... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

naçizane (on beş): Sufle Edebiyatı

İnsanlar ayrıldıklarında görüşmüyorlarsa, bunun "birbirini görmek istememek" dışında bir nedeni var bence ("Affet, nefret ettim senden" durumunda ayrılanları tenzih ederim. Dünya barışı adına onlar zaten görüşmesinlerdir).

Naçizane fikrim odur ki bu neden, beraber ne yapacağını bilememektir. Ortada kalmak, ne konuşacağını bilememekten filan bahsetmiyorum. Daha önce de beraber onlarca, yüzlerce kez yapmış olduğunuz ama artık size garip gelecek anlar yaratacak veya özelliğini kaybedecek şeylerden bahsediyorum.

Sinemaya mı gideceksiniz? Nereye? "Aaa, orda bi çocuk vardı patlamış mısır satan, hani sana 50 lira fazla para üstü vermişti hatırlıyor musun?" DAAAT! Tehlikeli Bölge. "Sahilde yürüyelim" mi, baştan kötü zaten bu fikir, yanınızdan sürekli sizin de bir zamanlar olduğunuz şekilde sarmaş dolaş sevgililer geçerken hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, sadece ortada gerçekten hiçbir şey yoksa mümkün olabilir. Bu da ancak yıllar sonra olabilir, eğer McLaren's adlı barın üst katında oturan bir arkadaş grubu değilseniz. "Bi sergiye filan mı gitsek?" Tabi, ama zamanında sizi çeke çeke götürdüğü sergiler aklınıza gelmeyecekse. "Bizim bilmemkimin doğumgünü varmış, orada görüşürüz artık" İçkili ortam kötü fikir, ortak arkadaşlar daha kötü fikir. Gideceğiniz varsa da gitmeyin artık bence.

Bunların hepsi uygunsuz, garip (yine o awkward
işte!). Bir de lafa başlarken söylediğim "özelliğini kaybedecek şeyler" var. Tanıştığınızda, daha ilişkinizin adı konmadan yaptığınız şeyler, sadece ikiniz için anlam ifade eden şeyler. Senenin ilk karı yağdığında sufle yemek, gibi.

Şimdi kar yağdığında o sufleyi yememeniz gerektiğini biliyorsanız, yemeyin. Sufle güzel, sevimli, masum, heyecanlı bir şeyler çağrıştırmaya devam etsin, rahatsız etmeyin onu. Özel, özelliğiyle kalsın. Garip durumlara düşmesin.

Gidin, bir kahve için onun yerine. Kimse için bir önemi olmayan ve her yerde mantar gibi biten kahvecilerden birinde. Benden söylemesi.

zor kadın

ben bu şablonu sevmiyorum. yazası kaçıyor insanın. 3 sütunlu dergi gibi, daracık, sinir bozucu, karanlık.

buradaki diğer seçenekler de bundan daha iyi değil ama.

keşke birisi bana özel şablon tasarlasa. oha! ne kadar güzel bir hediye yaa.

şimdi hemen ne kadar ucuzcu olduğumu düşündüm. öyle derdi eski sevgilim de. benimleyken çok para harcanmaz tabi; cost-minimization. çünkü bir yerlere yetirecek şekilde düşünmeye alışmışım çeyrek asırdır, cebimde para olsa da can çıkar, huy çıkmaz ki bu saatten sonra.

bana şablon tasarlansın istiyorum yahu! neden? sırf sayfayı açınca benim içim açılsın diye. bak sen :)

aslına bakılırsa, gidip "ufacık bir şey" almaktan daha zor bir şey istiyorum.

ucuz olmak, her zaman kolay olmak demek değil.

Mesai

Sık dişini bellatrix, biraz daha sık dişini, bitir işini. Saat 18:11. Azıcık daha oyalanırsan gece ne yapacağını düşünmek zorunda kalmadan direkt eve gidebilirsin.

Zaten cumartesi gecesi, gün boyu çalışanlar için evde zıbarma gecesidir...

"I wanna be made!"

"(...) You know what? You cry, and give up, then. I thought you wanted this to happen but now I see you all giving up... Look, the magnitude of this is bigger than you think. I cannot make you want it. I don't want to make you want it."

Okuduğunuz replik bir tiyatro oyunundan, bir sinema filminden, dünyayı kurtarmak veya insanlık adına işe yarar bir şey yapmak adına birinin bir başkasına ettiği teşvik edici laflardan alıntı değil.

Okuduğunuz replik, MTV'nin Made adlı programından kulağıma çalınan birkaç cümle. Söyleyen, kadın koç. Söylenen; gözlüklü, hafif patates, çekingen ve bir o kadar da şaşkın bir ortaokullu kız. "Magnitude of this" ise ponpon kız olmanın önemi.

Teh. Biz de kendi dertlerimizi önemli sanırdık!

80 Liraya Devr-i Alem

Dünyanın en "rüyada hafif, pahada ağır" uykusunu uyudum. İbret-i alem olsun diye açıklıyorum.

Önceki günün Ankara yorgunluğu, sonraki gün Bursa için saat 6'da kalkmama izin vermedi. Gelin görün ki, feribot biletini almış bulundum. Ne oldu yani? Saat 7'de şeytan dürtüp yataktan fırladığımda her şey için çok geçti.

Feribot kaçarsa, ücreti de sana kaçar: Bir saatlik uyku için 80 lira saydım, boru değil. Müstahak.

(28 Ocak 2010)

Anlatamamak

Şu an içimdeki öfke miktarını anlatamam. Anlatamayacağım için göstermeye çalışayım dedim ama şu Sylvester'ın veya Yosemite Sam'in, termometre gibi kırmızı bişey kafalarına doğru çıkar ya sinirlendikçe, öyle bir resimlerini aradım, bulamadım. Neyse, anlatınca da anlaşıldı herhalde.

Deli gibi yorulup istediğim kadar işi halledememiş olmak mı beni bu kadar sinirlendiren ("en kötü özelliğim, fazla mükemmeliyetçiyim" ha-ha!) , yoksa hafiften keriz gibi hissetmeye başlamak mı, kendime zaman ayıramamak mı, kafamı boşaltamamak mı, umduğumdan sık yalnızlık hissediyor olmak mı, kendi kendime yetemiyor olmak mı...

Kurtulmak istediğim şeyleri tam anlamıyla geride bırakamamış olmak mı...

Ekseriyetle 18 yaşındaymış gibi hissederken ve öyle yaşamaya çalışırken aslında eşşşek kadar olmaya ramak kaldığını fark ediyor olmak mı...

///

En büyük sıkıntıyı aptal olan veya beni aptal yerine koyan insanlarla yaşadım bugüne dek; karşında bir duvar varmışçasına meram anlatamamak benim için büyük eziyet.

Yine de tanıdığım en aptal kişi, en kocaman aptal olarak kendimi ilan ediyorum, çünkü ben anlatamıyorum. Kendimi anlatamıyorum. Sayfalarca satırlarca 0larca 1lerce yazmam lazım, yazamıyorum. Tersleniyorum hiç istemediğim halde. Bir şeyi ikinciye tekrar etmek beni kızdırıyor, üçüncüye tekrar etmek deli ediyor. Hiçbir şarkı ruh halimi karşılamadığı için ne radyo ne de mp3 çalar kesiyor beni; yolda giderken elim hep 'ileri' tuşunda. Sesi tamamen kapatırsam dayanamıyorum. Kendime dayanamıyorum.

