdir alkolden ve diğer keyif verici maddelerden uzak duruyordum, sıfır pozitifliğim bir işe yarar, vaktiyle veremediğim kanların günü gelmiştir belki diye, yakını olmadıkça kimsenin itibar etmediği kan arama duyurularına, tweet'lerine gerek kalmaz da biz bize yeteriz diye. Yine de sabah telefonum çaldığında kimsenin benden kan istemeyeceğine emindim.

Uyuyamazdım, uyumaya da uğraşmadım. İşe dönmek zorunda kalırsam beni kurtaracak bir kıyafet geçirip üstüme, çıktım evden. İşe dönmek zorunda kalırsam diye... İşe dönmek nasıl bir zorunluluktu bu durumda? Kimin umurundaydı o gün ben işe gitmesem, başka kimse ölecek miydi mesela?

Kontağı çevirip ağlamaya başladım, hastaneye vardığımda bitmişti. Fazla konuşmadık; sarılmalar, başınız sağolsunlar, bol Allahlı, bol rahmetli üç beş iyi niyet sunuşu... Çocuğu olanlara "şansı bol olsun" demeyi alışkanlık haline getiren beynin, ölüm halinde dine dönmesi.

Sonra kendimizi Bandırma'da bir köy kahvesinde bulduk. "Hanım kızım sen rahat etmezsen odaya alalım seni"lere karşılık "arkadaşlarım yanımda, sorun olmaz" deyip köy kahvesinde çay içtim. Sonra bir çay daha. Bir tane daha. Horozlar ötüyor, arada bir inek ve keçi sesleri duyuluyordu. Köy yerinde hiçbir şey yok gibiydi başka, birkaç çanak anten, o kadar. Sanki ebeveynler de bu yüzden hep buralara gömülmek istiyor gibiydi.

Saatler geçti, cenaze namazı kılındı, topraklar atıldı, sular döküldü yağan yağmura rağmen, mezarın başında put gibi dikilen iki arkadaşımı görüp biraz korktum. Birinin babasını ilk toprağa verişimiz değildi ama sanki alışılması, kolaylaşması gerekirken giderek daha da zorlaşıyordu bu işler. Ölene mi, kalana mı, yakında ölebilecek olana mı ağlıyorduk, orası da belli değildi.

Saatler sonra evimdeydim, tek istediğim şey duş alıp uyumaktı artık. Apartmanın kapısına doğru inerken, az kalsın en alt basamağa dayanmış yatan bir kedinin üstüne basıyordum. Kocaman, sarı bir kediydi. İşin garibi, tam yanına basmayı başardığımda hiç kıpırdamadı. Elimi uzattım, yine kıpırdamadan ve gözlerini hiç kırpmadan hafifçe inledi. Araba altında kalıp kendini oraya kadar sürüklemiş olmasından korkup etrafa bakındım, kan yoktu. Böyle durumlarda kedilere ne yapılabileceğini sormak için aklıma mektup arkadaşımdan başka kimse gelmedi ama onu arayacak halim yoktu. Belki sabah kendine gelir diyerek, üşümesin diye kucağıma alıp apartmana götüreyim istedim. Tam o sırada kasıldı, irkilip geri çekildim. Ne bir şey yapabiliyor, ne de uzaklaşabiliyordum; sanki yapmam gereken bir şey varmış gibi dikiliyordum öylece.

"Öldün mü yoksa?" dedim kediye. Tam bir gerizekalıydım. Gözleri hala uzakta bir yere bakarken, tekrar kasıldı ve, bitti. Ölen kedilerin de gözleri kapatılır mıydı acaba? Ben hiçbir şey bilmiyordum. Ağlamaya başladım. Kediyi öylece bırakıp apartmana girdim, eve vardığımda ağlamam bitmişti.

Birkaç saat sonra evden çıkarken hala oradaydı kedi, üstü gece yağan karla incecik örtülmüş, birkaç yaprakla çevrelenmiş yatıyordu öyle. Neye küfrettiğimi bilmeden bir küfür sallayıp, geçtim yanından, işe gittim.

Nasılsa ertesi gün biz de ölecektik, beklesindi tüm kediler ve babalar.

hafıza-i bellatrix, nisyan ile uyuşuktur.

dün anlatırken de saçma geldi, şu an da inanılmaz saçma geliyor bir şeylere, bir kimselere çok fazla üzülmek.

ben, her şeyi hatırlayan bellatrix, şu an kendime çok şaşırıyorum. artık hiç hatırlamıyorum bazı eski dostlarıma neden bozulduğumu, ne zaman değersiz, her an unutulabilir, ihtiyaç duyulmayan biri gibi hissetmeye başladığımı hatırlamıyorum. bunu ne zaman umursamamaya başladığımı da. sanıyorum umursamamaya başlamam, artık aramamaya, sormamaya başladığımda gerçekleşebildi ancak.

şimdi yazılarıma geri dönüp baktığımda ne hüzünlüymüşün diye hatırlayabildiğim şeyler bunlar. aramız bozuk mu? değil. olmasına gerek yok. çünkü ben olay çıkarmıyorum. kendimi harap etmiyor, karşımdakini sorgulamıyorum. her şeyi ben yapıyordum, şimdi de hiçbir şey yapmıyorum. böylece düzelttim, yoluna soktum bir şeyleri.

hafıza-i bellatrix nisyan ile uyuşmuş durumda. bir de, ortalama yakınlıklarla.
ortalama yakınlıkları kaybetti diye de şoka girmez kimse.

nişan

keşke cengiz amca da burada olsaydı, derken, düşündüm.

kimsenin hüseyin amca'sı olmayan hüseyin hep kızının etrafında ama çok uzaklardaydı. çalıştı, okuttu, para verdi. onun "burada" olmasının getirdiklerini götürmek için, her hafta para veriliyor birilerine.

aldığım parayı geri, ama başkasına, veriyorum.

