Viyana’ya gidemezsem üzülmem dedim ama
(dedim valla), kazın ayağı öyle değilmiş!
Özel olarak Viyana’ya ve şimdi gitmediğime üzülmeyebilirdim ama, hem araştırıcılarımla bu kadar zaman geçiremediğime veya onların aralarındaki esprilere dahil olamadığıma; hem de Viyana sokaklarını tek başıma dilediğim gibi arşınlayamadığıma çok üzülürdüm.
İş için gittik, malum (tabi blogu takip edenlere malum). Toplantının ilk gününden ilk hatırladığım, isim vererek afişe etmek istemediğim karizmatik çalışma ekibi kişisi… Hani bilgisayar başında İngilizce’nin elverdiği ölçüde sizli bizli olduğum; kimdir, nasıldır bilmediğim bir adamla tanıştığımda ağzımdan çıkan ikinci şey bu kadar genç birini beklemediğimdi. O da aynı şekilde karşılık verdi ama;
- You look young.
- I am :)
3 gün sonra 32 yaşını dolduracakmış (doğum gününü kutlamak üzere aklına not et, tamam).
Tabi bu küçük gösterme veya kendini genç hissetme nanesinin insana verdirdiği aşırı tepkiler de oluyor. Araştırıcılarımdan biri bana “Evli misiniz?” diye sorduğunda öyle dehşetli bir “Hayır!” dedim ki, açıklama yapmak zorunda hissettim kendimi: “Ben, daha erken olduğunu düşünüyorum da ondan, şaşırdım sorunuza”. Nitekim, erken olduğuna ve evlenip de ne yapacağıma oybirliğiyle karar verildi, hepimiz rahatladık.
Başka neler oldu toplantıda… Tabi çalışmaya özgü bir şey anlatmayacağım ama; akşamları ve araştırıcılarımla yalnız kaldığım zamanlar değerliydi. Avusturya HCO'sunun benimle tanışması ve dünyanın, bizim sadece departman toplantılarında duyduğumuz “diğer ülkeler” tarafını, o taraftan birinden dinlemek değerliydi. Aslında Türkiye’de bizim ne kadar kaliteli bir iş yaptığımızı,
konumuza ne denli hakim olduğumuzu anlamak, sadece para için çalışan altı aylık adamlarla aramızda dağlar kadar fark olduğunu başkalarının onaylaması çok değerliydi. Bir de, toplantıyı düzenleyenlerin, onlara aldığım ufak nazar boncuklu bilezikleri takması ve her fırsatta bana göstermesi, çok sevimliydi :)
Bu arada ben herhangi bir siyasi veya dini yorum yapmamaya özen gösterirken ve yorum yapmaya meyilli arkadaşları uyarmak üzere kurulmuşken, hepsi birbirinden espritüel araştırıcılarım daha uçağa binmeden, sabahları tüm apartmana inat okudukları ve hatta ibret-i alem babında bir tane de fazladan alıp kapının önüne bıraktıkları gazeteleri, bak-işte-uyduda-özellikle-yayınlanmayan-ama-neyse-ki-Digiturk’ten-izleyebildikleri kanalları, hani o son mitingde on binleri güldüren fıkraları anlatmaya başlamışlardı bile :)
Toplantıdan 1 (yazıyla bir) tane fotoğrafımız olmayabilir ama 774 tane fotoğrafla döndüm ben Viyana’dan. Bu sayı sizi şaşırtıyorsa, 678 veyahut 890 desem de şaşıracağınız için dönüp gerçekten kaç fotoğraf olduğuna bakmak için zahmet etmiyorum. Sonuçta deli gibi fotoğraf çektim her zaman olduğu gibi. Ama sadece benim suçum değildi bu: Viyana, ancak
her heykelin fotosunu çekme kafasından kurtulunca gezilebiliyor. Çünkü her yerden, her binadan sanat fışkırıyor - o koca kiliseleri, katedralleri, müzeleri, meydanları saymıyorum bile! (Stephansplatz’ın ortasındaki Do&Co Otel’i tenzih ederim. Hala bu binaya dair ilk intibamdan daha uygun bir benzetme bulamadım: 1. Erkek Yurdu’nun yamacındaki Natuk Birkan!)