Geriliyorum. Gerildiğime geriliyorum. Kendim hiç önemli değilim de, etrafımdakileri geriyor olduğuma üzülüyorum. Keşke kimseden bir beklentim olmasaydı; her gürültü bana en sevdiğim şarkı, her rüzgar bir martı uçuşu, her duygu bir ceviz ağacı olsaydı; her taraf ıhlamur kokarken ben gece korkarak uyanacağımı unutup gündüz mutlu olsaydım.

Keşke şu elimin beni götürmeye başladığı yazıyı bitirecek takatim olsaydı; hala yazmadığım bir Halki öyküsü var. Bir de yazmadıklarım rahatsız ediyor beni üstelik! Keşke sabah 5te kalkacak olmasaydım, kafayı çekip yazsaydım şunu tıkır tıkır...

Konuş bellatrix, konuş kendi kendine. Sen anlatamadın, kimse dinlemedi, hepsi bitti gitti.

(26-27 Ocak 2010)

Not: Yasemin Mori'nin "Konuşmak" dediği şeye ben "Anlatamamak" demişim, yazıp yazıp sonunda aynı noktaya gelmişim.

Karlar düşer / Düşer düşer ağlatır

Eğer yeterince filminiz, kolanız, portakal suyunuz varsa; sıcaksanız; ertesi gün mecburen-meeecburen bi işiniz olmayacaksa; sevdiğiniz, beraber güldüğünüz insanlarla beraberseniz ve o an olacak daha iyi bir yer düşünemiyorsanız, o zaman mahsur kalma hali tercih edilebilir, hatta iple çekilebilir bir haldir.

Ama eğer; kolunuzda çanta, sırtınızda bilgisayar, elinizde bugün mecburen giydiğiniz takıma uygun topuklu ayakkabıların olduğu poşet, ayağınızda da o takıma hiç uygun olmayan amaartıknapalım hummer botlarla işyerinden (illa ki en son) çıktığınızda bırakın saatte bir geçen toplu taşıma araçlarını, binecek taksi bile bulamayıp 45 dakika boyunca karda ve kar hala yağarken ve tabi ki düz ayak değil, İstanbulumYeditepemin bol yokuşlu sokaklarından eve yürüyecekseniz, işte bu mahsur kalma hali sizin için rezillikten başka bir şey değildir.

DONDUM ULAN!

Şimdi bana Ünzile edebiyatı yapmasın kimse. Evet ben de biliyorum "benim bu yürüdüğüm yolun üç katını birilerinin her gün okula gitmek için" teptiğini. Üzülemiyorum; ben de çalışıyorum çünkü - keyfimizden yürümüyoruz herhalde. Ayrıca, ben vergisini veren bi vatandaşım tamam mı, dostum! Ben şehirde, büyükşehirde, metropolde hatta aman-da-aman 2010 Kültür Başkenti'nde yaşıyorum, sanıyorum. Nedir bu rezalet?

Neyse, sakin... Hadi koltuk değneğinin arkasındaki mutluluğu görelim. Bugünkü kar maceramdan hiç keyif almadım değil. Yolumun üstündeki hani böyle kenarına ip bağlayıp dilek tutulası, eşekle filan tırmanılası yokuşlardan birinde ayak değmemiş koca bir kar birikintisi bulup POF! efektiyle atladım içine. Şimdi böyle zamanlarda insan Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı neden sevdiğini anlıyor, Serendipity'yi de anıyor (orda olay buzdu ama soğuk soğuktur). Olsa da izlesek. Bu "k" biraz eğreti durdu, kim o, bi fikrim yok.

Sonracıma, birkaç dakika boyunca öyle durdum. Azcık kar attım ağzıma, karın susuzluk üzerinde hiçbir etkisi olmayışını düşündüm yine (bunu hep düşünüyorum ama hiçbir zaman eve gelince araştıracak kadar merak etmiyorum. StepSoru olsaydı bunu yazardık) ve bundan daha önemli hiçbir şey düşünmeden durdum. Durakaldım. Bir sürü kayda değer şey geçti kafamdan, hiçbiri kayıtlara geçmedi. Yanaklarımın Heidi veya Renée Zellweger gibi kıpkırmızı olduğunu bilerek, giderek ısındığımı fark ederek hiçbir şey yapmadım. Kalktım sonra, azcık ilerde yine ayak değmemiş bir alan bulup bi yıldız çizdim oraya.

Sonra, nefes nefese ve küfrederek yoluma devam ettim.

Ömrümü yedin İstanbul, ömrümü!

I'm your Mars / I'm your fire - bak, olmuyo işte!

Hayır, zaten canım Plüton'u aralarından iteklediklerinden beri kılım şu Güneş Sistemi gezegenlerine, bi halta yaradıkları yok! (Mars candır, onu tenzih ederek konuşuyorum.) Bi de isyan ettiriyolar zorla.

Zaytung'da bile olsa bir insanın horoskopu şu olur mu yaa:

Arkadaşlarınız arasında sizi sadece ilişkilerinde konuşacak birşeyleri kalmayan çiftlerin aradığını farketmeniz sizi birazcık üzse de, acaba bana birini ayarlarlar mı umuduyla onları eğlendirmek için elinizden geleni yapmaya devam edeceksiniz.

Tam da bunun üstüne çalan telefonun ekranında, beni sadece sevgilisiyle yapacak işi olmadığından aradığını düşündüğüm bir arkadaşın adı belirmeseydi hayat çok güzel olacaktı :)
(11 Ocak 2010)

gece lambası

Dün gece ilk kez, korktum. Bildiğin korktum yahu. Kalkıp gece lambasını yaktım ilk defa. Dışarıdan, yukarıdan, buzdolabından gelen tıkırtıları dinledim, acaba evde fare mi var dedim, kedidir kedi dedim, kalkıp kapıları kilitlediğimi tasdik ettim kendi kendime,

saat 02:03 ile 02:39 arasını böyle geçirdim.

Neden korktum, bilmiyorum.
Hani yalnız olmak çok güzeldi? (Evde insan olmayınca odalarda ışıksızmışız meğer)

Biliyor musunuz, insan korktuğu zaman o peluş hayvanlar hiçbir işe yaramıyor.
Ve galiba insanlar biraz da, korkup sarıldıklarında kendilerini garipsemeyecek birileri olsun diye evleniyor.

(24ten25e Ocak 2010)

çam sakızı

Hediye almayı da vermeyi de severim. Almayı daha çok severim genelde; bencillikten değil bu. Çünkü, süper bir hediye seçicisi olarak görmüyorum kendimi. Eğer sürpriz yapıyorsam veya karşımdaki insanın hediyemi beğeneceğine çok eminsem, ancak o zaman şahane bir şey oluyor hediye vermek, benim de içim içime sığmıyor o anı beklerken.

Hediye seçmek bir sanat. O kadar zor ki! Çok iyi tanımadığınız insana alakasız, hiç beğenmeyeceği bir şey almış olabilirsiniz, o yüzden zor. Çok iyi tanıdığınız bir insana da ya artık alınabilecek her şeyi almış (olduğunuzu düşünüyor) olabilirsiniz ya da yine alakasız, hiç beğenmeyeceği bir şey almış olabilirsiniz. Bu daha zor, çünkü karşıdakinde "beni hiç tanımıyor mu?" düşüncesi oluşturacak olmanın da stresi var.

Beni gerçekten tanıyan birinden, beni gerçekten tanıdığını belli eden bir hediye almayalı bayağı oldu. Böyle ağzım aranmadan, kızlarda hiçbir zaman gereğinden fazla olamayacak kıyafet-ayakkabı-takı-toka gibi olmayan, peluş ihtiva etmeyen veya kullanışlı olsun diye alınmış olmayan alabildiğine kişisel bir şey... En son ne zamandı, hatırlamıyorum.