Bugün 4 Aralık.

"Bugün ayın 4'ü mü? Aa... Bugün 4 Aralık."

Bugün 4 Aralık. Bu tarihi gönül rahatlığıyla unutabileceğim tarihin üstünden 4 yıl geçti.
Bir 4 yıl öyle, bir 4 yıl da böyle geçti.
Neden hiçbir şeyi unutamıyorum ben?

Her şey bir anlam ifade etmesin bana artık, istemiyorum.

muzlu süt

benim 1 tipim yok, evet.
ama parmaklarımı içinden geçirebildiğim uzunluktaki saçları hep sevdim.

bir nevi jeux d'enfants

iste(me), ara(ma), (me)sela

"Siz neyi arıyorsunuz?"
"Bilmem... Neyi aramadığımı biliyorum ben."

Hayatım boyunca neyi istemediğimi bildim.

Bir tipim yok, "bu hiç benim tipim değil" hiç olmadı, sarışınları hiç sevmediğimi zannettiğim bir dönemde sarışın, kahverengi gözlü bir Çerkez'e (o Çerkes der ve doğrusunun bu olduğunu iddia ederdi) kaptırdım kalbimi.

En sevdiğim bir yemek yok, ama sevmediklerimi bir çırpıda sayarım.

En sevdiğim bir janr yok, dayanamadığım müzikler var.
En sevdiğim yazar yok, yazardan saymadıklarım var. İyi bir yazıda ne olması gerektiğini listeleyemem, ama bir yazıya kötü derim, neden öyle düşündüğümü de o yazıya bakarak söylerim. Şiire de. Şarkıya. Televizyon programına. Gazeteciye, köşe yazarına, siyasetçiye.

Tüm bunlar... Aslında o kadar müşkülpesent olmadığımı göstermez mi?
Yoksa tam tersi mi? İstemediğim, sevmediğim, beğenmediğim ama insanların bayıldığı, değer verdiği çok şey, çok düşünce, çok tarz var. Bazen bunlara sığmaya (evet, sığmaya) çalışıyorum ama olmuyor. Üstümde durmuyor, bir gün iki gün belki, sonra dağılıyor, dağılıyorum, daha kötü oluyor.

O zaman boşvermeli. Çünkü artık uğraşmak istemediğimi de biliyorum.

Yarın 30 Kasım.

"bunu okuyan şunu da okur" zımbırtısı sayesinde bugün bir yazıma denk geldim, unutmuştum bunu...

"Seneye Nisan'la Kasım arasında biriyle tanışacakmışım", bir falcı bunu demiş bana. Muhtemelen içimden "ohooo" demişimdir.

Yarın 30 Kasım. KUTLU OLSUN!

"Az"dım çünkü.

"Yani... Etrafımda sürekli beni koruyan biri varken nasıl kötü olabilirim ki?"
Leyla

 
Leyla ile Mecnun insanı ara ara öldürüyor.

Bu bölüm çok iyiydi. Değerlendirme kriterim pek öznel elbette; ben izlerken, ikinci kez izlerken bile, geçenlerde üzerinde konuşmak durumunda kaldığım bir şeyi düşündüm. Hani hep takdir alırsınız ve bunun hiçbir önemi olmaz ya, öyle bir şeyler.

İşte bazı insanlar yaramazlık yapıyor ilgi çekmek için ve bazıları da başka bir şeyler.
Yaramazlık yapınca kızmayan veya öğüt vermeyen, ortaokulu birincilikle bitirirken de mezuniyetinize gelmiyor.



Mecnun eve nevale getirdi, İskender ağlamaya başladı.
Hatırladım.
_ Tanıdığınız ilk erkeğin size bakarken gözünün parlamasını istersiniz tabi ki...
Ağlamaya başladım.
O günün büyük bölümünü ağlayarak geçirdim ve ondan sonraki birçok günün birçok zamanını da ve hiç rahatlamadım.


Bana hiç kimse bir şeyi yapamadım diye kızmadı, kızmazdı da. Sakız çiğniyorum diye de kızmazdı, üzüm yiyorum diye de, iş bulamıyorum diye de... Ama sonra biri beni paramparça ettiğinde karşısına da dikilmezdi kimse, "vebalı mı benim kızım?" diye. Ben kendi hakkımı kendim aradım. Bazen bulamadım, bazen de hak görmedim, belki hak görmeyişim kimsenin bana "bu senin hakkın" demeyişindendi. "Az"dım çünkü.

Ben her şeyi yaptım evet, ama yapamasaydım da, bana kimse kızmazdı bir şeyi yapamadım diye, kızmazdı bana hiç kimse.
Hiç kimse.
Tanıdığım ilk erkeğin bana bakarken gözünün parlamamasının bedeli, bu.

ve yine hayatımızda bir şey değişmiyordu.

Allah diyen Mufasa

"Aslan içimizde" diyor.


he lives in you (reprise) - en sevdiğim.

Seni daha az görebilmek için yavrum.



Bugün;

Adının sonundaki ünlem işaretini kaldırdım. Artık sen de rehberimdeki, mesafeli olduğum veya hakkında özel bir şey düşünmediğim, sık bulunan binlerce ad ve sık bulunan binlerce soyaddan ikisinin önemsiz bir kombinasyonundan oluşan birisin. Sıradansın. Sıradanlaştırdım seni.

Seni takip etmeyi bıraktım. En azından bir mecrada. Gerisi de gelir.

Ana sayfama düşüp durmanı engelledim ben bugün. Bana ne senin ne okuduğundan, ne sevdiğinden.

Mesaj zincirlerimizi sildim. (Tamam, henüz silmedim ama bunu sırf söylediğim için silebilmek için söylüyorum. Dediğimi yaparım çünkü ben.) Böylece beni toplam kaç saat umursamadığını takip edecek hiçbir veri kalmıyor elimde, acaba başka kimleri hangi saatlerde umursamış olabileceğini de.