Peki ben bir şeylere takmasam hayatım ne kadar eksik olurdu? Çok. O zaman azcık isyan edelim, bariz bir isyan da olsa: Gavur ellerde taharet musluğu olmayışı çok ayıp, ve bu konuda bir dostuma hak vermemek elde değil: “Neyse ki duş başlığı klozete yakındı!” :)
Ayrıca, Viyana çooook pahalıydı! İnsan bir şişe suyu 1,3 euroya içmemeli. Üstelik su deyince önüne gelen gazlı garip şeyi reddedip özellikle still water istedikten sonra. Pahalı diye mi, pahalı diye az içtim diye mi bilmiyorum; su çok güzel geldi ama. Tabi o 1,3 euro verdiğim yarım litre suyun gece ağzımı musluğa yapıştırdığımda içtiğim suyla aynı olduğunu anlayana kadar! Ama restoranda musluktan doldurulduğuna emin olduğum suyun hep insanın dişinin kovuğuna gitmeyen minicik bardaklarda gelmesini hiç anlamadım. Ve işte o suları içerken obez Amerikalıların litrelik kola bardaklarına çok özendim.
Dünyanın en saçma şeyi: LagosSonra, dünyanın en saçma şeyi dahi 2 euroydu yahu! Lagos; yani sirke suyuna batırılmış, kızarmış hamur. Patatesli olduğu iddia edilse de içinde gerçek patates parçacıklarına veya aromasına rastlamak mümkün değildi. Ve tabi yanında bir bira olsaydı çekilebilir olurdu ama, büyük umutlarla gittiğim Beer House (veya onun Almancası neyse) adlı yerde bira yoktu (satıcının bana “yok” deyişinden anladığım kadarıyla hiçbir zaman da olmamıştı).
Bira içemediğim gibi, kola da içemedim; çünkü Pepsi sarmıştı dört bir yanımı. Türkiye’de konuşulmaya bile değmeyecek pazar payına rağmen Viyana’da neden karşıma sürekli Pepsi çıktığını kendi kendime sordum. Cevap bulamadım tabi, ne anlarım ben pazarlamadan satıştan. Kendi kendime mırıldandığımla kaldığım nice şeyden biri oldu bu da (sanırım bu konuya bilahare döneceğim).
Öğrenci kimliğimi okula geri vermemiş olmamın ekmeğini çok yedim bu pahalılıkta. Yaş haddini de doldurmadığımdan, tüm müze ve sergiler kabul etti öğrenci kimliğimi. Yalnız, gofretmişiz misali üzerinde barkodu unutulmamış olan okulum kimliğinin üzerinde tek bir İngilizce sözcük olmadığını yeni fark ettim. Bizim okul ekolünü düşününce, şaşırdım da. Karşımdaki Almanımsıların, hiçbir şeyini anlamadıkları kimliği kabul etmelerine daha çok şaşırdım. Belki de oradan kurtardığım parayı her müzenin çıkışındaki hediyelik eşyalara -illa ki- dalarak harcayacağımı tahmin etmişlerdir?
Nerelere gittim peki… Albertina’da kültür mantarı gibi dolaştık saha görevlimiz Elif ve Sibel hocamla, Empresyonist sanatçılar sergisi vardı hem. Benim kültür mantarlığım, sanatın bana bir şey ifade edişiyle (bkz. çok net anlamak) kendine hayran bırakışı (bkz. hiçbir şey anlamadan hayran olmak) arasında bir yer bulduğu için kendine, pek bir şey hatırlamıyorum, ağzımın çok kez açık kalması haricinde tabi.
Ağzım kapanmadan Stephansplatz’da buldum kendimi. Devasa bir katedral; mükemmel vitraylar, işlemeler, varaklı çerçeveler, resimler her yerde, ve nasılsa çok iyi korunmuş hepsi. Bir de kilise orgu vardı tabi, hayatında ilk ve son orgu Albert Long Hall’de gören benim için şaşkınlık verici derecede büyüktü.
Uğruna cennetten kovulunası bir Viyana Şinitzel ısmarladım araştırıcılarıma sonra. Ismarladım dediğime bakmayın, tabi ki onlar beni götürdü Figlmüller’e. Yoksa ben nereden bileceğim en iyi şinitzelin nerede yapıldığını, şinitzelin yanında patates salatasının
default geldiğini… Ne kadar bahşiş bırakmam gerektiğini dahi onlara sordum. Ufacık, sevimli ve hıncahınç dolu bir dükkan, 1905’ten beri ayakta bir isim; üstelik kendi şaraplarını da kendileri yapıyorlarmış – ama ne buruk bir kırmızı şaraptı o!