Hediye seçmek bir sanat. Çünkü hediye almayı gerçekten istediğiniz birinin söylediklerini can kulağıyla dinlemeniz; içine, hayatına girmeniz gerekir. Yüzünde görmek istediğiniz mutluluk ifadesini ne yaparak elde edebileceğinizi kendisi size söyleyecektir.

Afiyet olsun!

Erdoğan'a Bakteri yedirdiler!
18 Ocak 2010

Esma Sultan Yalısı'nda düzenlenen yemekte hijyen skandalı

Esma Sultan Yalısı'nda düzenlenen ve Başbakan Erdoğan'ın da katıldığı '6. Dünya Ailesi Zirvesi' akşam yemeğinde hijyen skandalı yaşandı. 5 Aralık 2009 tarihinde yaşanan skandal, Beşiktaş Kaymakamlığı'nın savcılığa suç duyurusunda bulunmasıyla ortaya çıktı. Başbakanlık korumalarının rutin tarama için laboratuvara gönderdiği yemek örneklerinden humus, çerkez tavuğu ve bademli pilavda yüksek oranda "Koli Basili" ve "Staph.aureus" bakterisi saptandı. Skandal rapor üzerine Beşiktaş Kaymakamı Sadettin Yücel İstanbul Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusu yaptı.

Yorum başlıkta; o kadar.
Özellikle tırt bir link veriyorum; haber kalitesi ile skandalın duyurulan boyutu ters orantılıdır:
http://www.haberform.com/haber/basbakanin-yemeginde-bakteri-basbakanin-yemegi-erdogana-bakteri-yedirdiler-esma--42057.htm

Biraz da gülelim: Southpark

Zamanınız var mı? Youtube açın; ve aşağıdaki sırayla izleyin...

"Chocolate Rain" için
http://www.youtube.com/watch?v=EwTZ2xpQwpA

Numa Numa için:
http://www.youtube.com/watch?v=KmtzQCSh6xk&feature=related

Beyin yakan bakış için:
http://www.youtube.com/watch?v=y8Kyi0WNg40&feature=related

Afro Ninja için:
http://www.youtube.com/watch?v=BEtIoGQxqQs&NR=1

"Cute Sneezing Panda" için:
http://www.youtube.com/watch?v=FzRH3iTQPrk&feature=related

"Leave Britney Alone" kişisi için:
http://www.youtube.com/watch?v=kHmvkRoEowc&feature=related

Tron Guy için:
http://www.youtube.com/watch?v=3609OtM138c

"I want it that way"in değişik bir yorumu için:
http://www.youtube.com/watch?v=D2BZwwgKF2s&feature=related

Star Wars çocuğu için:
http://www.youtube.com/watch?v=HPPj6viIBmU

Sinir bozan bebek için :)
http://www.youtube.com/watch?v=5P6UU6m3cqk&feature=related

Southpark'ı neden sevdiğimizi hatırlamak için:
http://www.southparkstudios.com/clips/165195
>
Bunun konumuzla alakası yok ama, hadi izleyiverin - yediğimin İngiliz aksanı ve dünyanın en komik bebeği için:
http://www.youtube.com/watch?v=_OBlgSz8sSM

"Hakimiyet"

Geçtiğimiz yıl bu günlerde bir haftaiçi gecesi saat 01:30'da
dışarıda olduğum için
/hesap vereceğim,
//yalan söyleyeceğim,
///kendimi suçlu hissedeceğim
iki kişi vardı.

Bu yıl, bu gün, ikisi de yok.

Bir de...
Geçtiğimiz yıl bu günlerde bir haftaiçi gecesi saat 01:30'da
uğruna dışarıda olmayı isteyeceğim
daha az
adam olurdu.

***

2009 benim yılım, diyorum.
İnanmıyor musunuz?

"21 Ocak'ta ne olmuştu?" (Year 0)
Yeni Şahin5

Bang Bang, He Shot Me Down

Ağrı'nın Doğubayazıt İlçesi'ne bağlı Somkaya Köyü'nde yaşayan ilköğretim okulu 5. sınıf öğrencisi Meryem Sökmen adlı kız çocuğu, 7 Ocak'ta okula gitti. İddiaya göre öğretmen R.Ç., Meryem'i 4. derste bir arkadaşına ''Seni seviyorum'' yazılı bir not verirken gördü. Bunun üzerine Meryem, diğer derslere girmeyerek eve gitti. Öğretmen R.Ç. ise iddiaya göre ''Sınıfta dedikodu çıkmaması için'', notu Meryem'in koruculuk yapan babasına gösterdi.

Olayın ardından ertesi gün okula gitmeyen Meryem, evde annesiyle birlikte bulunduğu sırada misafir odasına girdi ve iddiaya göre babasına ait otomatik Kalaşnikof tüfeği alıp başına dayayarak tetiğe dokundu. Meryem'in alnından giren 3 kurşun başını parçaladı. (...)

4'ü kız 8 çocuk babası korucu Muzaffer Sökmen'in ''Necla'' ismindeki kızının da, 1997 yılında kendisini asarak yaşamına son verdiği iddia edildi. Muzaffer Sökmen, "(...) Eğer kızım sevdiği birisi olduğunu söyleseydi, ben onunla evlendirirdim" dedi.

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=201437&cat=200&dt=2010/01/18

Zerre kadar inanmıyorum bunun intihar olduğuna, ama öyle bile olsa, buna intihar denemez bence. Abla Necla'nınkine denemeyeceği gibi.

Ve şunu düşündüm dün bu haberi izlerken: Ne kadar suya sabuna dokunmayan bir çocukluk geçirmişiz, ne şanslıymışız ki kalaşnikof bizim için "4'ün 1'i" olmaktan öteye geçmemiş, ve istediğimizi istediğimiz gibi, istediğimiz kadar sevmişiz. (Babamıza da sırf utandığımız, çekindiğimiz için söylememişiz. Öldürülme korkusuyla değil.)

Erdem "bang!" Ersagun "bang!" Aziz "bang!" Mert "bang!" Erhan "bang!" Arda "bang!" Cihan "bang!" ve tertemizce "seni seviyorum" dediğimiz daha onlarca adam... "bang!" "bang!" "bang!"

Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesinde.

naçizane (on dört): Yazık...

Bir yıl önce ayrıldığı eski erkek arkadaşı insanı 1-2 kelimeyle güldürebildiğinde insan gerçekten "yazık" diyor kendi kendine.

Yazık da, napıcan işte...

Gerçek, Yalan ve Garnitürlerimiz - güncelleme

Aralık sonunda bu yazıyı yazdım aslında ben (tıklayınız). Gönül isterdi ki bir zamanlar önemsediğim insanları birden bire (onların yapabildiği gibi) önemsememeye başlayabileyim ve bu saçmalıkları 2010'a taşımayabileyim.

"Nereye gidersen git kendinden kaçamazsın" diye bir şey var ya, doğru o. Kendimi bırak, bu adamları da yanımda taşıyorum. Yeni evlenenlerin arabasının arkasına teneke kutu bağlarlar ya kolpa romantik komedilerde, arkama bu kuru gürültüyü bağlamışım, tangır tungur ilerliyorum ben de o hesap. Ben mi keseceğim bunların ipini, onlar kendileri mi zamanla eriyip yok olacaklar, bilmiyorum ama tenekenin doğada geri dönüşüm süresi de uzun be abi!