Aldım blogunu, bakmadığım bir yere kaldırdım. Zaten onlar senin yazdıkların değil, sadece beğendiklerin. Yazamadığından değil, öylesi kolay geldiğinden. Fotoğraf çekemediğinden değil, öylesi kolay geldiğinden. Öylesi daha çok övgü aldırdığından. Öylesinin makbul olduğunu sandığından.

Ben bugün bana seni hatırlatan ve sırf bu yüzden yazık ettiğim güzelim bir şarkıyı dinleme dürtüme karşı çıktım.

Ben bugün Twitter'ı bıraktım; çünkü insanların yüzde yetmişi su ise yüzde otuzu yalan ve ben insanların gözlerine bakmadan yalanı anlayamıyorum.

Ben bugün de kendimi sadece fikri sorulmak veya bir şey istenmek için aranan; yoksa hiç özlenmeyen, görülmek, görüşülmek istenmeyen, umursanmayan, arzulanmayan biri gibi hissettim.
Ama düne göre daha az.
Demek ki doğru yoldayım.



(Telefonumda hiç mesaj kalmadı. Dediğimi yaparım çünkü ben.)

bu yıldızlı gökler ne zaman başladı sönmeye?

bugün aldığım bir öğüdü tutuyor ve şu an öngöremediğim bir süre için twitter'ı bırakıyorum. başka bir sürü şeyi de azaltarak...

belki sevinirsin bu işe blog ve hamdi ve reductio ve elizabeth ve... ben, seviniriz belki.

usandım, evet, doğru sözcük bu. usandım herkesi gerçek zannetmekten.

Darin.


RTE dedi ki açlık grevi yok. Kendine Türk Solu diyen bir grup dedi ki bırakın açlıktan gebersinler. Boğaziçili öğrenciler olayı hepten yanlış anlayarak dedi ki açlık grevine destek gerek, çünkü canımız Öcalan hapisten çıkmalı.

Darin dedi ki, bunca karmaşanın ortasında ben yaşıyorum.
Demek ki oluyormuş halkların kardeşliği, halkların evliliği, halksızlık.

Imagine all the people şimdi.

Ayakları Olmayan Baloncu


_ Biliyorum.
_ Biliyorsun... Evet. "Ben de" lafı üstüne bir film çekilmiştir; "biliyorum" üstüne de çekilebilir bence.

Ben bencil ve terbiyesiz Rose gibi yere yaydığım hırkamın üstüne kendim yattım ve Jack'e hiç yer bırakmadım diye mi oldu bunlar, yoksa bu benim (yine) kendi kendimi suçluluğuma inandırmak için uydurduğum bir şey miydi, bilmiyorum. Sen az önceki azıcık yağmurla azıcık ıslanmış (ama artık kurumuş olması gereken) çimlere zaten yatmaz mıydın, dolayısıyla da az ötedeki baloncunun uzamış çimlerin ve çiçeklerin arkasında kaybolmuş gibi görünen ayaklarına bakmak yerine göğe bakar mıydın o sırada, bilmiyorum.

(Ama iyi ki gösteriyorsun adamın olmayan ayaklarını da çünkü bu bir düdüklü tencere reklamı değil, daha saçma bir şey ve saçma şeyler paylaşıldıkça varlar. Saçma şeylerin paylaşılabildiği az sayıda insan da paylaşıldıkça var. O an için olsa ve sonra yok olsa bile.)

BEA, "en güzel yerinde evin"i söylüyordu (bak o lunaparka da gitmedik ki biz) ve ardından da "bil"i, "çıldırmıycam"ı falan dinleyecek değildik ya o zaman bu son şarkıydı, üzülüyordum. Bil. Biliyorsun. Biliyorum.

Peki Turgut Uyar'ın Büyük Ev Ablukada diye bir şiiri olduğunu... Tabi ki biliyorsun.

İkimiz birden sevinemeyiz. İkimiz birden göğe bakmadık. Galiba bu benim yüzümden değildi. "Seni özleyeceğim" diyene "biliyorum" diye cevap verirsen tabi ki sevinemeyiz ikimiz birden, akıllım.



Gereğinden romantik bir yazı olduğunu söylemem lazım, 
abarttıklarım bazen gerçek, ben bazen sırılsıklam sayılıyorum. 
Oysa ki yağmur azıcık yağmıştı. 

(28 Ekim 2012, Bursa ~ 04 Kasım 2012, İstanbul, 
bir de bir yerlerde Ankara)

Sizi buhranlarıma alet etmek istemiyorum.

Annemle teyzemin bir sey konusurken yolun ortasinda duruvermelerine hep sastim; ben de az once kapinin onunde nedensizce kalakalana kadar. Aniden bir sey fark etmesi insanin... Uzucu be. O kadar uzulebiliyorsun ki, aniden, duruveriyorsun elinde anahtarla kapinin onunde.
Bu kadar dusunmemeliyim.
Bu kadar dusunmemeliyim.
Bu kadar dusunmemeliyim.
Bu kadar dusunmemeliyim.
Bu kadar dusunmemeliyim.
Bir gun once otoyolda bangir bangir sarkilar soyleyip kendi kendime kahkaha atarak ilerlerken bugun halime bak.
Yazi yazayim ben. Uretmeliyim uretmeliyim uretmeliyim, beynim zonkluyor diyen Bulutsuzluk Ozlemi.

(29 Ekim 2012 akşamı tivitleri)


Bugün bu kadarcık sakinsem, bu tamemen Aslı'nın sayesinde.


Eğer kafamı toplayabilir ve konu üzerinde tek bir his oluşturabilirsem; yani saatte bir dalgalanan ve değişen bir his yerine, ne düşündüğümü, ne hissettiğimi bir saptayabilirsem, paylaşacağım aslında. Onun dışında yaptığım her şey, buhranlarıma elalemi alet etmekten başka bir şey değil. Sanırım önce kendi kendime yazmam lazım. Ertelemeden, araya bir dizi veya bir ağlama krizi sokmadan.

Yalnız şunu biliyorum ve emin olduğum bu kadarını söyleyebilirim şimdiden:

Ben, hiçbir şeye inanmadığımı iddia eden halimle bile, birçoğunuzdan daha inançlı; en umudumu kesmiş halimle birçoğunuzdan daha umutlu, hepten boşvermiş halimle birçoğunuzdan daha coşku doluyum.

Sadece bunları arada bir hatırlamam, ya da tamamen unutmam gerekiyor.

benim aklım başımda değil...

Bazen, bazı geceler, bana bi' romantik haller geliyor. Çörekleniyor üstüme.

Ama içimdeki binlerce kelimeyi yazmaya yeltenesim bile gelmiyor. Beceremeyeceğimden değil de... Uğraşamıyorum.

Şöyle bir şeyler:


Şöyle bir şeyler, ki hiç olmamışlardır, ama olabilirler, ama belki de ben bunu artık düşünmek istemiyorumdur...

Tüm savaşların böyle ve bu kadar olması, hayran olunan savaş sahnelerinin Er Ryan'ı Kurtarmak'tan öte, aşka dair bir şeyler olması gerekiyor dünya için. Yani biz, ortaokuldan, liseden bir arkadaşımla bir kafede oturup sağ olan vatanımızda çaylarımızı içerken o şunu dememeli: "Yıllarca aynı sınıfta, beraber okuduğumuz adamın midesinde bir kurşun olması ne kadar garip bir şey yahu." Veya başka biri, daha doktorasını yapacak, daha evlenecek olan biri, Afyon'a çıktığı için sevinirken bir cephane patlamasında ölmemeli, Venedik'te bir kızcağız o öldü diye harap olup gözyaşı dökmemeli.

Yani sadece aşk için ölmeli veya gazi olmalı ve aşk o zaman aşk olmalı.

Gene dayanamadım, değil mi?  Fena oluyorum, çok fena oluyorum biz hep sağ olurken, pisi pisine ölmenin adının şehitlik olmasına, ifrit oluyorum, o kadar işte.

Cephelerde gitarlar, kafalarda aşklar ve ellerde çiçekler olsun istiyorum, sadece o kadar.

somewhere over the friend zone



“I cannot say I wanted to ‘be myself,’ for I knew I was still soft clay. But I refused to be molded.”
Françoise Sagan, Bonjour Tristesse


Ortaokuldayken bir çocuğu seviyordum. Aziz’i. Şimdi o hissi küçümseyecek değilim, karşımda onun olduğunu düşünerek odamdaki aynayı öpecek ve gerçekten öpüşmek gerekirse (tamamen tecrübesiz olduğum için) rezil olacağım konusunda endişelenecek kadar, işte demek ki basbayağı seviyordum.

Yazık ki hiç şansım yoktu. Sınıfın, boyu dışında her şeyi herkesten üstün, sarışın, yeşil gözlü, iyi giyinen, zengin, evinde interneti olan, üst sınıfları tanıyan, tenis filan da oynayan sportmen kızı da Aziz’e aşıktı. Üstelik, kendini çok şanslı gördüğü veya kendine çok güvendiği için bu aşkı her yerde, her fırsatta dile getirmekten hiç gocunmuyordu.  (Bu kızlardan bir başkasına, bundan yaklaşık on yıl sonra tekrar rastladım. Bir arkadaşım kendisini reddettiğinde “halbuki ben senin başına gelen en güzel şeydim” deyip gitti fazlayerlidiziseyrediyorumben kızı. Enteresan.) Bir keresinde bana, Aziz de ben de çok gıdıklanıyoruz diye, “ne kadar çok ortak yönünüz var” demişti kız imalı imalı; Aziz’in de duyabileceği şekilde üstelik! “Ne alakası var ya!” demiştim aniden ama kan beynime sıçramış, kalp atışlarım hızlanmıştı; o an nasıl kızardığımı tanrı bilir.

Günün birinde kız birden, nereden çıktığı belli olmayan bir melankoliye boğuldu. Bu durumla pek ilgilenmedim sanıyorum, kız benim en yakın arkadaşlarımdan biri değildi. Olamazdı. Bana gelip, Aziz’e olan aşkından bahsetmesine katlanamazdım (ben o kadar yerli dizi izlemem). Bir de tabi, içinde bulunduğumuz yaşlar boş melankolinin prim yapmaya başladığı yaşlardı, o yüzden kızın hiçbir şeyi olmayabilirdi de.

Sonra öğrendik ki, kız gidip Aziz’le konuşmuş ve Aziz onu istememişti. Apaçık ve net bir şekilde, çıkma teklifine hayır demişti. Çok şaşırmıştım, konunun benimle bir ilgisi olması ihtimalinden ötürü değil ama, o çocuğun o kızı reddetmesi için herhangi bir sebep düşünemediğim için... Ben o zamanlar, somut ve görünen şeylerin herkesin babasını dövdüğünü düşünüyordum. Benim sınıf birincisi olmam mesela, başkasının sarışın oluşu yanında bir hiçti.

Aziz, benim arka sıramda otururdu. Daha doğrusu ben, ortaokulu liseye ve üniversiteye hep tercih etmiş olan ve hala Orta 3’ü özlemle anan bu “arka çöplük” tayfasının bir ön sırasındaydım. Bir gün okuldan çıkarken, sırtımı tahtaya dönmüş, çantamı topluyordum. Aziz hala yerinde oturup etrafa bakmakta olduğu için de iyiden iyiye ağırdan alıyor, fakat konuşmak için de bir şey yapmıyordum. Aziz bir şey dedi sanırım, cevap verdim, güldük. Tam çantamı kapatıp, “yarın görüşürüz” demek için ağzımı açmışken Aziz bana bakıp “seni seviyorum” dedi.