Kafam kadar, evet.Sonracıma, Sacher Café’ye gidip Sacher torte yedik, bakalım neymiş diye. Apfelstrüdel, Almancamın adını hatırlamama izin vermediği portakallı, zencefilli kek, kahvelerimiz, hepsi gayet güzeldi. Günün ilerleyen saatlerinde gittiğimiz Mozart Café’nin menüsünde “Türk Kahvesi” görmek de hoş bir sürpriz oldu, hem de yanında lokumla.
Başka başka… Mesela birçok deniz ürünü gibi istiridyeyi de sevmediğime karar verme fırsatım oldu – ööööf neydi o ya, yutamadım bile!
Bye bye love, bye bye world’s best afrodisiac, sizin anlayacağınız. Hazırlık’ta Exploring English kitabındaki hikayelerde karşımıza çıkan ve İlknur hoca’nın bize “ya işte pastırmalı yumurta gibi bir şey çocuklar” dediği bacon & egg de alabildiğine yağlı ve alabildiğine güzelmiş, bunu gördüm.
Bu arada hep yediğini içtiğini anlattın, demeyin; adamlar buzdolabı mıknatıslarının, kartpostallarının üstüne dahi bu saydıklarımı koymuşlar. Övünmek gibi olmasın ama, şu ülkemizi pazarlama (yaygın kanının aksine sadece turizm açısından, tabi) işine çok giremediğimiz için bizim her bir şeyimiz bu kadar tanınmıyor, bilinmiyor. Övünme bunun neresinde derseniz, tıpasında: Hiç üzerinde kebap, künefe, Amasya elması, Arkeoloji Müzesi veya İbn-i Sina olan buzdolabı mıknatısı gördünüz mü? Ben görmedim. Zaten hangi birini yapacaksınız, o kadar çok var ki ünlü, meşhur, önemli, nefis…
Elinde pek bir şey olmayınca, taşı sıksan heykel çıkarır, çikolatalı kek yapsan kartpostala basarsın, gibi geldi bana. Şunun şurasında üç-dört yüzyıl önce yaşamış adamların hatıralarını ve bıraktıklarını da, sanki tarih öncesinden kalmış gibi anlatırsın.
Ama iyi anlatırsan, herkes etkilenir. Schönbrunn Sarayı’nın bahçesindeki labirente girmek için para vermeye razı olur herkes (Yok, ben girmedim. Hayır, Harry Potter ve Ateş Kadehi’nin bunda bir etkisi yok:)) veya sarayda Imperial Tour için 36 euro sayabilir.
Böyle dediğime bakmayın, ben kendi kendime ve görünürde eğlenecek hiçbir şey yapmadan çok eğlendim. Ben de çok etkilendim her şeyden, tamam çok bariz şeyler yapmadım belki işte yukarıda bahsettiğim saray turu gibi, ama kısıtlı zamanımda görmek istediğim her yeri gördüm. Sarayın önünden aynen geçip, hayvanat bahçesine gittim; o kadar alakalıyım Hofburg hanedanıyla. Adlarını bile yanlış yazmış olabilirim :)
Ama hayvanat bahçesi kocamandı yahu! Koca koca hayvanlar, küçücük hayvanlar… Bir de onların heykelleri. 3 yaşında çocuklarla birlikte kaplumbağa kabuklarının içine girdim, gergedan heykellerinin üstüne tırmandım güç bela (eh, 14 yaşımın çevikliğine sahip değilim haliyle ve üzerimde palto vardı, anlayış gösteriniz) ve bana şaşkın şaşkın bakan annelerine fotoğrafımı çektirdim. Etrafımda hep beni bir daha görmeyecek insanlar var diye, çocuklaşabildiğim kadar çocuklaştım yani. Koala gördüm, hatta beslenmelerini izledim (Koala-okaliptüs ilişkisi bülbül ile gül’ünkine benziyor ama biraz daha trajik bir son ile). İlginç bir tespit, bana mı denk geldi bilmiyorum ama, sevgilisini kapan hayvanat bahçesine gelmişti bu arada.
2,5 yaşında martıyla konuşmuşum, 24 yaşımda pelikanla konuştum.
Az gidip uz gidip, hayatımda bir arpa boyu yol gittiğimi görmek, içimdeki çocuk açısından umut verici. Bir de, o kadar çok kendi kendime konuştum ki tamamen yalnız olduğum 1,5 gün boyunca. Bu bile eğlenceliydi ama, yine de
yanımda beni çok iyi anlayacak birim, bir aynam olmasını istemedim dersem, yalan olur.Sonra, dönmedolabı deneyeceğim diye 4 metro değiştirip, doğru lunaparka. Tabi hayvanat bahçesiyle dönmelolabın biletini beraber alınca bayağı ucuz olmasının da etkisi var (
cost-minimization kafamla ünlüyümdür söylemesi ayıp). Bu arada, lunaparka gittim derken, metro çıkışından lunaparkı bulmaya çalışmam komikti. Ben nasıl dönmedolabın İngilizcesini yeni öğrendiysem, Almanımsılar da bilmiyordu. Neyse ki şehir haritasına resmini koymayı akıl etmiş Viyana Büyükşehir Belediyesi. Dönmedolapta yine bir olay yoktu ama, 8-10 kişilik kapalı odacıkları olan dönmedolabın her bir odacığı birbirinden farklı dizayn edilmişti: Bizim gibi halktan insanlar ayakta durup veya ortadaki bankta oturup etrafı izler, bol bol fotoğraf çekerken; başka bir odacıkta iki kişilik romantik bir yemek sürüyor, bir diğerinde 5-6 tane kalantor amca şampanyalarını yudumlayıp kanepelerini atıştırıyordu. Eyh, etrafta Kız Kulesi yoksa evlenme teklif etmek için dönmedolap kabini ayarlamak normal olsa gerek? :)
Oradan çıktığımda artık gece olmuştu. 4 derece soğukta yanaklarım Heidi gibi kıpkırmızı olmuşken dondurma yedim - en çok merak ettiğim elma, after eight ve çilekli cheesecake aromalı dondurmaların hepsini denedim. Mozartkügel aldım ofistekilere ve evdekilere, her yurtdışından dönen gibi bastım ben de çikolatayı tabi.
Hostele dönerken, kalan yarım günümün planını yaptım, kimlere ne alacağımı düşündüm. Telefonla yapmak istemediğim güncellemeleri internet üzerinden yaptıktan ve herkese sağ ve salim olduğumu bildirdikten sonra odama kavuştum. Ne sevimli odam vardı yaa :) Kitap okumaya çalıştım, bir Freud hikayesi okuyordum o zamanlar, ama ne fayda, hemen uyumuşum. Hostele döndüğümde bir omzumu ve belimden aşağısını hissetmiyordum zaten – o kadar çok yürüdüm ki! Yalnız, demek ki yürüyebiliyormuşum, yürümeyi sevmemem hep aynı yerlerde yürümemle ilgiliymiş. “Likya yolunu bile yürürüm ki” dedim kendi kendime o zaman (o zaman yürürdüm). Peki,
bir daha bu Viyana yollarını aynı hevesle yürür müyüm? Tabi ki, ama gezdirmek isteyeceğim biri veya birileri olursa yanımda.
Ertesi gün hediye almaktan arta kalacak olan kısıtlı zamanımı en çok görmek istediğim iki yere ayırdım; Sisi Museum (öyle olmasını isterdiniz biliyorum ama travesti olan değil, imparatoriçe olan) ve tabi ki Freud Museum.
Sisi, çok ilginç bir karakter; kitabını dahi aldırdı bana müzeden çıkmadan. Kadın diye bahsedemeyeceğim ondan, çünkü hep asi bir kız olarak kalmış. Hayatını anlatmak istemiyorum, Wikipedia’da vardır o. Sadece kendi yazdıklarının, şiirlerinin, hissettiklerinin, hiç bitmeyen yasının beni çok etkilediğini söyleyebilirim. İmparator kuzeni Franz Joseph’e aşık olan ve onunla evlenen bir kadının olması gerektiğinin aksine bu kızın sadeliği, zarifliği, gösterişten ve saray adetlerinden hiç hoşlanmayışı, özgürlük sevdası, gezmeyi çok sevmesi… Her şeyi etkiledi beni.
