... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Yolcudur Abbas...

... bağlasan durur da, bağlayanı olmaz.

Hadi bakalım, gidiyoruz, belki de dönmemek üzere. Alıştıra alıştıra bile haber verilmedi üstelik, alıştıra alıştıra da gitmiyor olacağız (şahsen "ölsem de bir/kalsam da bir/senin için yok hiçbir farkı" şarkısını mihenk taşı edindiğimden, yokluğuma kimin alışması gerekecek bilemiyorum ama yine de umut fakirin ekmeği, işte).

Şirketin adını söyleyince hatırlayamayanlar için ardından "Ortaköy" diye eklemeleri, öğlen "acaba ne yemek çıktı"ları, her zaman kahve içilmeyen Starbucks muhabbetlerini, her zaman sigara içilmeyen sigara molalarını, sandalye kapmaları, 91% kadın yoğunluğundan çıkıp azıcık ferahlamaları, kafana estiğinde kalkıp çay koymaları, çok eserse şirket içinde şöyle bir dolanmaya bahane aramaları...
ikinci bir emre kadar unutun, dendi; ikinci emir gelir mi, gelirse ne zaman gelir, belirsiz.

Plaza insanı olacağız, ahh kahretsin!

OF!

***

"Taşınıyoruz" dendiğinde kafamda çakan ilk şimşekle ilgili bir yazı değil bu (o şimşeklerle ilgili rahatça yazamıyorum). Daha çok, bağlanma noktaları ile ilgili bir yazı.

Herkesin iş, kariyer, profesyonellik anlayışı farklı olduğu gibi, iş yaparken kendini rahat hissettiği ortam da farklıdır: En basitinden, kimilerinin çalışması ancak mutlak sessizlikte mümkünken, kimileri bangır bangır müzik çalarken konsantre olabilir ancak. Kimi hızlı yükselmek ister, kimi illa ki birilerini yönetmek ister, kimi çok para, sosyal hak, daha iyi bir araba ister... Kimini ayrı bir odayla, kimini de kadroyla kandırabilirsiniz.

Halbuki bağlanmak için çok daha ufak şeylerin yettiği insanlar vardır; otoparka yürürkenki beş dakikalık mesafede deniz görmek önemlidir bazısı için. Yağmur yağıyor diye hemen kapının önüne çıkabilmek önemlidir. Sinirlendiğinde kendini dışarı atıverip 3-5 volta atarak sakinleşmek önemlidir. Masasını istediği gibi doldurmak, istediği müziği dinlemek önemlidir. Gülecek fırsat bulmak, bunu illa ki dipdibe çalıştığı insanlarla değil, sırf öğle arasında görebildiği insanlarla yapabilmek de önemlidir. Nefes alabilmek, biraz başına buyruk olabilmek önemlidir.

Belki de sırf, aynı şirkette çalıştığı insanlarla beraber olduğunu hissetmek önemlidir.

Kimseyi yermek veya yüceltmek için söylemiyorum; herkesin "önemli"si kendine. Ama şu bir gerçek ki, yaptığımız iş birçok yerde aynı. Evet, hiçbirimiz dünyada en çok sevdiğimiz şeyden para kazanmıyoruz - o yüzden de tutunacak şeylere ihtiyacımız var! Sırf profesyonel görünmek/duygusal görünmemek adına işimizi keyifli kılan anlardan teker teker vazgeçmemize rağmen şikayet etmememiz bekleniyorsa, daha keyifsiz olacağımız bir gerçek.

***

Motivasyon dediğin, insan "aman ne güzel, işe gelirken ayaklarım geri geri gitmiyor" diyorsa işe yaramıştır. O tutunduğu ufak tefek şeyler giderse elinden, bırakıp giderken arkasına dönüp bakmaz insan. Tatilin son günü havanın bozması misali...

Yazamadım, anlatamadım gibi hissediyorum ama Tuba çok güzel anlattı bugün aslında, benim anlatmak istediğim her şeyi, tüm gereken insanlara. Dinlemeyi bilene...

(24 Kasım 2009, İstanbul)

Kafamda minicik bir ses çığırıyor: Artık aynı şirkette çalışıyor sayılmayabilir miyiz acaba?

2012

Yüzümde nasıl bir ifadeyle çıktım bu filmden, tabi anlatamıyorum ama şöyle bir örnek verirsem yeterince yaklaşmış olurum: Fatih Terim'in "tsss - sometimes" derkenki yüz ifadesi!

Oldum olası sevmem felaket filmlerini. Şöyle eskilerden Dağcı olsun, efendime söyleyeyim, Derin Darbe olsun (ki LeeLee Sobieski'yi erkek milletine tanıtmaktan başka bir atraksiyonu olmamış, kızların bir işine yaramamıştır; bkz. Elijah Wood), Armageddon olsun (Meet the Parents'ın aksiyonlusu - şüphesiz daha başarılı bir soundtrack ile), Yarından Sonra olsun, Dikey Limit olsun (evet, o da olsun) ve daha nicesi, hiçbirini sevemedim yahu!

Hayır, küresel ısınma var; hadi Hollywood daya Yarından Sonra'yı burnumuza, Özgürlük Anıtı donsun. Neymiş, Dünya'ya göktaşı çarpacak; o zaman sular seller götürsün ama bu sefer Empire State binasını götürsün! Maya takvimi 2012'de bitiyor muymuş? O zaman katalım Eyfel Kulesi'ni önümüze, götürelim dünyanın yeni güney kutbu olan Wisconsin'e... "Üf, hep aynı şey" bile diyemiyorum, hepsi birbirinden tırt zira.

Şuraya yazıyorum; yarın öbür gün domuz gribine yakalanmış yüzbinleri veya GDO'lu ürünlerin toplaşıp bize saldırmasını konu alan bir film çekilecek. Çekilmezse, bu çifte standarttır!

***And hey, I've looked all my life for you, Now you're here Parlement sinema kulübü ile spoiler başlıyor And hey, I'll spend all my life with you, All my life***

Filme geri dönecek olursak; ben bir Marduk hikayesi beklediğimi söylemeliyim. Meğer olay Maya'lara dayanıyormuş. Maya takvimi'nin 2012'de bittiğini biz nasıl hesapladık ya da Maya insanları 2012'yi nasıl belirttiler, bilmiyorum, pek de merak etmiyorum. Dünya çığrından çıkıyormuş işte, neyse ne.

O değil de, ben hep günün birinde olası tüm nota kombinasyonları bitecek ve yapılacak hiçbir müzik kalmayacak, diye korkardım; bu film bana onu hatırlattı. Artık tüm öykü kombinasyonları bitiyor, hepsi birbirine benziyor.

Filmin hatalarına veya saçmalıklarına da değinmek istemiyorum ama birkaç laf etmezsem çatlarım:

* Titanic kafaları, falan; "60 kişilik filikaya 15 kişi bindiriyorlar!"
* Danny Glover ABD başkanı, ha? Oval Ofis'in köşesinden Mel Gibson fırlayacak gibi izledim filmi yahu!
* O Anheuser denen adama bir kişinin bile şöyle okkalı bir tokat çakmaması bence bir film hatasıydı.
* Filmin en yakışıklı adamlarından birine (bkz. Johann Urb, yeni keşif) Sacha diye köpek/orospu ismi koymalarını senaristlerin kıskançlığına verdim.- Bir adam sırf plastik cerrah diye her gün sabah akşam mavi ameliyat önlüğü ile mi gezer yahu?!
* Demek herkes kendini kurtarırken sadece ABD başkanı ve İtalya cumhurbaşkanı "gemisiyle beraber batacak", ha? Vay be. Bana kalırsa onlar kendini kurtaranların en önden koşanı olurlar, bayrak sallayarak koşarlar böyle (Filmin sponsorları arasında İtalya'yı göremedim, banner vermediler herhalde. Belki StepS'e reklam vermişlerdir.)
* Obama'nın kızları ileride bu kadar güzel olur mu bilmiyorum ama Rock'nRolla'dan sonra bir kez daha gözümüz gönlümüz açıldı Thandie Newton. Yalnız, üniversiteye kadar kimseyle öpüşmemiş olma iddialarını yemezler.
* Sevgili Thandie, yine sözüm sana: Her şey bitmiş, üstünden de 27 gün geçmiş, hadi ilk 2-3 gün soluklandın, olanları düşündün, babanı yad ettin diyelim, kaldı 24 gün... Ee, hiç dışına çıkamadığın bir gemide işsiz güçsüz oturuyorsan ve eğer adamla hala sevişmediysen, o zaman nasıl oluyor da ufacık kitabı bitirmek 24 gün alıyor, bunu düşündüm ben filmi izlerken. Gerçekten düşündüm.
* Burda önümüzde 3 milyar seçenek varken biz bekarız da, insanlar yaşayan son dürt yüz bin'in içinden hayatlarının aşkını nasıl buluyor? ("Dünya'da en son sen kalsan" kafası olabilir)
* Filmin en felaketli anlarında, orada ben olsam, dedim. Aklıma gelen veya en son aramak isteyebileceğim, yani "haberin yok ölüyorum" diyeceğim bir kişi oldu galiba (hayır, o değil)
* Her şeyin tekrar Afrika'da başlayacak oluşu, Darwin'e bir selam olsa gerek :)

Ve tüm arkaplan herhangi bir filmde olduğu gibiydi: Boşanmış bir çift, sorumsuz ama çocuklarını çok seven ve aslında çok cesur olan ama bunu N.Ş.A. hiç göstermeyen baba, babaya adıyla hitap eden bir çocuk (çünkü Amerika'da babayı sevmeme göstergesi ona adıyla hitap etmektir ve ayrıca "Jean, Amerika'nın şalvarıdır"), kadının mesleki açıdan illa ki eski kocasından daha başarılı yeni sevgilisi, bunların hep bir araya gelmesi falan filan...

Tabi seyirciler olarak bu aile dramında kimi tuttuğumuz çok belli ama; 1-yeni sevgiliyi safdışı etmek için öldürmeye gerek yoktu be (gerçi ilk önce gözlüklüler gideceğinden, bu hazin sonu tahmin etmeliydik) 2-yeni sevgiliyi "yeterince sevdiğini" iddia eden kadının, adam öldükten 5 dakika sonra eski kocasıyla yiyişmesi biraz ayıp oldu kanımca - adamın kırkı çıksaydı bari!

***And hey, I've looked all my life for you, Now you're here Parlement sinema kulübü ile spoiler bitti And hey, I'll spend all my life with you, All my life***

Bu filmin tek iyi ve sürprizli yanı, John Cusack'ciğimi görmem oldu, sayesinde dayandım 2,5 saat... Brad Pitt, Tom Cruise, Johnny Depp filan istemem; John Cusack bana yeter, valla :)

John Cusack'in "eski koca" olması bile yukarıda görülen tarafsızlığımı kaybettirmedi ya, ben olgunlaşıyorum galiba :D

Siz hiç kapanmış bir alışveriş merkezinin otoparkında yalnız kaldınız mı?

Aslında daha önce yalnızlık temalı bir yazı yazmaya başlamıştım; ama hayatta hiçbir önemli yoksunluk yaşamamış veya uzun bir yalnızlık dönemi olmamış biri olarak ağlanmak bana biraz şımarıkça geldiği için, taslak olarak kaldı o yazı.
---Gerçi, kime göre, neye göre... İnsan kalabalıkta yalnız olmaz mı hiç? Neyse...

Konumuz o değil.

Konumuz, benim an itibariyle kapalı bir alışveriş merkezi otoparkında kalmış olmam... Araba denen çok teknolojik aletin akibetinin minicik bir anahtar parçasının yere düşmesine bağlı oluşu ne kadar acınacak bir durum, değil mi?

Kaldı ki, bir tuşla tüm kapıların kilitlenmesine dahi şaşırıyorum ben - ama demek ki o kadar da gözünde büyütmemek lazımmış. Servisi arayıp "ya anahtarım yere düştü ondan çalışmıyor olabilir mi?" derken aslında ciddi olmadığımı ima edercesine ehi mehi diye güldüm: "Abi kıza bak yaa, araba vermişler altına ama daha bunu bilmiyor" diye koca kahkahalar atıp dalga geçerler sandım. Ama, deelmiş. Meğer olabilirmiş yahu!

Aslında önemli olan bu da değil. Şu an çok fazla boş zamanım var ve düşünüyorum. Ben kendimle kalmamak adına bütün zamanımı televizyon izleyerek, kitap okuyarak, birilerini görerek geçirmeye çalışırken, böyle boş bir zaman dilimi bahşedildi bana - düşüneyim diye! Ben de daha fazla yalnız kalmamak için bilgisayarı açtım yine...

Düşündüğüm de bir şey olsa... Eften püften, küçük sorunlarım. Arkadaşlıklarım. -Çoğu insanı etrafından yabancılaştıran, anlamında- farklılıklarım. Umutsuzlandıklarım. Çaresizlendiklerim. Kafayı taktığım fani şeyler işte.

Sonunda dünyayı kurtaracağım sanki...

içe dönüş

gel bakalım günlük,
kimse okumasın diye yazmaya devam edelim biraz...
çünkü -galiba- bundan sonra hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak.
///
dün güzel bir gün değildi, bugün de değil.
karşındaki kim olursa olsun, gözlerinin içine bakamıyorsan, o gün güzel değildir artık.

bellatrix tipi mutsuzluk tanımları

yanında en çok eğlendiğim adamların hayatlarıyla, ilişkileriyle, ilişkilerini yaşama biçimleriyle, işleriyle, hobileriyle, kafa dağıtmak için yaptıklarıyla, tarzlarıyla, tilkileriyle...

...kendi sıkıcılığım; doğru, düzgün bildiklerim; şimdiye kadar yaptıklarım ve hissettiklerim, kendi tarzım, dobralığım arasında sıkıştım kaldım.

ne birini bırakabiliyorum, ne diğerini.

öyle işte...

(20 Kasım 2009, bir trafik sıkışıklığı, İstanbul)

naçizane (dokuz): Büyüme Emareleri

Bazı büyüme emareleri göz göre göre, önceden uyararak, insanın hazırlanmasına fırsat vererek gelir; bazıları da pat diye, aniden.

Bir kız için en beklenmedik olanı, "aa ne hoş çocuk" dediği adamın sol elinde yüzük olduğunu fark etmektir.

(17 Kasım 2009, Bursa)


Emare... Yeterince tekrarlandığında insana çok komik gelen bir sözcük. Özellikle belirti, işaret, semptom falan demedim. Emare... Emare... Komik yahu!

Bu büyüme emareleri ayrı bir yazı dizisi olabilir belki?

naçizane (sekiz)

Heyüla gibi İngilizce phrasal verb arasından en benimsemediğim, "Sleep with"tir.

"I slept with someone"ın karşılığı, olsa olsa "Akşam birini kaşıkladım" olmalı; birisiyle seks yaptım, değil.

Kimse birbirini yadırgamasın: Sarılma ihtiyacımız olmasaydı, peluş hayvanlar o fahiş fiyatları koyamazdı etiketlerinin üstüne.

temassızsınız ya da temas sızsınız

Bir domuz gribi nanesi çıktı başımıza, öpüşemez, sarılamaz olduk. "Zaten biz fazla öpüşen bir millettik, iyi oldu" dediğinizi duyar gibiyim ama HAYIR! İyi filan olmadı; sevdiğimiz insanlara sarılamıyoruz yahu korkudan.

Benim gibi fiziksel temas insanları için daha sevimsiz az durum vardır herhalde...

///

İki tip insanın işine gelmiştir bu durum:

1- Aslında çok samimi olmadığı ama işte Facebook'tan eklemiş, normalde öpüşüp öpüşmeyeceğine emin olamadığı insanlarla karşılaşan insan grubu. Domuz gribi bu durumlarda öpüşmemek için iyi bir bahane oldu, "ama domuz gribi işte ehi mehi" deyip geçiştirebiliyoruz. Hayır öpmek mesele değil de, o ne yapacağını bilememe gerginliğinden kurtulmak güzel. Hepimiz bu ilk gruba gireriz zaman zaman.

2- Erkekler.

Erkeklerin 90%ının hemcinsleri yanında canayakın görünmek istemedikleri, klinik deneylerle kanıtlanmıştır.

Özellikle de etrafında tanıdığı başka erkekler olan erkekler, birbirlerini mükemmel işleyen bir kısırdöngüye sokarak alabildiğine az temasta bulunmaya çalışır arkadaşlarıyla; karşı cinsten olsun veya olmasın.

Kendim de bir erkek grubu (mENSO) üyesi olduğumdan ve prensip olarak erkek davranışlarına daha yakın durduğumdan, yeterince gözlemleme fırsatım oldu erkekleri doğal ortamlarında. Olay nedir bilemiyorum ama, başbaşayken size gayet yakın ve sevimli davranan, yanağınızı sıkan, kolunu omzunuza atan veya ağlamanızı, sızlamanızı dinleyen erkeklerin hepsi, bir erkek grubunun ortasında sizinle kaldıklarında "aslında umurumda değil ki bu" der davranışlarıyla. Hatta bunu öyle bir gösterme çabasına girerler ki, yani direkt bunu söyleseler daha az dikkat çekerdi, diyecek olursunuz.

Sinir oluyorum ama aslında suçlayamıyorum (hani "anlıyorum" ya), threshold'u geçen testosteron miktarının getirdiği bilinçsiz davranışlar bunlar. Buna "Hadi leen!" diyen erkeklerin bir dakika durup davranışlarını gözden geçirmesini istiyorum; ey erkekler, bunu lütfen yapın. Haklı olduğumu göreceksiniz :)

Peki geri kalan 10% ne oluyor, derseniz, onlar da tamamen straight oldukları halde gay damgası yemek ile, kıkırdamalar eşliğinde "kız dostu" olmakla suçlanmak arasında çeşitli cezalar alırlar hemcinslerinden. Bu ağır cezaların altında birazcık kıskançlık vardır bence (Bence dedim, üstüme gelmeyin!)

Sonuçta, tamamen eşit olduğumuzu iddia edemesek de yaşamak için bazal ihtiyaçlarımız aynı; manevi ihtiyaçlarımız da aynı olmalı çoğunlukla, haksız mıyım?

Kaybolmayan sevecenlik istiyoruz!

(16 Kasım 2009, İstanbul)

(Bu yazı, başlığın hatırına Askı'ya ithaf edilmiştir:))

tarz mevzuu

Bir arkadaşımın gönderdiği bir yazıyı okurken, ikinci-üçüncü satırında anladım Elif Şafak'ın kaleminden çıkma olduğunu. Tarzını çok sevdiğim bir yazardır, o ayrı; ama okumamışımdır iki-üç kitap harici eserlerini, yazılarını da takip etmem üstelik. Ona rağmen ne çok yer etmiş içimde...

"İlerde kitap çkaracağım" gibi dertlerim olmadı hiç (sevgilim mafya babası/oğlu/veliaht prensi olup da beni o yüzden içeri almazlarsa, yüksek olasılıkla daha önemli ve insanlara daha çok faydamın dokunacağı işlerim olacak*)

Kullandığım kokunun hatırlanması gibi, bir şeylere izimi bırakmış, tarzını bulaştırmış olmak isterim. Henüz yapamamışımdır ama bir gün birileri "Bunu kesin bellatrix yazmış" desin isterim, çok isterim hem de...

Hani illa şahane şeyler yazmam, süper tespitler yapmam gerekmiyor bunun için; Elif Şafak olamıyorsam Gülse Birsel'in tarzı da yeter bana veya ne bileyim, To Love You More'daki kemanın hissettirdiğini hissettiremiyorsam insanlara, Hasret'teki de olabilirim, sorun değil.

(en son 14 kasım 2009, İstanbul)



* Mecburi not: İnsanlara iyi bir kitaptan daha faydalı olacak çok az şey var; ama ben yazacağım kitabın iyi olacağından emin değilim. Daha iyi yaptığım başka işlerle, görece daha az fayda sağlayacağım insanlara, olayım bu demek istiyorum. Bi' tarafınızdan anlamayınız :)

Declaration of Dependence

(Dikkat! Bu bir müzik yazısı değildir.)

Hep arkadaşlıklarımın nerelerde koptuğunu (veya benim bu arkadaşlıkların neresinde kopup gittiğimi) düşünürüm; ve son günlerde kafamı meşgul eden kaygılarıma göz attığımda cevabı buldum sanırım:

Benimki öyle bir bağ ki, bu insanların da bana aynı bağla bağlı olmasına ihtiyacım var benim. Yaşamam için gerek şart gibi, hava gibi, su gibi dostluklarım var; benden vazgeçmelerine dayanamam sanıyorum, o yüzden vazgeçemesinler istiyorum. Her an her yerde olma isteğim biraz da bundan, , "herkes çok eğleniyor, bir ben kaçırıyorum her şeyi" düşüncesi de var tabi ama :)

ENSO'da bu oldu. Asıl üzüldüğüm, 1 numaralı formayı giymeyecek veya plaketi çakamayacak olmak değildi; o çok sevdiğim insanların bana eskisi kadar ihtiyaç duymayacaklarından, bana bağ(ım)lı olmayacaklarından korktum. Sürekli orada olsam daha güçlü olurdu ilişkilerim gibi, böyle olunca silinip gidecekmişim gibi geldi. Saçma mı? Evet. Endişelerimde haksız da çıktım tabi ki, ama bir dönem bunlardan başka bir şeye üzülemiyordum bile. İnsan ne garip yaratık...

Yoksa ben de biliyorum, örneğin iki adım öteye gidince birisi, aslında bir şey değişmeyeceğini. Yine de öğle arasında kim bana zorla kahve ısmarlatacak, diye soruyorum kendi kendime. Kim "hadi Viaport'a gidelim" diyecek? Kim olmayan usb'sini aldırmak için beni arkadaşının evine yollayıp bana sanki çok önemli bir şey yapmışım gibi dırdır etme fırsatı verecek? Kim bana kravat, gömlek seçtirecek; "her boku bilirsin" diye fikrimi soracak?

Özleyeceğim angaryaların yokluğu bana ağır geliyor, şimdiden. (Zaten hep daha iyi becermişimdir mutsuz olmayı, mutlu olmaktan)

Bu arada, hayır, kesinlikle çıkar ilişkilerine indirgemiyorum dostluklarımı. Zaten yaptığım şeylerin çoğu da bilinçsiz; neden yaptığımı daha yeni fark ettiğim ama i-na-nıl-maz keyif aldığım şeyler. Yoksa bile bile işkence çektirmiyorum kendime :)

Yalnız biraz önce şunu fark ettim dehşetle: Artık kendi ayakları üstünde duran, bana bağımlı olmayan insanlarla ilgili ne büyük kaygılarım var - Ben inanılmaz control freak bir anne olacağım, allahım! Sıkı, evhamlı, dırdırcı olmayacağım belki ama çocuğumu "bırakmamak" için ne taklalar atacağım, kesin. Rezalet!

Sonunda (eventually mi, ultimately mi) bir an gelecek ve hiçbir gizemim, merak uyandıran noktam kalmayacak. "Bir kere bile, tek bir kere bile kendin hakkında bir satır yazdığını görmedim. Bu hayatta kaybolmuş olan, bir tek ben değilim" der Maggie, Ike'a; Runaway Bride'da. Benim bütün yazılarım kendi etrafımda veya bendekiler etrafında dönüyor; demek ki tam aksine, ben de tam ortasındayım her şeyin, gel beni bul dercesine duruyorum, gizemsiz, merak uyandırmadan.


Vay anasını sayın seyirciler...

(14 Kasım 2009, Nişantaşı)

gidenlerden

Şimdi…

Beklemiyordum, diyemem. Şaşırdım, da diyemem; hatta bu saatten sonra olmazsa şaşırırım. Ama bazen insan bilir de görmezden gelmeyi tercih eder ya, o hesap; ben inanmak istemiyordum Özgür’ün de gideceğine.

İnsanın hayatını, her gününü -güzelleştirmek şöyle dursun- çekilebilir kılan dostları böyle teker teker yamacından ayrılınca, fena oluyor. Üstelik onun adına ne kadar sevinse de insan, o içine oturan taş ağırlaştırıyor ya gövdeyi, böyle zıplaya zıplaya sevinemiyor da. Yanlış anlaşılmak pahasına sevinemiyor (gerçi, yanlış anlayacak olan adam için bu kadar üzülünmezdi zaten).

Her allahın günü görüşmek, sıkılmamak, ağzından çıkanın daha çıkmadan anlaşılması (senbendenuzunyaşayacaksın sendromu), bilmek yani arada bir sıkılsa da, çok görüşmekten ötürü birbirimize dayanamayıp didişsek de, nadiren yanlış anlasak birbirimizi veya benim kız damarım tutup trip atsam da

-ki o triplerin çoğu, hayatında yer aldığımı düşündüğüm sırayı kaybetme endişesinden veya daha kötüsü, aslında o sırada olmadığım kaygısından-

hep oralarda değil, buralarda bir yerlerde olduğunu bilmek, çok, o kadar çok değerli ki...

Şimdi bir şey değişecek mi? Tabi ki. Belki az, belki çok, bilmiyorum. Genelde uzak kalınıyor, başka işler, insanlar, programlar; başka iş yemekleri, toplantılar hatta başka arkadaşlar giriyor araya... Gözden ırak, gönülden ırak prensibi tıkır tıkır işliyor. Şimdiye kadar aksi olmadı kimseyle.

O kadar hüzünlüyüm ki, ancak bu kadar olur.

~

Yani adam şurdan şuraya gittiğinde; ev, iş değiştirdiğinde bile böyleyken; ben daha büyük kayıpları düşünmek istemiyorum. Bu kadar değerli kimse için düşünmek istemiyorum. Kırmızı kürkümü giyip karların içinde “Eskidendi çok eskiden” diye bağırasım gelir, mutlaka (ve sonra da olanca sakinliğimle, yavaş yavaş yürüyerek uzaklaşabileceğimden emin değilim).

O zaman lütfen öyle bir şey olmasın ve ben önce giden olayım…

(3 Kasım 2009, Ortaköy ofis)

Bu yazı benim dışımdakilerce okunabiliyorsa, Özgür gitmiş demektir. Alçakgönüllülüğün erdem olduğunu bilsem de, aslında severim gururlanmayı: Kendi ellerimle, beyaz-füme rengi karışımı kocaman bir paket yapıp, kırmızı kurdeleyle bağladım; kral bir hediye yolladım rakip şirkete.

Değerini bil Novo, kafanı kırmayayım!

(6 Kasım 2009, Ortaköy ofis)

Alice in Wonderland

I ◦ Alice

2009'da gitmediğim yerlerden; yapmadığım, tatmadığım şeylerden bayağı eksilen oldu. Soğuk da, kibirli de olsa "Memleket gördüm" mesela ve bi' cesaret tek başıma kaldım orada; yakında başka bir yere daha gideceğim hatta ve böylece başka eksikler de tamamlanmış olacak... Sonracıma, ilk defa izin alıp kızkıza tatile çıktım bir arkadaşımla ve bir 9 günün alabileceği kadar dolu bir tatil yaptım (ICAMES'in tatil versiyonuydu diyebilirim - ne kadar az uyursan o kadar iyi!); Sezen Aksu dinledim canlı canlı, gecesibirlik de olsa Rock Tatili'ne gittim, Duman'la zıpladım, bağırdım, çağırdım, Oldies but Goldies gördüm... Zincirlerimi kırdım bir bakıma, artık finale yaklaşan eve çıkma planları yaptım, bu planların kavgasını verdim, saçımı boyattım, araba kullanmaya başladım (aldığım en pahada ağır doğumgünü hediyesiydi! :)), beceriksizce birisine yaklaşmaya çalıştım ve çabaladım ve olmadı, ilgilenilmemenin ve beğenilmemenin ne olduğunu görmüş oldum böylece ve şu an aklıma gelmeyen bir sürü şey...

İyi veya kötü; daha yapacak, yaşayacak o kadar çok şey var ki!

O yüzden 2012'de ölmememiz lazım. Eminim Marduk diye bir şey olmadığına veya Dünya'yı iddia edildiği gibi etkilemeyeceğine; ama öleceksek de, bilelim. Ona göre yaşayalım. Hani şimdi yaşamıyoruz ya.

Mesela gidelim birilerinin karşısına dikilip "bana bir şans ver" diyelim. Veya o da zaten çoktan biletini almış olsun gavur memleketlerden birine... Hmpfh! Yok, bu yarın ölecekmiş gibi yaşamak nanesi bana yaramayacak, soğudum ben bundan.

II ◦ in

Evet, ölecek gibi yaşamıyoruz belki ama, ben ölmeyi çok sorun etmeyeceğim galiba. "Aman Marmara'da deprem olacak"lar, üf daha binlerce kişiyi öldürecek domuz gripleri; yakalanıp yakalanmayacağımızı, olacaksak da ne zaman olacağımızı bilemeyeceğimiz kanser, ince hastalık; işte Marduk filan bir yana, içinde bulunduğum uçaklardan ikisi türbülansa girdiğinde kılımı kıpırdatmadım.

Gecenin bir vakti diyebileceğimiz bir zamanda, bir monitoring dönüşü uyurken sanki şeytan dürttü ve gözümü açtım: Geceye inat, bembeyazlık içinde, hiçbir şey görmeden ilerlerken ve kulağımda Nights in White Satin çalarken üstelik (...never reaching the end - ne ironi!-), "ölsem" diye düşündüm. Etrafımda hafiften telaşlanmaya başlayan insanların aksine ve onlara rağmen, sadece huzur hissettim, ve gülümsedim.

Bir kere de Boğaziçi'nde olmuştu bu. Yoğun sis. Karşı kıyı yoktu ve bu, çok güzel bir kaybolmuşluk duygusuydu.

Bu huzurun sebebi, karşı kıyının aslında orada olduğunu bilmek veya uçağın aslında düşmeyeceğine güvenmek mi? Belki.

Şu uçaklara güvendiğim kadar güveneceğim bir Fikret olsa arkamda, boşluğa bırakırım kendimi Elif misali. Sonrası,

III ◦ Wonderland

(13 Ağustos 2009, güneşi batırırken, Çeşme
--- edit: 09 Kasım 2009, İstanbul - 11 Kasım 2009, Ankara)

Uyuyan Güzel (temsili)

"Birini sevmeye beni benden daha iyi hiç kimse ikna edemez." yazmış İclal Aydın. Kendisi kadar bu işleri bildiğimi, aman efendim ne sevdalar, ne acılar görüp geçirdiğimi iddia edemesem de, çok yalan geldi bana bu laf.

Sanki birini görüyormuşsun, "hah ya bu iyi, bu olsun" diyormuşsun ve peşinden gidiyormuşsun gibi! Durum buysa, kalbin bazen aklı bırakıp birinin peşinden gidişi nasıl açıklanacak?

Hele de, kalbin bazen aklı bırakıp insana yaptırdıkları ne olacak? O iki kişi dışındaki herkese çok büyük fedakarlıklar gibi görünen ama onlar için çok normal olan davranışları, zamanla edinilen alışkanlıkları, sorgusuzca vazgeçilen gezmeleri, artık görüşülmeyen yakın arkadaşları, sadece o kişiye göre yapılan planları...hangi akıl, hangi mantık kabul ediyor ki o iki kişi dışında?

Büyük bir çelişki var herkesin doğru kabul ettiği ilişkisel saptamalarda. "Yuvayı dişi kuş yapar", yani fedakarlık, uğraş, ilişki oluşturma ve devam ettirme çabası genelde dişiye düşer; ki bu durum genelde böyledir. Kadınlar erkeklerden daha kolay bağlandıklarından, erkeği kendilerine bağlayana kadar, onu korkutmak pahasına, uğraşırlar. Erkekler daha geç, daha zor bağlanır ama bu bağ daha kopmaz bir şeydir onlar için sanki. Sağlamlık anlamında değil de, daha sorgulanmayan bir şeydir kadındakine göre; kadın her an zaferinden sıkılabilir veya sıkılabilirmiş gibi görünür...

O zaman nasıl oluyor da kızın, "seçen" taraf olduğunu iddia edebiliyor insanlar?

"Bir kızı elli kişi ister, bir kişi alır"sa, yani kız kapısında kuyruk olmuş taliplerinden birini seçme lüksüne sahipse, asıl onu elde etmek için uğraşılıyor olunmalıdır (veya olunmalıydı).

Olsa olsa, şu olabilir: Erkekler istedikleri kadar uğraşsın dursun, eğer kızın kafasında bir adam varsa, uğraşır didinir, yuvayı (ki yuva burada ilişki anlamındadır) yapar mutlaka. Sonrası gökten düşen üç elma değilse, bu sefer erkek kadını elinde tutamamış demektir.

Benden size tavsiye ey erkek milleti; tamamen teslim olduğunuzu belli etmeyin (olmayın diyemem, zordur çünkü). Kaybetme korkusunun bittiği yerde, ilişki biter.

///

Ben böyle dodur dodur yorum yapıyorum ya, hep boş laf benimkisi. Sizinki de, -bunları okuyup kafa salladığınız için- saflık mı desem, sadece zaman kaybı mı?

Artık "uğraşmak" adına yapılanlar eskisi kadar naif şeyler değilmiş. İnsanlar artık etkilenmiyorlarmış ufacık bir sözden, bir ay önce sarf ettiği lafın hatırlanmasından, ufacık bir temas anı yakalamak için bin takla atılmasından, gözlerine dalıp gidilmesinden... Artık ilişkiler farklı yaşanıyormuş, başka türlü tanıyormuş insanlar birbirlerini. Daha hızlıymış her şey. Denenip, bırakılıyormuş; öyle çok beklenmiyor, naz yapılmıyor, kimsenin nazı çekilmiyormuş - kimsenin! Ve daha cesurmuş insanlar eskiye göre, yüzüne bakarken kızarmak ne kelime, pat diye söyleyiveriyorlarmış hislerini, "bundan daha normal ne var ki?"

Yüz yıl uyuduğum uykudan uyanmış gibi açtım gözlerimi ben; beni kimse öpmedi üstelik. 24 yaşımda, iş işten geçmiş gibi hissetmem, tamamen yabancılığımdan.

Ya iflah olmaz bir romantiğim, ya da su katılmamış bir saf.

Dünyanın en rasyonel insanı olduğumu düşündüğüm 24 yılın sonunda, tepetaklak...

(15 Ekim 2009-09 Kasım 2009, akşamın bir vakitleri, Ortaköy ofis)

Kirlenmek Güzeldir?

İyi bir pazarlama taktiği olsa ve insanların illa ki bakacağı bir yer olması bakımından billboard'lardan daha başarılı olsa da, ben sevmiyorum alışveriş-merkezi-tuvalet-kapısı-arkası reklamlarını...

Hele şöyle şeyler gördüğümde, iyice sinir oluyorum:

Eh ulan, hani "kirlenmek güzeldi"? Mortalitesi bildiğimiz ve hiç iplemediğimiz grip kadar olan bir domuz gribi çıktı, amaca uygun şekilde gündem değişti, pürel fiyatları ve satışları patladı, ee sonuç? "Temiz aile çocuğu ol, sonra öcüler yer seni."

Çocuk sırf dışarılarda oynasın, çamurlarda yuvarlansın diye belli bir yaşa kadar bilgisayar vb. almamayı düşünen biri olarak, yok yahu, diyorum, üstümü başımı temiz tutacağım diye heder olmamalı hiçbir çocuk. Olmaz ki zaten, çocukluğun ruhuna aykırı.

Evet, ben yılandan korkmam hiperaktif-pis yaramaz çocuktan korktuğum kadar. Ayrıca ben küçükken oturtulduğum örtünün üzerine saatlerce hiç kalkmamacasına oynamışım(dır); ama biliyorum ki o kadar ağırbaşlı olmak da iyi değil, hıncını ileride çıkarıyor insan, küçükken yapmadıklarını büyüyünce yapmak istiyor; o da sakil duruyor çoğu zaman... O yüzden çocukken yapmak lazım ne yapılacaksa; o yargılanmama özgürlüğünü kaybetmeden, en büyük sorun anneden yenecek azarken yapmak lazım.

Biraz kişisel mi almışım? Evet, tabi. Bence doğrusu bu.

O yüzden inadına, alayına isyan "Kirlenmek Güzeldir" işte!



Duş Almak Hiç Bu Kadar Zor Olmamıştı!

Bursa'ya olağan ziyaretlerimden biri, iki günlük bir ziyaret olmak zorunda kaldı ve ben bu ziyaret sırasında Ahmet'imin beni götürdüğü Çağrışan'da rakı-mangal keyfinin yanı sıra, kaldığım otelde iyi de bir gülme şansı buldum.

Ya aslında hiçbir şey söylenemez bununla ilgili; o yüzden duşa buyrun, diyorum:

Duş almak hiç bu kadar zor olmamıştı - bu ne lan?
Hiç güleceğim yoktu Gönlüferah Otel, sağolasın! :)

Evlilik

Bulunduğum tüm erkek evlerindeki tuvaletlerde, taharet musluğu tam ayarındaydı (tam yerine rastgeldi-manzara koyduk).

Bulunduğum tüm kız evlerinde de, değildi.

İşin garibi, bulunduğum tüm sevgili/aile evlerinde de, değildi.

///

Erkekler evlilik konusunda kadınlardan çok daha fazla fedakarlık yapıyor bana kalırsa!

Şimdi nerden nereye bi saptama yaptım, hepiniz "aa evet lan aynı ben" demediniz mi? (Ersin Karabulut kafası)

(05 Kasım 2009, Yeni Şahin5)

naçizane (yedi): Swarovski

Bir gün, sırf şişesi Swarovski taşlarla süslü diye bir parfüme dünya para verirsem, benimle ilişkinizi kesebilirsiniz.

(13 Eylül 2009, İstanbul)










Aynen. Bu götü taşlı kurşun kalem fotoğrafları, o lafıma ithafen :)


(17-18 Ekim 2009, Viyana)

Farazi

_ (döner arkasına bakar, kimse yoktur) "Hm.. Alo? Hı.. Hııı... Yes. (kalkar) Evet, burda. Evet içeri geldim konuşabilirim. Hıhıı.. Tamam da napayım yani, gidip başka masaya mı oturayım? Kalabalığız. Neyse bak o kalkacakmış zaten birazdan. Gel sen gel..."

Gelir.

Nefes (not-the-movie)

İki yıl sonra “ya şu Naz Elmas’ın dizisi vardı ya hani Uğur Polat’la Süper Baba’daki İpek’in de oynadığı… Neydi adı?” diye sesli düşüneceğimiz dizilere bir yenisi eklendi: Nefes.

(Neredeyse aynı anda Nefes: Vatan Sağolsun adında, bu dizideki dertler de dert mi, dedirtecek bir filmin ortaya çıkmış olması tamamen tesadüf, ve bu yazıyla ilgisiz)

Nefes the dizi, ilk bakışta garip isimli karakterlerin diziye hakim olmasıyla akılda kalmayı hedeflemiş gibi görünüyor. Kız var, Nefes, babası Şamil, annesi Mehveş (hadi o neyse), halası Çimen, aşık olacağı çocuk Ateş, Ateş’in abisi Gökselin… N’oluyor yahu?! TDK sözlüğe girip “kendini şanslı hissetmiş” gibi senaryo yazarları.

Hayır, biz Mavi diye de bir isim duyduk ve sevdik ama en azından o dizideki tek garip isim buydu.

Neyse, biz entrikalarıyla ilgimizi çeken ve daha üçüncü bölümden, eski sahnelere flashback vermesiyle bizi şaşırtan senaryomuza dönelim…

---Retrospektif Spoiler*---

Esas kız Nefes (Naz Elmas), ne hikmetse konservatuvarda hoca olan 24 yaşında bir kızdır. Annesi Mehveş (Jülide Kural), kızını ve eşi Şamil’i, kızı daha 7-8 yaşındayken terk edip eşinin iş arkadaşı/avukatı Yahya’ya (Uğur Polat) kaçmıştır (Evet kızlar, şaşırmama nidalarınızı duyar gibiyim; ama evlilik kurumunun kutsallığı adına yorum yapmayalım). Yıllarca kızını arayıp sormamış ve hatta hiç haber almamış olan Mehveş, niyeyse kız 24 yaşına geldiğinde onunla ayrılmaz bir bütün, iki iyi dost olmak istemektedir. Bunun sebebi, kız 24 yaşında Aya İrini’de ilk büyük konserini verdiğinde -artık yıllardır içinde tuttuğu ölme isteğine karşı karşı koyamadığından olsa gerek- intihar eden Şamil ve bu intiharın getirdiği suçluluk duygusu olabilir.
--- Nihayetinde Şamil, karısı tarafından aldatılmış ve terk edilmiş bir adamdır; kızını annesi Mefaret (Çolpan İlhan) ve kızkardeşi Çimen yardımıyla büyütmüştür.

Üstelik, Mehveş Yahya’ya kaçtığında, onun önceki eşinden 3 erkek çocuğunu (Gökselin, Ateş ve Deniz) kendi çocuğunun aksine, sahiplenmiş, onlara annelik yapmıştır. Bu çocuklardan kısaca bahsedelim: Gökselin (Sinan Tuzcu) babası ile aynı şirkette çalışan, nişanlı ve çapkın bir adamdır: Motor kullanır, çok yakışıklı ve bunun farkında bir adam edalarıyla etrafa garip bakışlar atar - başka da bir olayı yoktur. Deniz ailenin en küçüğü olup, aynı şirkette çalışan saf, temiz, utangaç bir çocuktur. Ateş ise alternatif bir kariyer seçerek Ziraat Mühendisi olup, dedesinin çiftliğinde takılan; nefis pilav yapan; organik tarımla falan ilgilenen ama şahane arabalarla dolaşan bir adamdır. Bizim Ateş’i enişte olarak sevmemiz; onun aykırı kişiliğine, efendim, takım elbise yerine toprak rengi ceket giymesini ve her daim kirli sakallı dolaşmasını gerektiren anarşist ruhuna hayran olmamız gerekmektedir.
--- Ne var ki, ilk defa dizilerde gördüğümüz ve tiyatrocu olduğundan şüphelendiğimiz bu aktörün oynadığı Ateş karakteri, yıllarca uyurcasına bir sesle sevgi, dostluk, ışık mışık diye milleti yemiş, şimdilerde BMW’siyle Nişantaşı’nda fink atan İlhan İrem’i fena çağrıştırmaktadır (Kapitalistten daha kötü bir şey varsa, o da tatlı su sosyalistidir; ki bu da başka bir yazının konusudur).

Sonuçta, Nefes ile Ateş’in arasında bir şey olması kaçınılmazdır ve bu ikili daha ikinci bölümde, biz “eski toprak” insanların ilişki başlangıcı kabul ettiği öpüşme evresini başarıyla tamamlamışlardır.

Gelin görün ki, Nefes’in nefret etmesi gereken annesine yakın davranmasının ve evine yerleşmesinin ardında tek bir amaç vardır: Yahya dahil, evin tüm erkeklerini baştan çıkarıp birbirine düşürmek ve böylece babasının intikamını annesinden almak.
--- Yoksa bir kızın, üzerinde alabildiğine açık bir gecelikle gecenin bir vakti odasının kapısı açık olarak çello çalmasını nasıl açıklayabiliriz?

Naz Elmas'a, büyüyünce de giysin diye iki numara büyük ayakkabı alındığını gösteren resim

Ateş bu durumu sezecek kadar zeki olan tek insandır ve olayı çözmüş, hatta Nefes’i ailesinin erkeklerinden uzak durması konusunda uyarmıştır bile (böylece ikinci öpücüğü alma olasılığını da oldukça azaltmıştır). Diğer erkeklerin başına gelecek vardır, diyebiliriz.

Ha, bir de “kızla erkek arkadaş olmaz abi”cilere kıyak geçen bir karakter vardır dizide: Kızın en iyi arkadaşı Uygar. O da diziye eklenmiştir ki Nefes farkında olmadan kıza hayran hayran baksın, acı çeksin, bize de “ayy yazııık”lanacak bir sebep olsun. (Sprite-Acımasız Gerçekler reklamlarına selam ediyorum burdan)

--- Retrospektif spoiler ---

Bu dizi, çok sevdiğimiz Uğur Polat’ın şerefsizi oynadığında neye benzeyeceğini görmek için bir yere kadar ve tahammül edilebildiğince izlenecektir.

Yalnız tek bir nokta var takıldığım: Bu kız bu hal, tavır, makyaj ve fettanlıkla 24 yaşında olduğuna herkesi inandırabiliyorsa, acaba ben kaç yaşındayım?

(27 Ekim 2009, Nişantaşı)


* Yani şimdiye kadar olanları anlatıyorum, fazla bir şey değil. Ama “ben diziyi izlemedim abi, Youtube’dan ilk 3 bölümü izleyip sonra takip edicem” diyenler okumasındır.

başlıksız öykü - 2

hem yorgundu hem canı sıkkın. normalde hayatta böyle bir yoğun iş haftası sonunda iki gün üst üste çıkmazdı dışarı, yatar dinlenirdi. ama normal değildi durum. şirinlerinin doğum günü vardı. mekana girdi. gece boyu, moralini bozan türlü şeyler üstüste oldu, ama bir yandan da çok keyifliydi topluluk. kahkahalardan diğer müşterileri rahatsız edecek boyutta. birbirinden son derece farklı insanlardı. aileleri farklı, memleketleri farklı, hayatı algılayışları farklı, yaşayışları farklı, karakterleri farklı, amaç olarak aynı düşünüyor gözükseler de ideolojik olarak tamamen birbirinden farklı bir çok insan, uzun süredir eylemde, eğlencede, hüzünde, yani hayata dair neredeyse tüm pratikte hiç ayrı düşmeden hep yanyana duruyorlardı. gitgide daha çok birbirlerine bağlanarak.

gece ilerledikçe göğsüne oturan sıkıntı büyüyordu. arada bir iki gidenler oldu. kalanlarla beraber çıktılar. önce dans etmeye gittiler. birbirinden bu kadar farklı olan insanlar, müzik zevkleri, dans algıları farklı bu insanlar istisnasız, "ben bilirim, ben bilmem, ben sevmem, ben istemem" demeden, kahkahalarla gülerek rock, rap, oryantal, halay, hip hop, pogo, polka allah ne verdiyse dans ederek eğlendiler. tabi oryantal motifli elektrik dansı, rap yaparken tey tey sesleri eksik oldu mu tabi ki olmadı. peki sorun oldu mu tabi ki olmadı.

gece fevkalade keyifli geçmekteydi, bir de şu içindeki sıkıntı ve hayata dair kızgınlığı olmasaydı. saat üçe gelirken o mekandan da çıktılar. çıkarken akıllarda dağılmak vardı artık. hele bizimki, ne demiştik başta, bu yorgunluktayken hayatta bu kadar kalmazdı dışarda. ama o da ne ?birisi tophane'ye gidelim mi dedi? gitmesi gerekenler oldu, kalanlar daha çoktu. ve ilk buluştukları andaki insanlara göre daha uzun zamandır birbirini tanıyan, aynı dili konuşan, bakışlarıyla bile anlaşmayı becermeye başlamış çekirdek kadro, yedi kişi, tophane'ye doğru yollanmaya başladı. her zamanki gibi bu gece de bu gruptan kimse şimdiye kadar hiç bir öneriye itiraz etmemişti. ki zevkleri farklı, karakterleri farklı, birbirine hiç benzemez insanlar grubuydu bu.

- amanın sabaha kadar açık mı nargileciler?
- amanın armutlar mı var?
- ben armuta oturursam direk uyurum abi
- uyu lan ne olacak.
- heyoo gidelim
- içki alalım abi yolda içeriz.

içkiler alınır yola düşülür. bin türlü geyikle kazancı'dan tophane'ye doğru:

- abi zillere basıp kaçalım mı?
- niye lan manyak mıyız?
- abi nasıl güzel yerlerde oturuyor terbiyesizler, uyumasınlar!
- ahahah arkadaşlar kapitalizme karşı mücadele yolunu buldu arkadaş. bundan sonra zillere basıp basıp kaçıyoruz geceleri.

- aa kaldırım hadi oturalım!
- aa evet oturalım.
- aa kuytuda ağaç köşesi hadi tuvaleti gelen??
- ulan kadınlar için niye bu kadar kolay değil beee
- aa güzel kaldırım hadi oturalım.
- aa hadi oturalım.
- aa açık çorbacı hadi çorba içelim
- aa evet evet içelim.
- aa kaldırım hadi yine oturalım.

dedik ya binbir türlü geyikle tophane'ye kadar vardı bu içleri farklı, dışları farklı ama yolları ve yürekleri aynı grup. armutlara konuşlanıldı, kahveler, çaylar içildi karanlık gökyüzüne karşı, ufaktan uyumaya başlayanlar oldu. sabahın 5'iydi artık saat. çalışanların da yüreği güzeldi. battaniye servisi yapıp, dışarının ışıklarını kapadılar rahat rahat uyusunlar diye uyuyanlar. kendi elleriyle uyuyanların üstlerini örttüler. artık herkes uyuyordu, o hariç. önce uzun uzun içini sıkan sebepleri düşündü. yine yeni yeniden kararttı içini. kafası armutun tepesinde, gözleri gökyüzünde. açık havada uzanmak ne güzeldi, ne güzeldi, ne güzeldi. bir süre sonra tek tek, uyuyan arkadaşlarının yüzlerine baktı. o kadar masum, o kadar güzel. yedi tane insan sabahın köründe tophane'de, açık havada, armutların üzerine yayılmış uyuyordu. bu kadar değişik, belki anlamsız bir hadiseyi dünyanın en sıradan ve her gün yapılan şeyi gibi hiç sorgulamadan aynı anda kabul edebilmek için gerçekten farklı bir dil, farklı bir aynılık gerekir herhalde diye düşündü. sonra kendisi dışındaki 6 kişiyle diğer paylaştıklarını, yaşadıklarını düşündü. "iyi bir dostu anlamak için yolculuk yapmak gerekir" derlerdi yapmışlardı, hiç sorunsuz. "sarhoş görmek gerekir" derlerdi bolca görmüşlerdi. "esas kötü günde belli olur" derlerdi onu da sıkça yaşamışlardı. polis karşısında bile kalmışlardı ve hepsinden başarıyla geçmişlerdi. kimse demezdi "beraber saçmalamak, hem de hiç sorgulamadan saçmalamak da gerekir" diye ama şimdi bu siyah göğün altında, bunun da çok önemli bir şey olduğunu düşünüyordu.

"ne sıkıntı yaşanırsa yaşansın, insanın böyle dostları varsa, bu hayata kötü denemez" diye düşündü, o da gözlerini kapadı. saat 7'ye geliyordu.


(saryade, 18.08.2007 08:46)
Ekşisözlük'ten alıntıdır.

Fotoğraf için teşekkürler Derya Tombuloğlu :)

başlıksız öykü - 1

sihirli kelimeleri vardı içinden geçen şeylerin olmasını sağlayan. bir kelime vardı mesela içinden söyleyince birkaç kez o anki korkusu gidiyordu. o an her ne’den korkuyorsa o korkulmayacak bir şey haline geliyordu. sonra başka bir kelimesi vardı, onu içinden geçirdiğinde siniri azalıp azalıp ortadan yok oluyordu; puf. başka bir kelime karşısındakinin sinirini geçirmek için, başka bir kelime içinin durulması için. en sevdiği kelime “upupidaye” idi. upupidaye o an o gün aydınlansın diyeydi. ne zaman hayatta çok inandığı, çok güvendiği bir kişi ya da bir ilke, umutla inandığı bir görüş kendisini hayal kırıklığına uğratsa, üzse ve hatta hayata olan inancını sorgulatsa, gözlerini kapatır içinden tekrar ederdi; upupidaye, upupidaye, upupidaye. işte o zaman, etrafını saran karanlık giderek azalır, içindeki kırgınlık dağılır, etrafı aydınlanırdı. her zaman, her kırgınlıkta, her üzüntüde söylenmezdi bu kelimeler. ancak gerçekten çok ihtiyaç olunduğunda… ki etkisini kaybetmesin.

bir gün ciddi bir yorgunluk ve stresin ardından bir kafeye gitti. kafede “olur” dediği bir şeyin “olmaz”ını gördü bir kez daha. hızlıca kafasından geçirdi “kadınlarla erkeklerin “olmaz”ı, “olur”u, “evet”i, “hayır”ı ne zaman aynı şeye oldu ki?”

onun sevgili dediği şey, yenilir, yutulur bir şeydi. sevgiyi, aşkı, aynı yatağı paylaşmanın yanında dostluğu, dertleşmeyi, entelektüel tartışmaları, siyaseti yani hayatı da paylaşmak önkoşuldu. e sevgililikte bu önkoşulsa;

sevgililik bittiğinde,
ayrılık acısı tüketilip geriye sadece uçuşan küller kaldığında,
o küller boğazda ince bir yanma değil de konfeti hissi uyandırmaya başladığında,
ömrünün en güzel renkli sayfasının hooop diye çevrilip, daha da güzel bir sayfaya yerini bıraktığında,
yanisi aşk artık ortalarda görünmediğinde,

geriye kalan büyücek bir hiç değil, kocaman bir dostluk olmalıydı.

hani buna varmak için onlarca, yüzlerce kitap okuyup, onlarca çıkarım yapmaya gerek yoktu . en temel matematik; aşk + dostluk = sevgililik ise sevgililik – aşk = dostluk olmalıydı.

işte bunun için ömrü boyunca ayrıldığı hiçbir sevgilisini tamamen çıkarıp atmadı hayatından. insan hayatından hayatını çıkarabilir miydi ki? erkek kısmısı ilk başlarda bunu anlayamayıp, itiraz etmişler, zamanla aşk yarası soğuyunca makul bulmuşlar ve bir şekilde kimse kimsenin hayatından tamamen çıkmamış, yani kimse hayatından hayat sökmemiş yani çok kan dökülmemişti.


bu arada kendisinin yaptığı bir genellemeyi unutmuş gözüküyordu; “kadınlar için her koşulda x=x idi. erkekler ise kolaylıkla bir dönem x=x deyip sonra “evet x=x ama x’in teki pozitif tam sayıyken diğer tarafı mutlak değer içinde negatif olabilir” diyebilirdi. kadınlar x’i her koşulda canları pahasına savunurken, erkekler x’i koşullara uyarlayıp, yan çizebiliyorlardı.

işte dün akşam olan buydu. yüzyıllardır eski hayatı olan hayatını görmüştü kafede. görür görmez de taaa içinden gözleriyle gülmüştü. hop çevrilmişti karşısındaki bildik kafa masadaki, kendisiyle aynı yüzükten taşıyan kadına. bizimki şaşırmakla şaşırmamak arasında oturdu arkadaşlarının yanına. tüm gece boyunca sadece bir an iki çift göz birbirine değdi. ve çok uzun konuştular. ne de olsa birbirlerinin eski gözleriydi o yüzden konuşmakta hiç zorlanmadılar.

“üzgünüm” diyordu daha koyu olan çift, “ üzgünüm, ama nişanlım yanımda. seninle konuşamam.”
diğeri “ benim de sevgilim, nişanlım, eşim olmuştu yanımda seninle otururken. benim sevgililerim seni de hayatımdan bilmişti, saygı duymuştu.” dedi.
“aynı şey değil” dedi erkek göz. “ o senle, senin sevgililerinle aynı değil, anlamaz.”
güldü kadın göz “ seni anlamayan, hayatını anlamayan, dürüst olamadığın bir kadınla mı evleneceksin?”
kayboldu iki göz başka istikamete doğru.

gece çok karanlıktı artık. gözle algılayamayacak kadar karanlık. temel matematiğin açıklayamayacağı kadar karanlık. aslında çok zor değildi yeni bir tespit yapmak; “ insanın omurgası sağlam değilse her an her şeyi yapabilir, şaşırma!” ancak bu tespit aydınlatmadığı gibi geceyi, daha da karartıyordu. çünkü ona dediği her şey eski de olsa kendi hayatıydı ve etini acıtıyordu.

kapadı gözünü. tekrarladı içinden; “upupidaye, upupidaye, upupidaye.”

gözünü açtığında hayatı boyunca sevgililik ilişkisi yaşamadığı, yaşamayacağı bir erkek dostun evindeydi. ortalık apaydınlıktı. matematik yoktu. x’ler ya da –x’ler yoktu. 3. bir şahısın varlığına göre değişecek bir ilişki yoktu.

haliyle “huzur” vardı. ortalık apaydınlıktı.

dost gözler ona, kendi yaptığı ödevi anlattı. o tüm anlamadığı dersi masal dinler gibi huzurla dinledi. ve uyudu.

(saryade, 26.11.2008 11:50 ~ 12:46)
Ekşisözlük'ten alıntıdır.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!