Kafamı hafif eğdim, bir saniyeden kısa bir sürede yüzündeki ifadeyi çözmeye çalıştım. Çözdüm sandım. Gülümsedim, “ben de seni seviyorum” dedim ona, sonra da “yarın görüşürüz” deyip çıktım sınıftan. O kadar işte. O kadar gerçekdışıydı ki söylediği benim için, ciddi olabileceğine ihtimal vermedim. Biz bunu bir daha hiç konuşmadık, o bana sınıfta herkesin sevdiği kız olmamın dışında bir değer verdiğini söylemedi, sonra sınavlara girdi ve özel okula gitmek üzere ayrıldı okuldan. Bundan kısa bir süre sonra da tamamen koptuk zaten, şu an nerede olduğunu, ne yaptığını hiç bilmiyorum.

Ben Aziz’i hatırladım geçtiğimiz aylarda bir gün ve Aziz’i yazdım ben ilk kez; çünkü aynı şey yıllar sonra tekrar başıma geldi. Beni pek tanımayan, bana, arkadaşlık dışında bir şekilde benimle ilgilendiği konusunda hiçbir ipucu vermemiş bir adam bana “seni seviyorum” dedi. Ben de iki nokta ve bir parantez yaptım ona ve “yarın konuşuruz” dedim.

Arkadaşlığa, kendimize, aileye, aşka dair birtakım fikirlerle başlıyoruz hayata. Zaman geçtikçe o fikirlerin ne kadar aptalca olduğunu düşünüyor, yine zaman geçtikçe o fikirlere geri dönüyoruz. Hani annemizi çok sevip onsuz yapamayacağımızı düşündüğümüz zamandan, ona burun kıvırıp bir şey anlatmaktan vazgeçtiğimiz zamana, sonra da yine “keşke burada olsaydı da fikrini sorsaydım” dediğimiz zamana geçiş anlatılagelir ya ebeveynlere gereken değeri vermek konulu kitap ve programlarda... Ona benzetiyorum ben bu geçişleri. Bir ara, lisedeyken filan, “sevmese neden seviyorum desin, salak kafam!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Elbette lisede kendime güvenimin artmasıyla doğrudan ilgili bu durum. Ama şimdi yine, ortaokuldaki o noktadayım, o kafamı eğip gülümseme noktasında. İki nokta bir parantez.

Hayat, Meltem Gürle’den öğrendiğim bir circular plot, başka da bir numarası yok. Üstelik, başa döndüğü noktada artık ilerlemeye devam edeceğine dair bir inanç da edinemiyor insan; dünya yedi günde yaratıldı ve tamam, bitti. Koca dünya yoktan var oldu ve benim için bir sözcük dahi var olamadı. Ben de şu an, yine sarışın ve yeşil gözlü olmadığım, topuklu ayakkabılarla tıkırdamadığım, çok makyaj yapmadığım veya sportmen olmadığım için konuların kapandığı noktaya geri döndüm. Tek farkla, artık ne istemediğimi (artık bunu istemediğimi) biliyorum, şekillenecek çok şey kalmadı.

Bir arkadaşlığın aşka döndüğü veya dönemediği noktaların çok ötesindeyiz artık, o kadar uzaktayız ki gökkuşağı bizim için bir nokta gibi. Hem bence o şarkı da şöyle bir şey:

Somewhere over the friend zone,
Mavi kuş sanki bir düş.

(16 Ekim 2012, Boğaziçi Pastanesi)

naçizane: kendine bak-mış

büyük patron bugün dedi ki "olan ve olmayan her şeyin sebebinin biz olduğumuzu anlamak, kabullenmek, kendimize bakmak zorundayız."

///

"sevgili olmayan adam" diye etiket yapmışım. halbuki "sevgilisi olmadığım adamlar" diye yapmalıydım o etiketi.

tabi ki uğraşamayacağım bununla şimdi. eskiden olsa belki.

geçen zaman içinde, üç adam dışında


"bana baktığında o güzel gülümsemenin donmaması için..." filan yazmıştım bir keresinde bir adama. yazmış ve göndermemiştim. sonra bir gün, istifa ettiğimde, zamanı gelmişti. zamanı benim için gelmişti, o kadar işte. tabi ki hiçbir şey olmamıştı.

koca dünya yoktan var olmuş, ama benim için bir tek sözcük bile var olamamıştı.

///

"Dün insanların çok saf olduklarını fark ettim; herhangi bir malın iyi olduğunu düşünmelerinin sebebi, bizzat malı üretenlerin  o malın iyi olduğunu iddia edip bunu tekrar tekrar söylemesiydi."

Jorge Luis Borges, Yorgun Bir Adamın Ütopyası


şubat 2012'de resmi olarak yalnız 3. yılımı doldurdum. şubat 2012'ye kadar geçen 3 yılda gerçekten uzun süreler boyu düşündüğüm 3 adam oldu. 3ünden de bir şey olmadı. benim için 1 şey bile olmadı. o zaman 3te3 diye bir yazı yazacaktım. sonra çok kötümser olduğunu düşünüp vazgeçtim. oysa kötümserlik, içinde bulunulan duruma dair bir tespit değil, içinde bulunulacak duruma dair bir öngörüdür. benimkisi ise bir durum umutsuzluğu, buna da olsa olsa mutsuz denmesi gerekir. her neyse, ben yine de yazmaktan vazgeçtim. istemedim. içim kaldırmadı. olduğumdan kötü görüneceğimden korktum. gerçekten tiksinç, çirkin, çekilmez biri olduğumun sanılmasından çekindim belki de; çünkü kendini öve öve, altı boş övgüleri gerçek hale getirenlerin, insanların algısını sadece bunu yaparak değiştirebilenlerin dünyasında yaşadığımın farkındayım (o yüzden uymuyorum ya bu zamana).

ama artık bir şey fark etmiyor. istediğimi yazabilirim. umursayamıyorum artık.

///

bu geçen zaman içinde, bu üç adam dışında bir sürü birbirinden anlamsız, garip veya sonuçsuz şey oldu. mesela bir tanesi, benim olmadığım şekilde "canım"lı "cicim"li bir tanesi, bana bir gün hiç cevap vermemeye karar verdi. aradan üç ay geçtikten sonra da benden özür dileyip, "nedeni yok işte ya, erkek dengesizliği" dedi buna. peki. bir tanesi evli ve mutlu idi, deryik'in deyimiyle "yemeğim hazır, gömleğim ütülü" mutlusu bu adamı benimle oynaştığı odada bırakıp bir balkondan atlayıp gittim ben. peki. bir tanesi, kendini sadece yedek kulübesine layık gören, ısınma turu atıp sonra tekrar oturan biri... kimseye sarması uzun sürmüyordu her iki anlamda. yani hemen alışıveriyor, alıştırıveriyor ve kısa sürede de sıkılıp başka oyuncaklara bakmaya başlıyor gibiydi. peki. bir tanesine ben gereksiz bir derinlik atfettim muhtemelen. Tsumun bahsettiği "bizim neslin çağın insanı olmakla olmamak arasında fena halde sıkışmışlığı"nın tasviri gibiydi adam; elindekini, ilk günden seks konuşacağı bir ilişkiye indirgeyip, sonra da sahiplenmekten bahsedecekti. peki. bir tanesi kalbimi yerden yere vuracak, ben ona aşık olmadan beni reddedecekti; sadece aşka değil, dostluklara da duyduğum güveni sarsacak, hayatımda yaptığım en büyük hatanın erkeklerle daha iyi anlaşmak olduğu sonucuna vardıracaktı beni. peki. bir tanesi bana uzun uzun bakacak, fakat benden hiçbir şey anlamayacaktı, veya anladığı kadarının bile onu ilişkilerinin çay kaşığı derinliğinden öteye götüreceğinden korkacaktı -ya da bu sadece benim hüsnü kuruntumdu, ben yine, gizli bir derinlik arıyordum adamda- ve isterse hiçbir şey başlamayacak, bu münasebetsiz hikaye eksik kalacaktı. peki.

PEKİ.
yeter.

benim için hiçbir şeyin var olamadığını en çok, selamlarım karşılıksız kaldığında anlıyorum.
bana doğru geliyor o bakış, bana çarpıp bir an duracakmış gibi oluyor, sonra yoluna devam edip arkamda bir yere, kimsenin olmadığı bir boşluğa bakıyor.

güzel şeyler kimsenin olmadığı tarafta herhalde.

ya da ben, görünmezlikte bir dünya markasıyım.

Ardeur de la Vie

Yaşamın, diyor, şulesi.
Yaşamın şulesi, diyor.

Şinanarinarinay narinaynirinay demiyor (iyi ki).



İnsanın kendini içinde (gerçekten) buluverdiği şarkılar o kadar az ki.

Ağlamayın Melisler!


...ve güçlü bir canlandırma bu.



Behzat Ç.'nin müziklerini yapan, Pilli Bebek'in kurucusu Cem Kısmet'le röportaj yapmışlar. 
Son kısmı dikkatimi çekti, o yüzden paylaşacağım.

Cem Kısmet'in söylediklerinin sadece müzik için değil, yazı için de geçerli olduğunun anlaşılması dileklerimle...


Albümü dinleyenler en çok neyi soruyor?
 

‘Kızım’ şarkısını dinleyen herkes ‘çocuğun var mı’ diye soruyor. Şarkı yazmanın mutlak surette yaşanmış bir şeyle alakalı olduğunu sanıyor insanlar. Bir şeyi ancak biliyorsan onun hakkında bir şeyler yazabilirsin diye düşünüyorlar ama hayır, herkes her şeyi böyle tecrübe etmiyor. Bir sürü sevgi biçimi var. Birilerinin kızını nasıl sevdiğini biliyor olabilirsin, empatiyle alakalı bu. Bir de ‘Delilik’i nasıl bir ruh haliyle yazdığımı soruyorlar. Deli olup olmadığımı merak ediyorlar aslında. (gülüyor) Bunu var olan bir durumu gözlemleyerek yazdım; onun bende yansımasıyla alakalı. Karşımda canlandırılmışı var çünkü ve güçlü bir canlandırma bu.


Kaynak.

yazanlat döngüsü


zaten ben her şeyi kendim için yapıyormuşum,

("o iç çamaşırlarını benim için mi aldın sanki? sonuçta kendin için aldın." diyen adam vardı ya)

al işte bak,
yazdıklarım da sadece benim işime yarayacak.
kimseye bir şey yaptıramıyorsam, inandıramıyorsam, hissettiremiyorsam bile, ben kendim için yazmış, kendimi böyle anlamış olacağım.

psikoloğa dedim geçenlerde:
"ben yazdıklarımı anlatıyor, anlattıklarımı da yazıyor gibiyim ve o kadar" diye.
doğruydu ve bunun ötesine geçmek için zamana ihtiyacımız vardı belki -daha çok yeniydik, hala sizli bizliydik-
ama bu benim için hep böyleydi zaten:
ben ya konuşurken, ya yazarken anladım kendimi hep.


sadece benim. işe yaramaz. sadece kendim için.
yine de kitabımı kendime ithaf etmek büyük kibirlilik olurdu.

19.09.2011

Ben olsam, beni ekmiş ve bunun için henüz bir sebep göstermemiş bir adama oturup uzun uzun "sen gelmediğinde böyle oldu, şöyle oldu" der miydim, onu hala sıkmadığımı düşünerek (ki genelde karşımdakini sıktığımı düşünüyorum / artık / eskiden düşünmezdim ama artık böyle düşünüyorum / kim olursa olsun sıktığımı / evet) kendimi aptal gibi hissettim ben, der miydim, hala ona dürüst davranmak zorunda hisseder miydim, bilmiyorum. Muhtemelen Jülide Özçelik'ten Bugün Neden Gelmedin? linkini paylaşırdım Twitter'dan. İçimden söylediğim şarkı o olurdu.


Sanırım o, o kadar dürüst davranmalar sadece filmlerde oluyor. Yerli dizilerde de tam tersi olup, herkes içine kapanır ve bölümleeeer bölümler boyunca hiç konuşmazken mesela! Biz yerli dizileri izlerken hep bir karaktere kızarız, sen karşındakini tanımıyor musun canım, deriz, o öyle şey yapar mı, nasıl inanıyorsun, falan filan. E inanacak tabi ki, o gerçek hayatını yaşıyor dizide. İnsanoğlunun ne nalet, ne çingen olduğunu biliyor ve ona göre davranıyor; her şeye dışarıdan bakan dizi tanrısı "sen"in gözünden bakmıyor bu kolpa gerçek hayatına.

Bazı filmlerde (özellikle romantik komedilerde), kişi karşısındaki insandan ve onun iyi niyetinden, en az bizim gerçek hayatta olmasını umduğumuz kadar emin olabiliyor. Ben böyle biriyim mesela, benim iki saat ilgi gösterdiğim insanlar ve iki haftalık ilişkilerim yok. Soyadlarınızı biliyorum. Söylediğinizin doğru, söylediğinizin gerçek olduğunu varsayıyorum hep. Gerizekalı bir dürüstlük veya şeker veren amcanın peşinden giden saflık değil bu; hiç öyle olmadım. Ama azıcık da olsa tanıdığımı sandığım insanlara inanıyorum. Sanki uzun yıllardır arkadaşımlarmışçasına inanıyor ve onlara bir borcum varmış gibi hissediyorum. Mesaj attıklarında cevap vermek, bunun en basit örneği.

Ama bu yaptıklarınızın her zaman karşılığı yok. İşte o yüzden de, ilgiden ya da safi kibarlıktan, artık her neden ise, karşılık aldığınız insanlar daha değerli oluyorlar.

Benim bugün itibariyle tam bir yıldır bir mektup arkadaşım var. O benim için tanıdığım, bir kez gördüğüm, sokakta yanından geçip oralı olmadığım veya orada burada yazıştığım birçok insandan daha değerli. Sadece artık kimsenin gözetmediği bir şekilde normal olmaya devam ettiği için daha değerli.

Aslında ben sadece şunu söyleyecektim ki uzadıkça uzadı: Kathleen Kelly, karşısındaki adamın yazdığı şeyden etkileneceğini düşünecek kadar saf bir karakter ve Kathleen Kelly gerçek hayatta kimseyi etkileyemezdi (Meg Ryan'lığını bir kenara koyuyorum elbette).

Kathleen Kelly olsam ben, gerçek hayatta beni ekmiş ve bunun için henüz bir sebep göstermemiş bir adama oturup "all this nothing has meant more to me than so many somethings" demezdim. Bu cümleyle gözünün parlamasını, fikrini değiştirmesini, bir daha beni ekmemesini veya benimle en azından tanışmak istemesini beklemezdim. Artık demezdim bunu. Artık bunların, bu hallerin, bir anlam ifade etmediğini biliyorum. metus'un söylediği şeyi defalarca tekrarlayarak öğrenecek ve hatta bir adım ileri götürecek fırsatım oldu geçen süre içinde: Hayır, bir insanı yazarak kendime aşık etmek şöyle dursun, onu çay içmeye bile ikna etmem mümkün değil.

Buraya oturup ona, onun için, onu düşünerek ya da onun fark etmeden verdiği ilhamla yazdığım şeyleri listelemeyeceğim. Buna gerek yok. Artık hiçbir şeye gerek yok, tanışmamıza bile ve ikimiz de bunu istemiyoruz bence.

Birinci yılımız kutlu olsun ve nice yıllara: )
 








haklı ama işe yaramaz gurur parçacığı


Bugün, pek adetim olmayan bir şey yaptım: Feysbuka girip, bir adamın fotoğraflarına baktım. Aslında ben bir tanesine tıkladım, başka albümler çıktı falan filan ama neyse ne, sonuçta kendimi durdurmadım. Adamın iki (sadece iki) fotoğrafında elinin (sadece elinin) duruşuna bakarak gidip bir kadına vardım. Ne kadınlar gördüm herkesin yırtık kotla, ütüsüz tişörtlerle gezdiği yerde topuklu ayakkabıyla geziyorlardı ve böylece dikkat çekiyorlardı, ne kadınlar gördüm sarışınlardı, ne kadınlar gördüm hep falanlardı filanlardı. Ben bu kadının feysbuktaki süslü püslü şeker kız fotoğraflarının, adam tarafından beğenilmiş olacağını biliyordum. Haksız da çıkmadım.

Sonuç: Üzerinde hiçbir hakkım olmayan adamdan (insan hakkını kendisi yaratır geyiğine girmeden), hakkında hiçbir şey bilmediğim bir kadına ulaştım. İlişkilerinin boyutu hakkında hiçbir fikrim yok. Adamın tarzını az çok bildiğimden, girip profil tarumar etmesinin ne demek olduğu konusunda bir fikrim var. Bunun elle tutulur hiçbir anlama gelmeyebileceği veya geldiği anlamı uzun süre götürmeyeceği ile ilgili de bir teorim var (buna belki başka bir yazıda, yine bu adamdan bahsederken gelebiliriz). Bir de, elimde haklı ama işe yaramaz bir gurur parçacığı var: Ben bir kadın olarak içgüdülerimde ekseriyetle haklı çıkıyorum.