Yazdığı birkaç şey var ki uzun bir süre aklımda kaldığı için ben de not aldım defterime. Tabi ki orijinalleri İngilizce değil ama, ben öyle dinledim, ne yaparsınız:
(imparator ile tanıştıktan ve onun kendisiyle ilgilendiğini öğrendikten hemen sonra)
“How can he think of me? I’m so insignificant. (…) I’m so fond of the emperor. If only he weren’t the emperor.”(hayatının ilerleyen dönemlerinde)
“Destinations are only desirable because a journey lies in between. If I arrived somewhere and knew that I would never leave again, even paradise would turn into hell for me.”Sisi’nin ölüm haberi Franz Joseph’e ulaştığında, imparatorun ağzından ilk çıkan sözcükler de şunlar olmuş:
“You do not know how much I loved this woman.”Kaldı ki, barizmiş eşini ne kadar çok sevdiği; üstelik o dönemin şartlarında insanlar birbirlerine özellikle mesafeli durur, hiçbir şey belli etmez; Türk arkası-yarınları gibi birbirlerine düşündüklerini pek anlatmazken… Sadece kendisi için yaptırdığı ve çalışma masasının önüne boylu boyunca astığı Sisi portreleri bile yeter bence.
Sisi Müzesi’nden çıktıktan sonra Freud’un evini, hastalarına baktığı yeri görmeye gittim. O meşhur koltuk yoktu (Londra’ya sürüldükten sonra oraya götürmüş Freud koltuğunu) ama yine de o mekanda bulunmak paha biçilmezdi. Daha onun ve Jung’un hakkında okuyacak çok şeyim var…
Freud müzesi çıkışı, Viyana’daki ve hayatımda sokakta gördüğüm etekler arasındaki giyilmesi unutulmamış en kısa eteği gördüm (bundan daha kısa etekler zaten yoktular, demeye çalışıyorum ama benim Türkçem dahi yetmedi – cümleyi baştan yazmadan bunu yapabilen varsa, kabulüm). Her zamanki refleksimle etraftaki erkekleri gözlemledim ve gördüm ki, ne kadar kabullenmiş de olsalar erkekler hep aynı. Biraz önce çıktığım yeri ve henüz etkisinden kurtulamadığım psikanalizcinin savunduklarını düşününce, tam yerine rastgeldi (de, manzarayı koyan ben değildim:))
Başka kafalardan bahsedeyim ufak tefek; mesela Mehmet Ali Erbil misali
kemik gözlüklüydü özellikle genç ve gözlüklü (cesur ve güzel gibin) kesimin çoğu, ilginç. Hediyelik eşyaların yüzde doksanı Mozart temalı, yüzde onu ise içkiydi (onun da yüzde doksanı Mozart veya keman temalıydı ya, neyse). Yurtdışında yaşamanın en hayran kaldığım tarafı olan bisikletler, her yerdeydi ve trafikte de oldukça öncelikliydiler – aynı yayalar gibi. Bir Türk olarak, burda yaptığımın aksine (çünkü burda başıma bir şey gelsin ama yurtdışında gelmesin dimi, kimim kimsem yok) bana 50 metre uzaktaki arabayı görüp durduğumda arabanın da durduğunu görmek şaşırttı beni, hem de birçok kez şaşırttı. Öyle karşılıklı duruşup bakıştık bir süre arabayla. Evet, arabaların da yüz ifadesi vardır. Dikkatli bakın. Bisikletle metroya binilmesi beni gülümsetti, 40lı yaşlarında kocaman kadınların scooter kaykaylara binmesi beni güldürdü, Viyana’daki dört günümde tek bir korna duymak beni rahatlattı (“demek ki korna varmış!”:))
Çok uzattım anne, çok. Viyana budur benim için, şimdilik. İyi ki gittim, iyi ki yalnız kaldım, iyi ki sırtımda çantam, elimde haritamla hiç oturmadan gezdim durdum, iyi ki… Bir sürü iyi ki. Olabildiğince mutlu döndüğüm bir yolculuktu. Bir dahaki kuşatmaya kadar,
Auf Wiedersehen!
(17-18 Kasım 2009, Viyana)
* Viyana Okulu, manasında. Zorlamayınız :)