Yani bu adımı hatırlamayan kadıncağızdan sonra, ekürilerinden sevimli bir tanesi daha çıktı karşıma, şöyle yazıyodu yanında: "Çok ortak arkadaşınız var, listenize ekleseniz mi acaba?" Yeni arkadaş olmadık ki; ne zaman silmişim ki ekleyeceğim? Ama o silmeler tek taraflı oluyor (ilişkinin başlangıcı karşılıklı, bitişi tek taraflı olabildiği gibi, aynı)

Şimdi birileri eminim diyecek ki "işte facebook abi, üff bissürü görmek istemediğin veya seni görmek istemeyen adamla karşılaşıp canını sıktığın yer". Bu tartışmaya, sırf bu zımbırtının bana yararı zararından çok daha fazla olageldiği için girmeyeceğim. Ama arada bir can sıktığı bir gerçek. Neyse.

Yani sırf olay facebook olsa kapat kurtul. Ama orda burda karşına çıkıyor adamlar. Ve insanların yüz çevirme şekilleri çok komik, gerçekten! Geçenlerde farazi bir tartışma yaşadım kafamda ve aynen şunları söylerken buldum kendimi:

"En azından ben, sana verdiğim değer sebebiyle bir şey mi var, bir sorun mu var, konuşalım, diyecek; hem de birkaç kez diyecek kadar dürüst oldum sana karşı. Buna karşılık hem inatla yok bir şey cevabını aldım, hem de görmezden gelindim, dimi?

Aslında bunun gelişini görmek gerekirdi: Ayrıldılar diye sevgilisine etrafındaki herkesin yüz çevirmesine alkış tutan adam, yarın öbür gün iyi arkadaşlarından biri de sevgilisinden ayrıldığında tabi ki kraldan çok kralcı olacaktı.

İsterdim ki bana ben sana şu yüzden kızdım ve seni görmek istemiyorum, diyebilesin. Bunu demenin bile bir ağırlığı olurdu. Ama eğer bana kızıyorsan bile bilmen gerek ki, umurumda değil. Senin bana selam vermiyor olman değil, bana kızman umurumda değil; çünkü bu büyük bir ikiyüzlülük.

Senin "herkes mutlu olduğu şekilde yaşasın çünkü hayat çok kısa"cılığın, mutluluk demokratlığın sadece ona buna hava atmak için profilinde yazan üç-beş satırdan ibaret. Ve sadece senin için geçerli.

Kusura bakmazsan ben de, sadece kendisi için geçerli prensipleri olan bir adamdan, üstelik hayatında dikiş tutturamamış bir adamdan ilişki konusunda icazet alacak değilim."

Belki bunları yüzüne söyleme fırsatı elde ettiğim zaman, o iplerden birini kesmiş ve büyükçe bir tıngırtıyı geride bırakmış olacağım.


AVATAR

Bazı filmler vardır ki, izleyince sinemaya daha da gidesiniz gelmez. Soğursunuz.
Bazı filmlerin hemen ardından yeni bir filme giresiniz gelir, öyle güzeldir.
Bazısının ardından da uzunca bir süre sinemaya gitmemeniz gerekir; izlenecek olan filme yazık etmemek için... Büyük harf sevmem ama mecburen büyük yazdım; Avatar yazsam olmuyor, avatar hiç olmuyor: AVATAR bu film, hatta AVATAR!

İşte Avatar böyle bir film.

<<<And hey, I've looked all my life for you, Now you're here Parlement sinema kulübü ile spoiler başlıyor And hey, I'll spend all my life with you, All my life>>>

Ortaokuldaydım sanırım, bir resim yapmıştım böyle, bir orman manzarası. Hiçbir özelliği yoktu; ağaçlar, bir salıncak, çayır, çimen, kuş filan işte. Ama renkliydi; ağaçlarım mor, salıncağım yeşil, çayır çimenim kırmızı, kuşum gökkuşağı gibiydi. Yaptığım yapacağım sıradışı resim oydu işte, sonra sayısalcı oldum. Neyse ne, o resmim aklıma geldi Avatar'ı izlerken.

It is decided. My daughter will teach you our ways. Learn well, "Jakesully", and we will see if your insanity can be cured.
Sıkı durun, filmi izlerken hortlayan şahane bir klişe geliyor: Gerçekten de, asıl insane olan bizim yaşadığımız hayat değil mi? Bir derin nefes almaya fırsat bulamadan -ya da nadiren bularak- koştur dur. Gerçekten işe yarayan, ruha yarayan bir şey yapma sıklığımız ne ki? Biri de alıp bizi iyileştirse keşke...

Bir de filmi beğenmeyenler var, "gene bi Pocahontas"mış, "Kurtlarla Dans"mış, "tamam efektler OK de senaryo inanılmaz tırt"mış, falan...

Şimdi herkesin fikri kendine tabi, beğenmeyen beğenmesin. Yalnız özellikle son zamanlarda çok net fark ettiğim bir şey var. Ben ki, çok bariz filmleri izlememiş ve bu sebepten dolayı utanan bir insan olarak konuşuyorum burda (Gerçi hiç izlemediğim filmleri izlemiş gibi hakkında konuşurum, yersiniz. Sadece film de değil, bir gün bir beşiktaş-fener maçının özetini izleyip son golün nasıl da ofsayt olduğu hakkında üç farklı insan grubuyla muhabbet etmişliğim vardır. Her iki takımı da tutmuyorum, hayır. Bulunduğum yerde çoğu kez olduğu gibi maç izleniyordu, ne yapayım). Sonuçta inanılmaz bir film kafasına sahip olmayabilirim ama gördüğüm şeyden etkilenip etkilenmemem belirler benim imdb notumu. Hem, benim gibi seyirci de lazım değil mi bu dünyaya?

Fark ettiğim şey şu: Artık milyarlarca film yapıldı ve anlatacak hikaye kalmadı arkadaşım. Benim bir filme iyi demem için, bana hiç duymadığım bir hikayeyi hiç duymadığım bir şekilde anlatması gerekmiyor. Bunu beklemek safdillik olur. O yüzden beğeniyi "ne"ye değil, "nasıl"a ayarlamak lazım sanki. Daha mutlu olun diye söylüyorum, yoksa bana ne :)

Mesela Avatar'ı izlerken isteyerek veya istemeyerek neler geldi aklıma? Pocahontas, öykü itibariyle Allah'ın emri. İlla film mi lazım; yine öykü itibariyle Irak savaşı ("senin istediğin şeyin üzerinde oturan insanlar varsa onları ordan kaldırırsın" kafası - artık sana sana sana muhtacım petrol?). Erkek vardır, kız vardır, biri ok atarken diğeri fazla yaklaşırsa illa ki bi kıvılcım olur: Merhaba Kevin Costner'lı Robin Hood! Balta girmemiş ormanda yağmur altında kalırsanız yapraklarda biriken suyu gönül rahatlığıyla içiniz, değil mi First Knight'tan Richard Gere? (ve hala yapmadıysanız da içiniz ha gerçekten, güzel bir su ve güzel bir his bu) Herkesin seçtiği ve kendisini seçen bir Ikran mı var? Ejderhalı versiyonu için bakınız: Eragon. Ve tabi ki, Matrix var ama neyse ki 2154'te Pandora'da en yakın telefon kulübesine koşmak yerine, uykuya dalmak yeterli...