Erkeklerin anlamadığı ve belki de sadece bariz olana odaklandıkları için hiçbir zaman anlayamayacakları bir şey bu: Beden dili konusunda kitaplar hatmetmemiş bir kadın bile, onların ufacık bir hareketinden, bir saniyeliğine birine bakmalarından veya duruşlarından, neye veya kime meylettiklerini anlayabilir. Bundan uzun süreli sonuçlar çıkarmak doğru, adamı bir şeyle suçlamak mantıklı olmayabilir, bunu unutmamak gerekir. Sadece orada bir his, bir çekim vardır ve işte bunun üstüne gidip gitmemek tamamen kadına (ve erkek tarafından paranoyak addedilmeyi ne kadar istediğine) kalmıştır.

Sevgili dilcund, "her paranoyak kadının arkasında onu aldatmaya meyletmiş bir adam vardır." der. Tersi doğru olmayan bir önermedir bu: Arkasında onu aldatmaya meyletmiş bir adam olmayan pek çok kadın da aynı paranoyaya sahip olabilir. Kaldı ki, ben bu sezgi, içgüdü veya NiveusP'nin deyimiyle "içdürtü" halini paranoya olarak tanımlamıyorum. Elle tutulmadan sezilebilen, gözle görülmeden anlaşılabilen, olsa olsa soyut diyebileceğimiz bir olguyu yok sayma çabası gibi buna paranoya demek. Ve bu sözcük lügata erkekler tarafından sokulmuş gibi. Bu yazdıklarımı önceden Twitter'da özet geçtiğimde bana sadece kadınların hak veya en azından yanıt vermesi de bunu gösteriyor. Kadınların birbirini anlayışı da erkekler için bir şey ifade etmiyor. Bu, onlara o kadar uzak bir konu ki...

Ekseriyetle hislerinde haklı çıkan biri olarak söyleyebilirim ki, bu haklı ama işe yaramaz gurur parçacığı bize üzüntüden başka bir şey getirmiyor. Acaba öyle mi, acaba böyle mi diye içimizin kemirildiği ile kalıyoruz. Bilmek istemediğimiz şeyleri bilir, görmek istemediklerimize tanık oluyoruz. Düşeceğimizi bile bile üstüne gidiyor, o açtığımız lanet gelesice feysbuk sayfasını kurcalamadan kapatamıyoruz.


"Ben bugün -yine- şuna kani oldum ki bir insanı görmek, görmemek filan değil sıkıntı: İki tarafın da feysbuk hesabı olduğu sürece o iş kaldığı sürüncemede lastik gibi uzuyor. Hay bin kunduz, elin gidiyor bir kere başharfine basıveriyorsun, işte karşında: Ne yapmış, ne etmiş, neyi ve malesef kimi beğenmiş, nereye gitmiş, neler çekmiş (fotoğraf babında), ne yazmış vesaire vesaire. Ona da bakayım, buna da, aman da ellerine sağlık, vay be ne yetenekler varmış sende, derkeeeen; "işte ben bu bakışı seviyorum" veya "yav ne komikmiş, yirim!" diye düşündüğün anda hooop başa döndün demektir, kitlenir kalırsın bilgisayar başında."

(Feysbuk a.q!, Nisan 2010 - demek ki her şey hep aynı)



Demem o ki, ortaya kuyu varsa ve yandan geçiyorsak, sevgili erkekler, size azıcık da olsa değer verdiğimiz içindir. Bizi anlamasanız da, sizi anladığımızı, fark ettiğimizi, daha kısa sürede daha iyi tanıdığımızı bilin, bu da yeter.



Çiçeği burnunda Boğaziçili'lerden ricamdır.

 "...Girişte malum yurt standı, güney meydanın en ortasında en büyük çadır onların. Sadece bununla kalmıyor ayrıca Saadet Partisi'nin, ayrıca bedava kuran dağıtan bir stand, ayrıca Boğaziçi Yöneticiler Vakfı (http://www.byv.org.tr/) altında bir stand ve ayrıca bir tane daha açmışlardı yan yana ve çinmlere halı atmış amcalar teyzeler taşra pikniği yapıyorlardı. bir de şuranın ilanları vardı orada burada,  http://www.hamilikokulu.org/hamilik_okulu_nedir.html"


Eskiden Etik Kulübü gibi isimler altında organize olmaya çalışıp, tüm yıl sadece Çağrı filmini göstermek ve Kutlu doğum haftasında oraya buraya afiş asmak gibi aktivitelerde bulunabilen birtakım yobazların geldiği yer: Önkayıtta, kulüplerle birlikte stand açan bir "milli görüş" partisi.

Yeni öğrenciler, bunların eskiden de böyle olduğunu sanmayın. Yakında, okulda Starbucks açıldığı için menemen isyanlarına girişen öğrencileri, cumhurbaşkanını yuhalayanları, BTS'yi sprey boyayla hunharca ve çıkmayacak şekilde boyayanları göreceksiniz. Onlara, neden sadece bazı şeylere karşı çıktıklarını ve bazılarına göz yumduklarını sorabilirsiniz. Onlara "KİMİN İÇİN ÖZGÜRLÜK, SADECE BELLİ BİR KISIM İÇİN Mİ?" diye de sorabilirsiniz. Aldığınız yanıtla tatmin olursanız, rica ediyorum bana da haber veriniz.


Fotoğraf: Zeynep Nil Suner
04 Eylül 2012, Boğaziçi Üniversitesi
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!