"Orda hayat nasıl?" diye soran bir arkadaşa, "burada hayat var ve bu kadarı yeterli, diye yanıt verdim. Böyle hissediyorum. Hayatımda başka şeyler de oluyor, başka, alternatif heyecanlar. 30lu yaşlarımda korprıt denizlerde yüzüyor olmayacağım muhtemelen ama bunun için şimdi gözümü karartıp bilmediğim yollara girmenin mantıklı olmadığına karar verdim. Birden karaya çıkıp nefessiz kalmayacağım, evrileceğim yavaş yavaş. Evrimsel heyecanlarımı bir yazıya sığacak boyutlarda küçültebilirsem, ayrıca anlatırım. Onu bir kenara bırakırsak, genel huzur seviyem hatırlayamadığım kadar uzun zamandır bu kadar yüksek olmamıştı.
Daha az, öz, gerçek dertleri olan bir yerde çalışıyorum artık. Hırstan gözü kararmış, en iyi olmakla kafayı bozup neyi iyi yapmaya çalıştığını unutacak kadar kafası karışmış bir şirkette değilim, sürekli ağzımdan çıkanı duyurmaya çalıştığım bir kalabalığın ortasında "tamam arkadaşlar hepimiz bu işin nasıl yapılması gerektiğini, kitapta yazanı biliyoruz, ama biraz da pratikte yaptığımızı konuşalım" cümlesini kurmuyorum haftada en az bir kere. "Mektubu yazıyoruz ve burada dosyaya koyuyoruz, sonra giderken yanımızda götürüyoruz. Her gün mektup göndermiyoruz tabi ki çünkü let's face it, hocalar okumuyor" diyen, işin teorisinde boğulmamış bir müdürüm var artık.
Yine de, yeni işim için alacağım raporu beklerken önümden geçen birinin torbasında eski şirketimin logosunu gördüğümde içimin cız ettiğini itiraf etmem gerek. Orası için, beni ayrılma raddesine getiren olaylar, kişiler için, orada kalan dostlarım için üzülmüyor değilim. Sapanca’da, gereğinden lüks bir otelin, 2 ay önce departman olarak oturduğumuz aynı toplantı odasında tüm divizyon olarak oturmak bana büyüdüğümü hissettirmiyor. Ama buradaki ilk ve devam eden intibam, denizin benim için küçüldüğü. Görecelilik kuramı bir kez daha kanıtlandı iş değiştirince.
Büyük denizleri, kalabalık akşam yemeği sofralarını özlüyorum zaman zaman; hala “bizimkiler” diye bahsettiğim insanları ve geçen divizyon toplantısını hatırlıyorum, bir Selection şarap açılırken, bir arkadaşın hiç hazzetmediğimiz erkek arkadaşıyla dalga geçişimizi andım, mesajlar attım ona buna: “Sizi seviyorum lan!” Çünkü onlar olabilecek en iyi ofis tanışları olmanın ötesinde, benim ilk iş arkadaşlarım.
İşte o yüzden de geçen iki haftada bu kimlik kartı, bu masa, bu çalışmalar benim değil hala, yabancılıyorum, yadırgıyorum yerimi biraz. Kendimi sıklıkla sandalyenin ucunda otururken buluyorum. Sanki her an kalkacakmışım gibi. Sanki bu bir geçiş dönemiymiş, hatta geçici bir transfermiş ve ben bir gün kalkıp yine communicator'da yeşile dönecek, eski masama oturacak, gerzekçe metriklere kafa yorup, takıldığımız saçmasapan şeylerden şikayet edecek, müdürle takışmamak için çaba sarf edecek ve mutsuz olacağım yine, gibi. Ofis ortamını, çıkan yangından önden kaçan patronu, bahaneyle Starbucks’a sığınan “Dream Team” müdür takımını resmedip yeni ofisime kargolayan arkadaşım Derin gibi, o mutsuzluğu dalgaya vuran herkes gibi ben de akıntıya kapılacağım, gibi.
Oysa ki rüzgarım artık neta. Hem, kanjim de artık orada çalışmıyor, yakında Tuba da çalışmıyor olacak. Neydi, Tuba da giderse ben de giderdim. Eh, sırayı tutturamadık ama, sözümüzü tuttuk.
Hem bir şey diyeyim mi, ben zaten her zaman turuncuyu maviden çok sevmişimdir.
2 yazmadan duramayan var!:
İnsanın hayatında değişiklik yapması kolay değil, cesaret istiyor. zamanla özlememeyi de öğreniyor insan.
bana yeni bulmaca çıktı. turuncuya dikkat edeceğim bundan sonra :P (sorsam söylersin ama buralar çok sıkıcı, bana da eğlence lazım.)
Yorum Gönder