Bugün ikinci kez; ilk kez izliyormuşum gibi izledim filmi. Çift dikişten bana çağrışanlar bunlardı. Ve isterse yüz farklı filme benzesin, Avatar süperdi. Ben filmi yıllardır bekleyenlerden biri değildim ama beklesem olurmuş yani. Aç bak, tekrar aç bak, hikayeyi bırak, arkaplanı izle. İçinde yaşa; gir Pandora'nun kutusuna, üstünden kilitlesinler, ne olur? Ah, ne güzel olur...

Cennet böyle bir şey mi diye düşündüm filmi izlerken; umarım değildir, yoksa çok şey kaçıracağım...
Everything is backwards now, like out there is the true world, and in here is the dream.
Keşke gerçek dünya böyle olsa, dememek için kendimi zor tutuyorum ama şu yorumu yapan dostumun hakkı var [aynen aktarıyorum afedersiniz]: "Neyse ki böyle bi yer Dünya'da yok, yoksa biz onu da sikip atardık." Evet.

<<<And hey, I've looked all my life for you, Now you're here Parlement sinema kulübü ile spoiler bitti And hey, I'll spend all my life with you, All my life>>>

Bu arada söylemezsem içimde kalır: Hani bi yüz kremi reklamı var ya saçmasapan, şey diyo "Eğer 50 yaşında böyle görüneceksem, yaşlanmak için sabırsızlanıyorum" filan, cevaben "ne sabırsızlanıcam lan!" dedirten, belli-ki-erkek-reklamcı filmi... İnsan yaşlanmak için niye sabırsızlansın tabi de, bir umut bir keşke işte: o yaşta Sigourney Weaver kadar çekici ve zinde olabilsem, üstüne hayattan isteyebilecek çok az şeyim olurdu :)

Whatever happens tonight, either way, I'm not going to be coming back to this place. Well, I guess I better go. I don't wanna be late for my own party. It's my birthday, after all. This is Jake Sully signing off.

Closure

"Ross. Hi. It's Rachel. I'm just calling to say that, um, everything's fine. And I'm really happy for you and your cat. Who, by the way, I think you should name Michael. And, you know, you see there, I'm thinkin' of names; so obviously I am over you. I am over you. And that my friend, is what they call closure."

I would have e-mailed any other person and I do, I frequently do. He did not reply me, as usual - and, as expected. I expected that. Otherwise, it would be a surprise.

Last night, I was too aware of the fact that I am alone. I am alone, and not quite happy about it. Not sad about him not being there, either. I was even a bit relieved.

I am now at the point where the sadness is caused by the thought rather than the feeling. I find myself thinking how and why he does not want me rather than feeling sorry that he does not.

It's not something to cry over anymore; and it will pass when I punch something and feel great.
It
will
pass
.

This, my friend, is what I call my closure.

And I am now ready :)

Cenabet

Cenabet'in, Büyük Türkçe sözlüklere giresi bir açıklamasını yapmak istiyorum ve istirham ediyorum, ciddiye alınıp TDK tarafından incelensin.

Buyrun:

Cenabet Ar. cen¥bet
sf. Uyruğunun gösterdiği yerde yaşamak istemesine rağmen, ülkesinde yapılamayacak tek mesleği seçmiş; bunu takiben yine yapılmaması için ölümüne uğraşılan tek iş dalına kapağı atmış kişi ("Havanda su dövüyorsun ulan cenabet, git editör ol bari, ne bileyim!" - Anonim)

yeni yıl dileği

Yeni yıldan tek bir dileğim var:
ZAMAN

Birazcık zaman istiyorum. Yavaş yavaş bi çeşmeye yürümeyeceğim hayır; ama söz veriyorum, yemin ediyorum zamanım olsun, uyumayacağım, güzel bir şey yapacağım. Kitap okuyacağım mesela ama görev gibi değil, sindire sindire... Hiç dinlemediğim bir müziği dinleyeceğim, hem de başka bir işe katık etmeden. Ne bileyim, tek işim peteklerde oturmak olacak, o kadar özledim ki...

Yazacağım, yanımda taşıdığım defteri ve aklımı doldurduğum bir sürü şey var (daha Amsterdam'ı bile yazamadım, sıkıntılı oluyor diye erteleyip duruyorum ama yuh yani!). Biraz daha gönüllü olacağım, işe yarar bir şeyler yapacağım belki. Yemek yapacağım yahu, kapımı kapatıp yemek yapacağım - çok da bilirim ya! Öğreneceğim, diyelim. Ertesi gün yapmam gereken işleri düşünmeden dans edeceğim.

Manyak gibi değil, insan gibi çalışacağım ve ofisten son çıkan olmayacağım, çok sıkıldım çünkü.

(12 Ocak 2010, Gayrettepe)

Bay Kedisever Parka

Önyargılı olmayı iyi beceren bir insanımdır ama malayla kazıyarak da olsa söken sökmüştür benim kafamdaki yaftalarını. İlla ki kazımaya uğraşmaları da gerekmez yani; çoğunlukla kendiliğinden olur bu. Bir hareket, bir söz, bir düşünce, jest, mimik hatta, yetmiştir çoğu kez.

Ama gördüğüm ilk andan itibaren pek ısınamadığım insanlar var. Hiç sevmemekle, nötr olmak arasında gidip gelmişimdir tabi ama pozitife pek geçebildiğimi söyleyemiyorum. Bay Kedisever Parka da bunlardan biri. Bugün bana onu neden pek tutmadığımı hatırlatacak şahane bir hareket yaparak, hortladı hayatımda; şöyle 4-5 yıl öncesine uzandım bi, bi kulübe gittim geldim, ders çalışmaya çalışırken bana "yav töbe estağfurullah" çektiren şeyleri, benim karıştırmadığım tutanakları karıştıran elleri, "burası seneye boku yer"leri hatırladım bir bir. Hoşuma gitmedi, yine gitmedi. Ama artık önemli değil; çünkü dünyayı kurtarmadığımızı anlayacak kadar zaman geçti üstünden ve önemli olanları zaten hayatımda tutuyorum.

Neyse ne, bugün olağan bir şekilde bir araya gelindi, naber-nasılsın-iyilik-nolsun ritüeli, üç-beş kişisel olmayan konuşma, sonunda olağan bir fikir ayrılığı (gerçekten olağan) ve ben: "Ama niye öyle diyorsun, biz de yaptık bu işi zamanında" ve çat! "Hıhh, ben püriten bir insanım, ben karar veriyor olsaydım kesinlikle yapamazdınız".

Bunu böyle inanılmaz bir özgüvenle söyleyen Bay Kedisever Parka'ya karşı, işe yarasa da yaramasa da hep yaptığım gibi cevap vermekten geri kalmadım tabi ki: "Belki farkında değilsin Bay Kedisever Parka ama hepimizin üyeliğinde referans olarak senin adın yazıyor". Galiba bu gerçeği yüzüne vurarak kızdırdım sayın Bay Kedisever Parka'yı ki ortaokulsal bir alınganlıkla "Tamam, hepsi benim suçum!" dedi :)

Çok ego, üstelik karşısındaki insana "üff, sen kimsin peki?!" dedirttirecek ego iyi değil bünyelere. Kişinin kendi bünyesine de, karşısındakinin bünyesine de.

Ama belki de hata, o egoyu şişirenlerde; ki o pompalardan birkaçını tanıyor ve seviyorum ve neyse ki, aslında hepsinin somut bir sebebi olduğunu biliyorum. Olmayınca, o işin yürümediğini de...

(11 Ocak 2010, Rumelihisarüstü)

Tam Gün Yasası ve bir 'keşke'

ANKARA (A.A) - 11.01.2010 - Yeşim Sert Karaaslan - TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Cevdet Erdöl, "Tam Gün" olarak bilinen tasarının yasalaşması durumunda mesai sonrasında çalıştığında üniversitede görev yapan bir öğretim üyesinin aylık gelirinin 17 bin lira olacağını söyledi.

Bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim ama, al sana bir keşke sevgili blog:
Keşke "genetik yazacağına bari Tıp yaz" dediğinde babamı dinleseymişim!

Pause - PLAY!

Biliyorum burda olduğunu ama karşılaşmamızı geciktirmek istiyor içim...

_ Bak burda kim var?

Üff, kimse bilmiyor mu bu adamın benden uzak durduğunu aylardır. Bu erkeklerin birbirine bir şey anlatmama huyu da hasta ediyor adamı. Anlatsalar böyle garip, uygunsuz durumlar olmaz halbuki (bu arada "awkward" için iyi bir karşılık bulmalı, böyle olmuyor)

_ Naber abi?

Şaşırmış gibi yap, elini uzat, dönüp giderse havada kalan sadece elin olsun.

Bana baktı, elini uzatmadı. Elini uzatmadığında dönüp gidecek sandım, ama gitmedi. Onun yerine gülümsedi bana, "gel, gel" ve sarıldık. Sonra, adam gibi sarıldık, uzunca, sıkıca.

_ Özür dilerim.
_ Ben özür dilerim.
_ Affedebilecek misin beni?
_ Affedecek bir şey yok ki... Sen?

Çok zaman geçmiş aradan be abi, ama ben kestirip atamıyorum ki zaten, bana her şey dün gibi. Üstelik ben patavatsızlığım için özür dilemiştim daha önce. Düşüncelerim için özür dilemiyorum, çünkü onlar hala aynı.

_ Seni seviyorum.
_ Ben de seni seviyorum.

Ve biz barıştık. Tam sevdiğim gibi, istediğim gibi barıştık. O sevmediğim şehri daha az sevmiyorum artık; üstümden, kalbimden büyük bi yük kalktı, dünya varmış be! Demek ki daha oturulacak çok rakı sofralarımız olacakmış, yalan değilmiş onlar; ve demek ki devam etmişiz, çünkü devam etmeliymişiz.

Neyse ki, tam da sevdiğim, istediğim gibi barışabileceğim adamları sevmiş ve onlarla kavga etmişim :)

Eski, ama eskide kalmış gibi eski bir dostu görmekle ilgili bir yazı yazacağımı sanarken, mutlulukla ilgili bir yazı yazıyorum. Ne güzel...

(08-09 Ocak 2010, Etiler)

Record'08; kendi kendime

Hazırlık sınıfının sonunda bir konuşma yaptım ben; o topluluk önünde, kısa da olsa konuşmam gerekeceğini daha yeni öğrenmiş biri olarak neredeyse sahneye itildim, "hadi" dedi birileri, "adaylık konuşması yapacaksın, herkes yapıyor". Düşünmedim, düşünemedim. Çıktım sahneye, -üstümdeki kıyafeti bile hatırlıyorum- masaya dayandım, konuşmaya başladım. Bir süt Boğaziçili, ENSOlu ne der? "Beni seçin şöyle olur, böyle olur" falan... Yok kardeşim. Çat: "Bana Boğaziçi'ne aşık olacaksın dediklerinde; hadi ordan, demiştim. Sonra buraya geldim, kulübü gördüm, bu insanları gördüm, StepS'i gördüm, ve evet, ben aşık oldum."

Seçildim. 2 yıl, ENSO. 3 dergi. Think Big! Bir dolu anı, ailemden çok gördüğüm, hala görüştüğüm insanlar, arkadaşlarım, dostlarım. Az üzüntü, çok sevinç, çok sevgi, çok alkol, çok eğlence, çok çok çok her şey... (Gerçekten yazamıyorum; ENSO'mun burasında tükeniyorum ben)

Bitti...

Teselli, bölüm, başka arkadaşlar -daha doğrusu başka arkadaşları yakından tanıma fırsatı bulma-, değişik ilgi alanları, sabahlamalar, beraber ders çalışıp "yargılamalar", diğer kulüplere, diğer insanlara şöyle bir uzaktan bakıp, eskiden yapıştırdığım yaftaları teker teker (sevinçle) sökme, en önemlisi belki de, kafayı açma, vizyonu genişletme, neyse.

Sonra hayatla ilgili karar, iş-güç, yarı zamanın tüm avantajlarını kullanıp yine okulda maksimum zaman geçirme, demirler, manzara, petek... Giderayak, mentorluk - okulda kazık çakma sevdası, benim gibi aşık insan yetiştirme sevdası-. Sonunda, mezun olmadan yapılması gerekenler hakkında ahkam kesmeye hakkım olduğunu düşünmem ve bunu tabi ki StepS'te yayımlayacak olmam :)

Üniversiteden öğrendiğim en önemli şey: Üniversite lise gibi, üniversite arkadaşlıkları da lise arkadaşlıkları gibi olmaz, diyen kimse, halt etmiş. Benim okulum Boğaziçi Üniversitesi, hayatımın en güzel yılları da Eylül 2003 - Haziran 2008'dir. -di. Sanırım hep öyle kalacak.

Greenday'in Time of Your Life'ıdır benim Boğaziçi'ne ithaf ettiğim şarkı:

Another turning point, a fork stuck in the road
Time grabs you by the wrist, directs you where to go
So make the best of this test and don't ask why
It's not a question but a lesson learned in time

It's something unpredictable
But in the end it's right
I hope you had the time of your life

So take the photographs and still frames in your mind
Hang it on a shelf in good health and good time
Tattoos of memories and dead skin on trial
For what it's worth it was worth all the while

It's something unpredictable
But in the end it's right
I hope you had the time of your life

"Because I had the time of mine."

Bitti.

Dünya için küçük, bellatrix için büyük bi iç çekiş

Galiba bilerek ve isteyerek bugünü ofis dışında geçirdim ben, ne kadar isyan eder gibi görünsem de.

Güya yetişmeye çalıştığım ve uğruna ayakkabımı değiştirip dudağıma lütfen bi ruj sürdüğüm yere trafik yüzünden ulaşamadığımda, ufak da olsa bir rahatlama hissettim çünkü.

Döndüm, evin önünde oturdum biraz arabanın içinde. Sting çalıyordu, shape of my heart (o diil de bi "Maverick" vardı o nooldu?) ki ardından yapılan çeşitli cover'larına inat çok iyi şarkıdır... Ben öyle ışıkları, farları kapattım, oturdum. Hep şaşırmışımdır trafikte yola baktığı halde yeşilin yandığını fark etmeyecek kadar bir şeylere dalmış adamlara ama demek ki oluyormuş veya demek ki ben o dakikada iyi ki artık araba kullanmıyormuşum.

Artık istemedim o saatten sonra gitmeyi çünkü bugün öğle yemeği bile yememe müsaade etmeyen yoğunluğun yorgunluğundan sonra kafam elvermeyecekti birilerine gülümsemeye. Hele de bugün, açıksözlülüğümden ve pazarlama beyniyle düşünmeyişimden ötürü ufak bir fırça yemişken - ki bu da hırsızlık yaparken yakalandığım zamanki kadar kaynar sular döktürdü başımdan ama aslında alışmam ve unutmam lazım biliyorum (gel gör ki kadınlar affeder ama asla unutmaz)-. Hem içim de elvermeyecekti; o orada olan ben yokmuşum gibi, ben de içimde olan o yokmuş gibi davranacaktım. İstemiyorum artık böyle şeyler. Artık bunu yazmak da istemiyorum ama başka çarem yok.

Neredeyse burdan memnunum bir yere gitmeyelim, bile diyeceğim.

Aslında tek istediğim yatıp uyumak. Ama işim var. Ev işi de var. Daha kötüsü, kafam dolu; sitsen uyuyamam (sittin sene, gibi) ki hale bak, ev işini dahi bahane edecek kadar doluymuş kafam.

Patrick olmak istiyorum bir günlüğüne, tüm gün oturup hiçbir şey yapmayıp -ama mutlak bir hiçbir şey olacak bu- gün sonunda, gerçek hayatta bir türlü bitmeyen To Do listemi çıkarıp karalamak istiyorum üzerini:
İnsanların ne kadar mutlu, huzurlu, aşık, kalbi boş, iyi hoş olduğunu görmek veya bunlar hakkında yazdıklarını okumak da istemiyorum; o yüzden aslında çoğunlukla severek okuyageldiğim bir blogun sahibinin takriben bir yıl bir şey yazmayacağını gördüğümde sevindim bile biraz. Belki de ahım tutmuştur. Çünkü en yalnız halimde bana yımış yımış bir aşkısı yazısı okuttu ve beni sinir etti. Halbuki belli ki benim mızmızlanmaya hakkım olduğu kadar, insanların da mutluluk saçmaya hakkı var. Evet biliyorum bunu, kendimi o kadar sık akla ve mantığa çağırıyorum ki bilmemem mümkün mü?

Azcık salak olsaydım keşke. Azcık değil çok salağım tabi ki ama öyle değil; azcık kendini bilmez olsaydım keşke, bu kadar deşmeseydim, didiklemeseydim, düşünmeseydim, "mihi!" deyip sevinseydim ve tüm gün yüzümde bir gülücükle dolaşabilseydim, ufak şeylerden bu kadar mutlu olmaya devam edip ufak şeylerden bu kadar mutsuz olmaktan vazgeçseydim, teyzemin bıyığı olsaydı o da dayım olsaydı (hep bir dayının eksikliğini çektim, mesela) ama artık bıyık moda değil pek. İddia ediyorum; Polat Alemdar, Behlül veya şu aralar en çok Ezel bıyık bıraksa, yemin ediyorum bıyık moda olur tekrar. Onlar bıyıksız diye Permatik kazanıyor habire. Permatik de kaldı mı bilmiyorum ki :)

Keşke şu an konuşuyor olsaydım. Daha çok uzatasım var.

Uff, havaya bak.
Tam kırmızı şarap havası.

osilasyon

şimdi çok mutlusun böyle tamam mı, inanılmaz mutlusun, içinden ışık çıkıyor resmen -resmen, noterli moterli-, ferhatgöçerartıksussun!un iddia ettiğinin aksine saat gece üçü bulmuş, aslında hiçbir şey yapmıyorsun ama yatmıyorsun da çünkü çok üzgünken ve çok mutluyken uyuyamaz insan

sonra sana dar geliyor mutluluk böyle açıp birisine "ya ben çok mutluyum ihimihi" diye gülmek geliyor içinden, birini uyandır ama hiç "üf" demesin hatta uyandırıldığına sevinsin, çünkü ona da sıçrayacak senin mutluluğun (sıçrayacak kadar yakın o sana)

sonra arayacak kimsen olmadığı için üzülüyorsun biraz, birazcık
ve artık uyuyabiliyorsun

işte bu, sadece bu
acil durum kişisi bu
yoksa ben deli miyim, başıma dert arıycam...

Bi de şu var ki bi yerlerde buldum; bu da bi nevi osilasyon (bu resmin adını demekkibibendeğilimlanneyse koydum)
Evet bunu da istiyorum, evet. Dilek tuttum, attım havaya, istop!

Bir Yere Varmayan Masal

Gelin bakalım kuzucuklarım, size bir masal anlatayım şimdi. Toplanın toplanın; Özgüüüüür, Eriiiiiinç, Moriiiiis (Ne var, olamaz mı? Artık devir değişti :)), Erguuun, Yasemiiiin, Aslıııı, gelin gelin, oturun bakayım... Dinlediyseniz de bu hikayeyi daha önce, yine de uslu durun, arkadaşlarınızı rahatsız etmeyin...

Bir varmış, bir yokmuş; bir an varın, diğer an yok olduğuna dair bir hikaye varmış. Develer tellal, pireler berber iken, armatör büyükdede çocuklarını tıngır mıngır eyler iken...

Üç kardeş yaşarmış adanın birinde; Lütfiye, Veysi ve Zeyyat. Bu üç kardeş de, babaları tarafından istedikleri yerlerde ve istemedikleri kadar çok okutulmuş. Üç kardeş diyoruz ama, frankofon abla Lütfiye'nin bu hikayedeki rolü aynı tarihte olduğu gibi, yazarın babasını doğurmaktan ibaret olduğundan, onu saymayalım şimdilik. Zeyyat ile Veysi, biri avukat asıllı yazar/çevirmen, biri mimar asıllı mimar; gençliklerini kendi ayakları üzerinde durma ihtiyacı hissetmeden geçiren iki yakın kardeşmiş. Dikkatli dinliyorsanız yukarıdaki armatör sözcüğünü yakalamışsınızdır, değil mi? Neler mi yapmışlar? Heybeli'de bol bol mehtaba çıkmışlar, kızları peşlerinden koşturmuşlar, hem zengin hem yakışıklı olmanın tüm imkanlarını kullanmışlar kısacası.

Teyzekızlarından biri, Zeyyat'la Veysi'nin annesini, yani büyükbüyükanneyi ziyarete gelmiş bir gün. Beş parmağın beşi, geniş bir ailenin de her çekirdeği aynı olmadığından, durumları çok iyi değilmiş bu teyzekızı ailesinin. Onun da üç oğlu varmış, Nevzat, Ertuğrul ve Erol; elleri iş tutan ama kendilerine yeteceğini düşündükleri kadar okumuş, ah bi sermayemiz olsa da bir iş kursak, diyen... Teyzekızı demiş ki büyükbüyükanneye:
_ Sizde para var, bizde de çalışacak çocuk. Bizimkiler ister ki, "ortaya bir para koyalım da bir otobüs alalım; birimiz çığırtkan olur ikimiz de şöför, geçinip gideriz. Bu arada size de kardan pay veririz".

Şimdilerde kar ortaklığı denen bu hadiseye sıcak bakmış büyükbüyükanne, demiş ki "Olur aslında, ama benim de oğullarım takip etsin bu işi. Tamam, şöförlük yapmasınlar ama yardım etsinler, gelene gidene baksınlar, sonra da paylaşılsın para bir şekilde güzelce, herkese yettiğince".

Zeyyat ile Veysi ve Nevzat ile Ertuğrul ile Erol, ortak olmuşlar böylece. Bir otobüs alınmış, otogara (Kadıköy olacak) yerleştirilmiş, kısa mesafelere gidip gelmiş Nevzat ile Ertuğrul uzun süre, İzmir, Karamürsel, vesaire... Erol da otogarda çığırtkanlık yapıp yolcu toplamakta... Böylece, para akmaya başlamış yavaş yavaş; artık kendi ailelerini çekip çevirir hale gelmiş iki kardeş ve bir tane daha otobüs alalım, gerekirse şöför de tutalım vardiyalı , işi büyütelim, demişler.

Ancaaaak, bu hikayede Allah'ın hakkı şimdilik birmiş, o ikinci otobüs hiç uğurlu gelmemiş bu üç kardeşe. Sürekli bir sorun çıkarmış, bakım istemiş; aksırmış, tıksırmış, yolda kalmış. Bu arızalar otobüsten değil de, kardeşlerin artık işlerine ortak istemeyişinden kaynaklanıyor da olabilirmiş; ama günahlarını almıyoruz tabi çocuklar...

Neyse, hal böyle olunca ilk otobüsten gelen karın çoğu ikinci otobüse gitmeye, işler de aksamaya başlamış. Gelmesi, gitmesi, ruhsatı, ayak işleri derken; artık ne bu işlerin ucundan tutmak, ne de bu dertlere ortak olmak istemediklerine karar vermişler Zeyyat ile Veysi. Bir hal çaresi düşünmek üzere bir araya gelmişler kuzenleriyle. "Galiba olmuyor" demişler, "biz çıkalım bu işten; siz bize payımızı verin de". Kuzenleri de kabul, demiş, yavaş yavaş verelim. Ama biz de bu otobüsü sattık, yenisini aldık; borca girdik biraz ama neyse, bir şekilde çıkarız yüze.

Sonunda, paralar alınmış, hisseler verilmiş, ortaklık bitmiiiiş...

Bir süre sonra Nevzat demiş ki, yahu biz üç kardeş, bir de bizimle çalışan şöförler, oturacak bir yer lazım bize. Hem insanlar onları tanısın bilsin istemişler artık, bilet satalım, öyle hep çığırtkanlıkla olmaz ya! Bir oda ofiscik tutmuşlar kendilerine, amma velakin tabela asmak lazım ya oturulan her yere; insanlar bilsin istiyorsa adını da koymak lazım işin, ne yazsak, ne koysak? İsimler değişik değil, soyad desen Pekuysal, çok zor canım, kimse hatırlamaz bunları. Hem şirket olduk artık, şirket adı da olmaz bunlardan.

Kalemleri ve kelamları kendilerinden kuvvetlidir diye düşünmüş olacaklar, kuzenlerine sormuşlar laf arasında bir gün, ne koysak biz bu şirketin adını? Düşünüp taşınmış iki kardeş; sonunda Veysi demiş ki:
_ Bizim olmadı sizin olsun, kazancınız da bol olsun. Şirketin isimbabası bari ben olayım, ismi hem akılda kalsın, hem de güven versin: "Varan" olsun.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine... Çıkalım, bakalım yukarıdan o büyükdayıların veliahtı olmadığı otobüs şirketlerine; dedelerin almadıkları evlere, satmadıkları başka evlere, elden çıkardıkları kuyruklu piyanolara; daha geri gidip padişahların bol keseden dağıttığı tarihi eserlere, filan... Dimi çocuklar?

Siz siz olun, akıllı olun çocuklar.

(Zamansız, Yoncaköy-İstanbul)


Yazarın Notu:
1- Hikaye tamamen doğrudur; diyaloglar çoğunlukla. Varan Susurluk tesislerine giderseniz, geçtiğiniz altgeçidin ismine dikkat edin.
2- Çok garip bi adam oldum. Aslında olmuşa tam uyarak yazmak için gazeteci misali not bile almıştım bu hikayeyi Adoş'tan dinlerken; ama sonra öğrenci misali unuttum nereye yazdığımı (kesin saklıyorumdur da, arşivlerimi -karmançormandolabım- karıştırmam lazım. Neyse, geri dönüp tümünü asıllaştırırım.
Yaparım, bilirsiniz.)

naçizane (on üç)

Bir yemin etmek ki dönememek istiyorum:

Eğer bir gün bu zalim dünyaya bir çocuk getirmeye karar verirsem, tabi ki bunu benim kadar düşünüp taşınmış bir insandan...

O zaman ilk düşüneceğim şey, o çocuğu yetiştirmemin maddi olarak mümkün olup olmayışı, kreşi-ilkokulu, odasının rengi, eşim ölürse veya ben ölürsem onu kimin yetiştireceği olmayacak.

Hayatımın geri kalanını da o zamana dek olduğu gibi sanki çocuğum yokmuşçasına; yani geleceğimi, yaşlılığımı onun üzerine odaklamayarak ve o bana bakmak zorundaymışçasına sürekli bir beklenti içinde bulunmadan geçireceğime emin olacağım. Bunun için yemin etmek istiyorum.

Çocuk yapma kararı, azıcık da olsa bencilce verilmiş bir karar olamaz, olmamalı. Karşısındaki insandan, her insandan olduğu kadar saygı-sevgi beklemek herkesin hakkı, buraya kadar tamam. Ancak, meydana getirilmesine katkıda bulunduğu insan, kendi ayakları üzerinde durabilecekken; dahası, kendi kanatları ile uçabilecekken onu engellemek? Hatta, uçmaya başladı diye kızmak ve misilleme yapmak ve "al o zaman" diye bağlamaya çalışmak onu başka yollarla?

Yanlış, çok yanlış.

Anne olursam anlar mıyım? Peki, o zaman tekrar konuşalım.

Siz siz olun,
kendi ayaklarınız üzerinde durduğunuzdan
ve
duracağınızdan emin olmadan,
kendi ayakları üzerinde durmasını bekleyeceğiniz bir insan
meydana getirmeyin.
Kendi mutluluğunu bulmasına hazır ve razı olun.

Sizden uzak olsa bile.

(03 Ocak 2010, Maçka)



"En iyi blog yazarı"ndan :)

Yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş ya, ben yeni yıla bayağı mutlu girdim. 2010 benim yılım olmayacak bence; çünkü 2009 benim yılımdı :) İki kez üstüste denk geleceğini sanmıyorum, hakkım saklı kalsın. Ama çok mutlu olacağıma inancım sonsuz.

Beni gördüğünde ikidir "tanıdığım en iyi blog yazarı, naber?" diyen ve beni inanılmaz mutlu eden bir adam var. Söylediğinin gerçek olması gerekmiyor ki; ama bana devam et, diyor ve ittiriyor beni. Bu inanılmaz bir güç.

Bu adam aslında ilk tanıştığımda sevmemem gerektiği için gözüme girmeyen bir adamdı; ikimiz karşıt kulüplerdeydik, ortada birebir olmasa da bir rekabet vardı, beraber de çalıştık gerektiğinde ama iş dergiye gelince ben illa ki "üff şu dergiyi çıkarmadan bi otur editle allasen" demişimdir; eminim o da demiştir. O zaman gördüğüm ama kabul etmediğim şeyi şimdi kendisine de söyleyebiliyorum: Kendisinin zamanında başladı o dergi kendini kurtarmaya (bunu üzülerek ekleyeceğim ki, fazla bile kaliteli oldu sonraları). Sonuçta, bu işlerden anladığına her daim güvendiğim bir adam olması ettiği lafın değerini katlayarak arttırıyor.

Bizim ilişkimiz aramızdan kulüpler çekilip başka insanlar girince, kendi deyimimle "yaftalarımı sökünce" güzelleşti. Kendime yazdığım yıllık yazısının bu bölümü, özellikle bu adam düşünülerek yazılmıştır. Onu da kopyaladım buraya.

Bu adamın bana bir gece sorduğu soru neydik-ne olduk'u özetler aslında:
"Bellatrix, bundan üç yıl önce sana deselerdi ki benimle alternatif çimlerde takılacaksın, inanır mıydın?"

İnanmazdım. Ama inanılması güç şeyler kolayca kabul ettiklerimizden daha güzel olabiliyor.

(01 Ocak 2010)
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!