19 Aralık sabahı saat 06:13'te telefonum çaldı. Bu saatte, biri beni ya "e hani, uçağı kaçırıyorsun?" demek için arardı, ya da... Her şekilde, bu saatte gelen telefondan hayır gelmezdi.
Günlerdir alkolden ve diğer keyif verici maddelerden uzak duruyordum, sıfır pozitifliğim bir işe yarar, vaktiyle veremediğim kanların günü gelmiştir belki diye, yakını olmadıkça kimsenin itibar etmediği kan arama duyurularına, tweet'lerine gerek kalmaz da biz bize yeteriz diye. Yine de sabah telefonum çaldığında kimsenin benden kan istemeyeceğine emindim.
Uyuyamazdım, uyumaya da uğraşmadım. İşe dönmek zorunda kalırsam beni kurtaracak bir kıyafet geçirip üstüme, çıktım evden. İşe dönmek zorunda kalırsam diye... İşe dönmek nasıl bir zorunluluktu bu durumda? Kimin umurundaydı o gün ben işe gitmesem, başka kimse ölecek miydi mesela?
Kontağı çevirip ağlamaya başladım, hastaneye vardığımda bitmişti. Fazla konuşmadık; sarılmalar, başınız sağolsunlar, bol Allahlı, bol rahmetli üç beş iyi niyet sunuşu... Çocuğu olanlara "şansı bol olsun" demeyi alışkanlık haline getiren beynin, ölüm halinde dine dönmesi.
Sonra kendimizi Bandırma'da bir köy kahvesinde bulduk. "Hanım kızım sen rahat etmezsen odaya alalım seni"lere karşılık "arkadaşlarım yanımda, sorun olmaz" deyip köy kahvesinde çay içtim. Sonra bir çay daha. Bir tane daha. Horozlar ötüyor, arada bir inek ve keçi sesleri duyuluyordu. Köy yerinde hiçbir şey yok gibiydi başka, birkaç çanak anten, o kadar. Sanki ebeveynler de bu yüzden hep buralara gömülmek istiyor gibiydi.
Saatler geçti, cenaze namazı kılındı, topraklar atıldı, sular döküldü yağan yağmura rağmen, mezarın başında put gibi dikilen iki arkadaşımı görüp biraz korktum. Birinin babasını ilk toprağa verişimiz değildi ama sanki alışılması, kolaylaşması gerekirken giderek daha da zorlaşıyordu bu işler. Ölene mi, kalana mı, yakında ölebilecek olana mı ağlıyorduk, orası da belli değildi.
Saatler sonra evimdeydim, tek istediğim şey duş alıp uyumaktı artık. Apartmanın kapısına doğru inerken, az kalsın en alt basamağa dayanmış yatan bir kedinin üstüne basıyordum. Kocaman, sarı bir kediydi. İşin garibi, tam yanına basmayı başardığımda hiç kıpırdamadı. Elimi uzattım, yine kıpırdamadan ve gözlerini hiç kırpmadan hafifçe inledi. Araba altında kalıp kendini oraya kadar sürüklemiş olmasından korkup etrafa bakındım, kan yoktu. Böyle durumlarda kedilere ne yapılabileceğini sormak için aklıma mektup arkadaşımdan başka kimse gelmedi ama onu arayacak halim yoktu. Belki sabah kendine gelir diyerek, üşümesin diye kucağıma alıp apartmana götüreyim istedim. Tam o sırada kasıldı, irkilip geri çekildim. Ne bir şey yapabiliyor, ne de uzaklaşabiliyordum; sanki yapmam gereken bir şey varmış gibi dikiliyordum öylece.
"Öldün mü yoksa?" dedim kediye. Tam bir gerizekalıydım. Gözleri hala uzakta bir yere bakarken, tekrar kasıldı ve, bitti. Ölen kedilerin de gözleri kapatılır mıydı acaba? Ben hiçbir şey bilmiyordum. Ağlamaya başladım. Kediyi öylece bırakıp apartmana girdim, eve vardığımda ağlamam bitmişti.
Birkaç saat sonra evden çıkarken hala oradaydı kedi, üstü gece yağan karla incecik örtülmüş, birkaç yaprakla çevrelenmiş yatıyordu öyle. Neye küfrettiğimi bilmeden bir küfür sallayıp, geçtim yanından, işe gittim.
Nasılsa ertesi gün biz de ölecektik, beklesindi tüm kediler ve babalar.
Kalbim Unutmuyor
3 hafta önce
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder