... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

YMCA!

Oldies but Goldies partilerinin olmazsa olmazlarından YMCA'e bugün yine denk geldim. Bizim çocukluğumuzun macarena'sı gibi, bir dönem insanların çılgın gibi bu hareketleri bilmesi ve dahası, gönüllü olarak tekrar etmesi hangi sosyolojik/psikolojik kuram ile açıklanır, bilmiyorum.

YMCA dönemini gerçekten yakalamışlar'dan 77'ye kadar herkes, ama herkes şunu yapıyordu mekanda:
Sarhoşluk güzeldir ama arkadaşların sarhoş olunca izlemek de ayrı bir kafadır ya, o hesap, ben de oturduğum yerden etrafı izledim ve inanılmaz eğlendim. Böyle havalı havalı konuştuğuma bakmayın, bugün etrafla ilgilenmeden dans edecek bir grupla beraber olmadığım için durum böyleydi; yoksa elimin ve dilimin döndüğünce eşlik edebileceğim hiçbir şarkıyı yalnız bırakmam. Hem, sözlerini bilmediğim şarkıların sıkça çaldığı yerlerde tedirgin olan bir insanımdır; dolayısıyla bana her yerde her şeye eşlik ederken (a.k.a bağırır çığırırken) rastlayabilirsiniz.

This is a video response to Mustafa.

Hissiyatım odur ki, Zülfü Livaneli'nin Veda filmi, Can Dündar'ın Mustafa'sına bir yanıt niteliğindedir. 1881-Selanik cinsi tarihsel gerçekleri ve hepimizin en bi bildiği dayının tarlasında karga kovalama hikayesi haricinde neredeyse her sahnesi didik didik eleştirilen Mustafa'nın üzerine, "ölüme meydan okuyan bir kuşağın hikayesi"ni izlememiz istenmiş olabilir. Şu Çılgın Türkler-vari.

İki filmi de izlememenin rahatlığıyla atıp tuttuğumu belirtmem gerekir. Veda çıkınca, Mustafa'yı henüz izlemediğime sevindim. Bir gün evde maraton yapmayı düşünüyorum. Üstüne de cila babında bi Cumhuriyet atacağım; Rutkay Aziz'le Sinan Tuzcu'yu karşılaştıracağım. İyi olan kazansın.


Gereksiz bilgi: Trivial Pursuit'te yanıtı Zülfü Livaneli olan bir soruda sadece "Zülfü" yazıyor. Kanka mode on!

Sinek Valesi

Beni züppe olarak nitelendirebilirsiniz ama bir insanın sorumlu olduğu tek iş gelen arabaları takip edip kayıtlarını almaksa, o kişi bunu doğru yapmalıdır (Garsonların özellikle gerizekalılardan seçildiğiyle ilgili Hisarüstü börekçisinde oluşan teorimizi bilen bilir; onlar için de bu dediğim geçerli. Eğer hatırlayamıyorsan, yaz!)

Zaten normalin altında seyreden tahammül seviyemin uykusuzluktan mütevellit yerlerde süründüğü bir 07:00 uçağı serüvenimde, arabamı her zaman bıraktığım şirketin o anki kalabalığa göre oldukça yetersiz sayıdaki valelerinden biri, "ben beyefendiden önce gelmiştim" dememe rağmen, "hayır" diye iddialaştığında, adını sordum kendisine.

Şikayet edeceğimden değil bu defa. Korksun istedim. Aklını başına toplasın, bir daha yapmasın istedim. Mutlu muyum? Hayır, ama yapacak bir şeyim yok. Kaynak sevmem. Emniyet şeridinden gidenlerden hazzetmem; tanıdığım biri yapar ve kendisine yetişmem adına bana da yap derse onu gittiği yerde iki saat bekletmek pahasına yapmam (bu oldu). Barbaros'a girecekmiş gibi yapıp, köprü girişine soldan kaynak yapanlara yol vermem elimden geldiğince, gelsin çarpsın bakalım yiyorsa; muhtemelen arabası benimkinden değerlidir ve öyle olduğu için de daha çok hasar alacaktır (bu da oldu).

Uyanıklık edebiyatını bir kenara bırakıp hikayeye dönecek olursak... İki araba önce bana hemen bakacağını söyleyen bir diğer valeye "sizde sıra mevhumu yok sanırım?" demekten kendimi alamadım. Tek yapacağı "kusura bakmayın" demek olan sevgili vale bana "yoo, öyle bir şey yok, o daha önce gelmiştir; ben herkesi takip edemem ki" diye terslenince, beni tutan hiçbir şey kalmadı:

"Çok afedersiniz, amiyane tabirle 'taşaklı' bir müşteri görünce öne geçiriveriyorsunuz sanırım?"

Terazi: Bir maddenin kütlesini veya ağırlığını ölçmek için kullanılan alet.

Sevgili vale bozuldu, "adam gelmiş arabasını bırakıyor, ne gibi bir taşağı olabilir ki?" dedi bana. Gerçekten, aynı sıraya girecek, aynı güvenlikten geçip aynı uçağa binecek, ancak o zaman -belki- bir perdeyle ayrılacak ve uçak düşerse de hep beraber ölecek olmamıza rağmen bu adamı öne geçiren neydi? Dünyanın hakimiymiş gibi gelip, kaldırımda bekleyen beni hızlıca geçip, hemen dibimden kaldırıma çıkarak duran; arabasından iner inmez de parmağını en yakın valeye iki şıklatan, beni bal gibi gördüğü ve itirazımı duyduğu halde"evet, o benden önce gelmişti" demeyen bu amcanın üstünlüğü neydi?

Valenin sorduğu sorunun cevabını yüzyıllar önce Nasreddin Hoca vermiş aslında, "Ye Kürküm Ye". Yiyeceğin kuzu değil, bulgur pilavı olsa, gene kürküm ye. Bu işler böyle.

Bu yazıya ancak Recep İvedik'ten alıntı yaparsam yerinde olur; ilk 8 saniyeyi amcaya ithaf ediyorum, iyyy üyy diye yüzünüzü buruşturmayacaksanız buyrun:
http://www.youtube.com/watch?v=fvHmENZ7RuA

yerli dizi senaryosu (gibi)

bana elini uzatmayan tek insanın,
kendimi yabancı gibi hissetmemem için elini uzatması gereken tek insan olması aynı zamanda,
çetin ceviz bir ironi.

hiç heyecanlı hissetmiyorum kendimi bu yüzden.
bir şey ittiriyor beni -ki ne olduğu belli-, bir sürü şey geri çekiyor.

hani tırt yerli dizilerde şöyle bir durum vardır: kız hamile kalır (illa ki de ilk kez birlikte olduğu adamdan ilk birlikte olduğu gece kalır hatta) ama ayrılma noktasındadırlar, kız adama hamile olduğunu söylemez ki adam sırf bu yüzden kendisine geri dönmesin.
(şunu eklemek gerek: o kızların hepsi etraflarına yaydıkları bu durumu birisinin gidip adama yetiştirmesini bekler gizliden gizliye, ki hem işi olsun hem de kendisi söylemiş olmasın)

o hesap,
ben de yazımı özellikle finalize etmiyorum ki zavallı olmayayım; olsam da olmayayım. bir ay bekleyeceğim gerekirse.

ama ben de bir kızım nihayetinde.

Absürd bir kanun*

Halkımın en çok sevdiği şey, kafasının zerre basmadığı konularda sokaklara dökülüp imza toplayacak kadar ateşli taraftar olmaktır. Asıl ahkam kesmek böyle olur.

Finans bilmeyen adamdan borsa tavsiyesi alır mısınız? Renk körü birinden, resminizde kullanmak için renk önerisi? Rock'n Coke'a kimi çağıracağınızı İsmail YK'ya mı sorarsınız? Bir pazarlama projesini bir doktora, medikal sunumu da işletme mezununa mı verirsiniz?

Bıyığını kısaltmayı beceremeyen adamlar bizi dünya dergilerine çıkarıyor, hah!

Herkes işine baksın.

Abstract

Turkey's government is about to pass legislation that could cripple the country's biological research.

When politicians respond to popular distrust of genetically modified organisms (GMOs), they sometimes fail to grasp how intricately molecular technologies infiltrate different areas of science. A case in point is now playing out in Turkey, where an attempt to regulate GMOs in agriculture has morphed into a draft law that could wipe out the country's biomedical research.

Most of Turkey's scientists learnt about the situation only a few weeks ago. Some responded immediately, organizing meetings and petitions, and lobbying parliamentarians to try to stage a last-minute reprieve. But as Nature goes to press, it seems likely that the law will be voted in by parliament this week without change. Ironically, it will go through at a time when many universities in Turkey are expanding their activities in biomedical research.

The law was first drafted after Turkey signed up to the United Nations Environmental Programme's International Cartagena Protocol on Biosafety in 2000. This requires signatories to create legislation to regulate the international trade, handling and use of any GMO that might have adverse effects on biodiversity or human health.

Turkey was at the same time trying to align much of its legislation with that of the European Union, which it aspires to join. The first draft was prepared with input from Turkey's research council, TÜBİTAK, and followed European regulations that separate deliberate release of GMOs into the environment — cultivation of GM crops, for example — and the contained use of GMOs for research.

Before this draft could be made law, the government changed and the mildly Islamic AK Party took office in 2002. Responsibility for the law transferred from the environment ministry to the agriculture ministry, which did not consult with molecular biologists. Over the years, the draft law's form changed. At the same time, popular opposition to genetic engineering in general, and GM food in particular, increased.

The version now being voted on fails to distinguish between deliberate release and contained use. It includes an outright ban on the cultivation of all GM crops, even those whose safety has been assessed and approved by expert bodies. It also bans the generation of genetically manipulated animals and microorganisms.

The law does not forbid research using GMOs or products derived from genetic engineering, but it makes such research impracticable. Every individual procedure would have to be approved by an inter-ministerial committee headed by the agriculture ministry, which is allowed 90 days to consider each application with the help of experts.

The committee would be responsible for approving applications to import tonnes of GM soya beans for food — but also for every experiment involving even the use of a standard plasmid to transfer genes into cells. Work with universally used model organisms, from mice and zebrafish to fruitflies and bacteria, would be rendered impossible. Even if scientists could afford to wait three months for approval of the simplest experiment, the committee would be overwhelmed by the number of applications. One Turkish scientist who has examined the law estimates that his lab alone would need to submit 50 or so separate applications in a year.

It is disappointing that so important a draft law should have got so far without full consultation with all the communities affected by it. It is also disappointing that TÜBİTAK, which is close to the government but should nevertheless defend scientific interests, has so far remained silent on the issue. The Turkish Academy of Sciences is planning to prepare a position paper, but it is moving too slowly.

Turkish scientists can only hope that their individual lobbying activities will influence the vote at the last minute. Officials insist that the law will not affect research but they misunderstand. The impact will be profound. The government, which almost certainly does not wish to harm its country's fragile research base, must open its eyes to the drastic consequences of this legislation.

* "An absurd law" Nature 463, 1000 (25 February 2010) doi:10.1038/4631000a; Published online 24 February 2010

öldüresiye yazmak...

... ama kendimi öldüresiye.

konuştuğumda başka birilerini veya başka şeyleri öldürüyorum.

Last Woman Standing (in the gym)

Ebeveynler tarafından "gece" olarak değerlendirilebilecek bir saatte işten çıkıp spora gittiğim idealist günlerimden birinde, haliyle spordan en son çıkan bir-iki kişi arasındaydım. Çıkarken kendimi iyi hissettim. Sonra bir de kötü hissettim; çünkü spordan çıkarken kendimi iyi hissetmemin spor yapmış olmakla hiçbir ilgisi yoktu!

Hani "hayatına sporu sokmak" diye bir nane var ya, onu yaptım hesapta. Fakat ben sevmiyorum salon sporunu, saçma geliyor bana. Hiçbir yere varamadan koşmak; şöyle yüzüne vuran rüzgarı hissedemeden bisiklete binmek, 20 kg yüke boşa gidecek bir potansiyel enerji kazandırmak saçma geliyor. Bunu kabullendim artık. Ve bunu kabullendiğimden beri de spora gitmek için kendimi ittiremiyorum.

Peki çıkarken kendini niye iyi hissettin diye sorarsanız, spor yapmanın değil, spor yapmış olmanın dayanılmaz hafifliğini hissettim, derim.

Hayatımda spor yapmayı gerçekten istediğim iki andan biri What Women Want'taki Nike reklamını izlediğim an olabilir (yukarıda son sahnesini gördüğünüz reklam gerçek midir, bilmiyorum)

Yarına Ötelemeler


Uzunca bir zamandır çevremdeki birçok insan bana "azıcık sarkıt işleri, biraz tembellik yap, yarına bırak" deyip duruyor. Öyle bir kafada değilimdir, bilen bilir. Ama gerekirse bırakırım. Tersim pistir (bunu da hep söylemek istemişimdir!)
^
Bugün bunu söyleyen bir arkadaşa daha yanıt verirken şunu fark ettim: 24 yıldır sandığımın aksine, uykuculuğum uykuyu sevdiğimden değil belki de.
^
İşi yapmamak, yarına bırakmak çözüm değil ki; kafada da bırakabilmek önemli. Ben onu yapamıyorum. O yüzden, yapmam gereken şeyleri düşünmediğim tek zaman olan uyku halinden de bir türlü çıkamıyorum ve fazla olmasa da gecikiyorum işe son zamanlarda.
^
Hem, iş midir sadece kafadaki "yapılacak işler" listesi? Henüz yazmadığınız bir yazı değil midir? Dinlemeyi sürekli ötelediğiniz bir albüm olamaz mı? Arkadaşlara gönderilecek tatil fotoğraflarıdır belki de? Blog şablonu aramaktır? Anneyle görüşmektir?
^
Herkesin listesi, kendisine neyi görev edindiğiyle ilgili dolup taşıyor. Belki ben fazla görev ediniyorumdur. Bir keresinde, görev gibi olmadan kitap okumak istediğimden bahsetmiştim. Umarım bir gün...
^
Galiba bu da başka bir yapılacak işler maddesinin konusu...

West Side Story veya bugün çok güzelim!

Yani bugün çok güzel hissediyorum kendimi ve aldığım övgülerden inanılmaz mutluyum, demek istemediğim için I Feel Pretty (oh so pretty)'den West Side Story'ye atladım, gene çağrıştım kendi çapımda ama sanılmasın ki onu dinliyorum: Kulağımda ve içimde Beirut'tan Nantes çalıyor. Allahım ne kadar güzel bir şarkı!

Bugün ne kadar güzel bir gün!

Döne döne dans etmek istiyorum, yalnız başıma dans etsem bile. Shop Around the Corner'daki Kathleen Kelly gibi. Twirl, twirl, twirl!
*
**
Bişey diyim mi, yakında çok güzel şeyler olacak :)


(bkz. sevgiliyle uyumak)

- That was...
- Totally awesome.

I was hooked. Gone.

Who cares about age, crossword puzzles,

the cab money I'd left on the table?

This felt so good, I'd do anything to keep this high.


And just when I thought I couldn't get any higher...
he spooned me.

(Sex and the City, Valley of the Twenty-Something Guys)

Dialogue

_ I like you.
_ Thank you. It feels it has been ages since someone has liked me. Of which I am aware, at least.
_ Isn't this weird?
_ Why?
_ You know why.
_ Because of him?
_ Yes, a little.
_ Yes, it is a little weird.
_ I don't know how he let you go. I never would. It is impossible.
_ Maybe I did.
_ Still, he must have...
_ Are we going to talk about him?
_ Right. Sorry. Let's talk about us.
_ Us?
_ I like you.
_ I know.
_ How do you know?
_ Women do.
_ Well... I feel embarrassed.
_ Why?
_ You know everything! Maybe even before I dared to name it myself.
_ Maybe. Don't feel bad. There's nothing you or I can do about it. It's me who should feel bad. I have been trying to act normally for as long as it takes. It's difficult. It's wearing me out.
_ Wearing you out?
_ Yes, I am worn out. Like, I can't stand straight. You know, if we were to write this conversation down, my lines would be in italics.
_ Ok. Well, so?
_ So what?
_ What will we do?
_ I don't want to think about it. Not right now. This feels good, now feels good.
_ ...
_ Come nearer.
_ With pleasure.
_ ...
_ You know that song that tells you how you'll know if he loves you so?
_ Are you trying to say something in a complicated but mischievous way? Kinda sexy.
_ Do you want to know?
_ Right now I do sir, very much.
_ ...
_ You know we will never have this moment, right?
_ What happened to your non-thinking?
_ No, I mean this exact moment. Never the same tension again. I won't hear your or even my heartbeat again. See, this is big. You'll forget about this kiss. Me, too. But neither of us should forget this moment. You should remember my breath on your lips and I should remember your hands around my face.
_ I love it when you talk. Please don't talk anymore. Please.
_ With pleasure.

(18.02.2010, Kartalkaya)

Koop Island Blues

Bir arkadaşımın sevgilisiyle tanıştım geçenlerde. Sevgilisi; uzun, inişli çıkışlı bir ilişki yaşadığı, artık bizim ayrıldılar-mı-yoksa-beraberler-mi'lerinin hesabını tutamadığımız eski erkek arkadaşının tıpkısının aynısıydı. Fiziksel olarak tabi.

Hayır bu aynısı dediğim bir tip değil; yani "ben esmerlerden hoşlanırım", "ben sarışın severim" gibi değil. Aynı işte saçıyla başıyla gözlüğüyle kıyafetiyle boyuyla... Aynı.

Tamam, Nash Equilibrium. İstikrarlı bir kişilik, ne güzel işte. Şöyle bir şey de diyen var gerçi ama kimseyi töhmet altında bırakmak istemem (tıklayınız). Yine de şaşırtıcı değil mi be abi? Ne bileyim, belki ben gereğinden fazla şaşırmışımdır. Belki gerçekten o tipte bir çekicilik vardır o kişiye göre ve zaten herkes de karşısındakinin önce gülüşüne sonra da o ağızdan çıkana bakıp tav olmuyordur.

Aman neyse. Onu bırak da ben sana başka bir şey göstereyim, tip mip deyince aklıma geldi şimdi. Uykusuz ile tanıdığım Cihan Ceylan'ın kadın-erkek ilişkilerine dair isyanlarından bir-iki kuple:
Adam haklı abi. Ben genelde erkek tarafıyımdır zaten ama adam da gerçekten haklı yani! :)

(11 Şubat 2010, Fulya)


Yazarın kendine notu: Kendi diyen kendi olur.

XL

düşündüm de,
onun aşkı bana XL ise
tam üstüme göre demektir!

Nükleerle oyun olmaz, oyun böyle olur!

Mario, Prince of Persia… Bildiğin tüm platform oyunlarını unut. İşte karşında bu yılın en süper oyunu “Rüzgar Kamil Nükleere Karşı”!

Dünyayı hep başkaları mı kurtaracak? Sıra sende. Rüzgar Kamil’le birlikte maceradan maceraya atıl, hopla, zıpla, eğlen… Eğlenirken dünyayı kurtar.

Aşk

Aşk köprü kurmaktır.
İnsanlar köprü kuracakları yerde
, duvar ördükleri için yalnız kalırlar.”

Isaac Newton


Biri duvar mı dedi? :)

Allahını örerim (aferin bana)

Savunma Kalkanı

Aklım, beynim, kalbim garip çalışıyor benim. Böyle olan bir benmişim gibi tespit yapmayacağım ama garibim işte.

Herkesin bir duvarı, kalkanı vardır ya, bazılarınınki çok sıkıdır, kolay kolay kimse giremez içine. Bazıları bayağı geniştir. Seçici geçirgenliği düşüktür işte; gel der herkese, ne olursan ol yine gel. Bazılarınınki bir kol mesafesidir, çok yaklaşmadıkça anlamazsınız. Bazıları egosunu örer dışına ki görür görmez anlayasınız...

Ben oldukça önyargılı bir insanım. Kendim hakkında çok yüksek fikirlerim olmamasına rağmen, her şeyi eleştiririm. Eleştiririm, daha iyisini yapacağımdan değil. Ukalalığı hayat tarzı olarak benimsemişim bir kere.

Kendimi de eleştiririm. Fena hem de. Benim savunma kalkanım bu. Kötü yapıyorum derim; kendimi beğenip iyi yaptığıma inandırırsam sonra üzüleceğimi düşünerek, herhalde. Herhalde diyorum, çünkü bilerek yapmıyorum. Bir süre önce yaptığım bir tespittir bu: Kendisi hakkında fikirleri yüksek olan insanların, kendilerinden beklentileri olağanüstü olan insanların başarısızlıklıkları da o kadar yıkıcı olur; o kadar yukardan düşerler çünkü. Sevgili İEL için yaptım bu tespiti, afiyet olsun (kendini bu tespite yakıştırmayan herkesi tenzih ediyorum tabi ki).

Fikirlerim "naçizane"dir hep. Bir şeyi çok iyi yapmam, elimden geleni yaparım. Şimdiye kadar yüz kişi, yüz kere o işi en iyi benim yaptığımı söylemiştir, ben yüzbirinci kere yine elimden geleni yaparım. Zekiyimdir, dediğimi duyamazsınız. Şimdiye kadar aldığım övgülerden hiçbir şey öğrenmedim, evet öğrenmemişim.

Birisi bana "ne kadar güzelsin!" derse, hem de çalıştığım yerdeki en güzel kadınlardan biri derse bunu, sanki bana bunu söylemek zorundaymış gibi bir tsss - sometimes gülümsemesi ile karşılarım. İnanmam ki. İnandırılamadım şimdiye kadar. Ama o günüm çok güzel geçti, o ayrı :) Ne güzel insanlar var şu dünyada, hem de içleri de dışları kadar güzel.

Hiç anlamadım. Birilerinin beni neden sevdiğini, bende ne bulduğunu hiç anlamadım. Bazılarının ne bulduğunu daha çok anlamadım, bazılarını azıcık sezer gibi oldum valla, ne yalan söyleyeyim. Sonuçta çoğunlukla yanıldıkları bir nokta olduğunu düşünüyorum. Olmadığım bir şey gösteriyormuşum gibi sanki. Onların bana baktığı yerden kendime bakabilmek isterdim (Muhtemelen kendim olmazdım artık o zaman ama. Tasvip etmediğim bir "dünyayı parmağında oynatma" haline bürünürdüm. Şöyle bir şeye yani).

"Öyle bir aşk yok"a kendimi inandırır, bana aksi kanıtlansın isterim. Varsa çıksın ortaya. Elma!

Komiğim galiba mesela, insanlar benim söylediklerime güler. Ofisin neşesiymişim. Mutsuz Şirin gibi bir şey çağrıştırıyorum kendi gözümde, salak bi komiklik gibi benimkisi :) Galiba çağrışımlarıma gülüyor insanlar. Bazen ben de gülüyorum kendime.

Bir tek vefalı bir arkadaş olduğumu düşünmüşüm yahu şimdiye kadar. Ondan da istediğim randımanı aldığımı söyleyemem. Belki çok konuşup az dinliyorumdur. Lafa "ben" diye çok başlıyorumdur, olabilir evet. Bakınız yazılarıma. Ama istediğim insanlarla istediğim kadar hesapsız olamadım; hesapsız olacağım insanlarla da belli bir mesafedeyim başka sebeplerden ötürü. Yani ben birine sarılmak istiyorum o beni itiyor; beni itmeyecek insanlara da ben çok yanaşmıyorum. Böyle işte.

Sıkıştım kaldım gene. Bakalım bu akşamki talihli, beni buradan çıkarabilecek mi? Özlemiştim Şahin'imi, bu rakı iyi gelecek. Dinlenmek iyi gelecek. Dinlemek de öyle.

Şimdiden şerefinize efendim.


Aptal!

Aptal aptal yazılar yazıyorum.
Sanki herkes okumak zorundaymış ya da kimse okumamalıymış gibi. İkisi de olmaz.

Tiksindim kendimden bi an.

'coz she's a supergirl ♪

Kendimle pek bi özdeşleştirdiğim için sevdiğim sanılıyorsa şu şarkıyı, pek bi yanılınıyor. Hiç de öyle değil; üstelik süper müper olmadığımın da son derece bilincindeyim (olmak isterdim, ayrı).

Reamonn severim. Müziğini severim yani, yalnız ve uzun yolculukların pezevengidir.

Bu şarkıyı da aslında, ilk satırı için ayrı seviyorum. Çok sade ve mümkünse okuyanın/dinleyenin anlayabileceği aşk anlatımları, onlarca sayfa boyunca ağdalı sözlerle sevgiliden bahsetmekten yeğdir benim için.

Öyle bir aşk olmadığının da son derece bilincindeyim (olmasını isterdim, ayrı).

You can tell by the way, she walks that she's my girl
You can tell by the way, she talks that she rules the world.
You can see in her eyes that no one is her chain.
She's my girl, my supergirl.

And then she'd say, it's Ok, I got lost on the way
but I'm a supergirl, and supergirls don't cry.
And then she'd say, it's alright, I got home late last night,
but I'm a supergirl, and supergirls just fly.

And then she'd say that nothing can go wrong.
When you're in love, what can go wrong?
And then she'd laugh the nightime into day
pushing her fear further long.

And then she'd say, it's Ok, I got lost on the way
but I'm a supergirl, and supergirls don't cry.
And then she'd say, it's alright, I got home late last night
but I'm a supergirl, and supergirls just fly.

And then she'd shout down the line, tell me she's got no more time
'cause she's a supergirl, and supergirls don't hide.
And then she'd scream in my face, tell me that leave, leave this place
'cause she's a supergirl, and supergirls just fly
Yes, she's a supergirl, a supergirl,
she's sewing seeds, she's burning trees
She's sewing seeds, she's burning trees,
yes, she's a supergirl, a supergirl, a supergirl, my supergirl...

Ally McBeal'in getirdikleri

Ally McBeal ilk bakışta genç (gibi), bekar, güçlü, başarılı bir bayan avukattır.

Bir sezon izlediğiniz zaman bu diziden anladığınız, Ally McBeal'in bekar olmak ister gibi yapıp da aslında bağlanabileceği birini -hem de deli gibi- arayan, zayıf, garip, isterik bir kadın olduğudur. Üstelik göz kenarları kırışmasın diye gülmez bile.

Şimdi, bu dizi benim ve annemin hayatına cnbc-e'yi soktuğu ve basbayağı takip ettiğim ilk yabancı dizi olduğu için çok kötüleyemeyeceğim. Ben avukat dizilerini severim; diziden Ally'nin gelgitlerini atarsak basbayağı oturup izlenecek bir dizi olurdu bu. Ama sonuç itibariyle Ally'nin halüsinasyonlarıyla bayağı zaman kaybediliyor diziyi izlerken. Tabi sırf millet uzun uzun birbirine baksın diye 2 saate yuvarlanmış 40 dakikalık dizileri izleyen bir nesil olduğumuz için Ally McBeal oldukça hızlı ilerliyor bile denebilir. Bizi rahatsız edecek yavaşlıkta değil dizi, kesinlikle.

Aslında iki şeyden bahsetmek için konuyu açtım, niyetim Ally övmek değil. Bu dizinin hayatıma kattığı iki şey var:

1- Vonda Shepard şarkıları

Dizinin müzikleri Vonda Shepard'ın elinden çıkma, en azından benim izlediğim kısmı öyleydi. Üstelik müzikal niteliğinde bir dizi olmamasına ve Vonda Shepard yurdum insanınca tanınan biri olmamasına rağmen, dizi müzikleri korsan CD'cilerin eline düşecek kadar da satmıştı vaktiyle.

Gerçekten tam sahnesine uygun şarkıları ya yazmış, ya da oraya cuk oturtmuştu Shepard. Hala da dönüp dinlediğim, özellikle "For Once In My Life" albümü çok başarılı...why did he desert me in my hour of need, i truly am indeed, alone again, naturally...

2- Robert Downey Jr

Aaaah! :)

Bu adamı ilk defa Ally McBeal'de gördüm ben. Şaşırmayın, ortaokulda falanım, daha Iron Man, Gothika, Kiss Kiss Bang Bang yok; nerden bileceğim ki? Ama adını ordan öğrenip daha sonra duyduğum yer yerde "Lan?!" efektiyle dikkat kesildiğimi söylemem lazım :)

Şu anki haliyle kıyaslanamaz oradaki süt hali (bkz. yukarıdaki albüm kapağı) ama karizma, aynı karizmaydı. Bir de bu adamın avukat olduğunu hesaba katın: Jüriyi tavlamaya çalışan bir avukat, hele de ikna işinde başarılıysa, jüriden önce salondaki tüm kadınları tavlar. Bu işler böyle.

Robert Downey Jr ile ilgili yazdığım son yazı bu olmayacak, çünkü Sherlock Holmes'ü yeni izledim ama şimdilik burada bitireyim: Larry Paul'u seviyoruz; Ally'de ne bulduğunu hiç anlamasak da Boston'a dönme kararını kesinlikle desteklemiyoruz!


(Bu yazı, benden istediğini alamadığı için beni "Ally McBeal gibi" olmakla suçlayan adama ithaf edilmiştir:))

watching the series, havin' a wine

"Look, nobody likes to be alone, especially after a break-up. But that’s when we discover who we really are and what we really want."

(Ted Mosby, HIMYM)

I guess that's what rebound guys are all about, not that I chased any.

And I guess that's what one year is all about; not that I found anything about myself that I did not know of.

Then maybe, I should have found a rebound guy.
Well, too late for that.

twit-twit

Yazıyorum yazıyorum, hızımı ve hırsımı alamıyorum. Yakında burası da bana dar gelecek, benden de twit-twit sesleri gelmeye başlayacak korkarım. İşte de yasak değil üstelik.

Eyvahlar olsun :)

naçizane (on altı): Teklifsizlik

Teklifsizlik, çok kolay edinilebilen bir arkadaşlık seviyesi değil ve ben hep çok istemişimdir en sevdiklerimle teklifsiz olayım, iki gün önceden ayarlı olmayan buluşmalar gerçekleştirebilelim, iki cümle önceden ayarlı olmayan cümleler kurulabilsin, espriler yapılabilsin ve anlaşılabilsin.

Bunun için iyi arkadaş olmak gerekiyor filan, tamam ama, bir nokta daha var: Birbirine duyulan ihtiyacın aynı olması.

***

Kimse kimseyle, beraberken de, çok iyi zaman geçirmek, aman efendim sabahlara kadar muhabbet etmek zorunda değil. Ama galiba az ve öz görüşmenin bir etkisi oluyor insanın arkadaşlığı üzerinde. "Çocuklarınızla çok değil, kaliteli zaman geçirin" nanesi vardır ya, o hesap. Bir süre sonra birbirine çok alışıp hiç muhabbet etmemeye başlayabiliyorsun. Soru sorup, cevabını alıp susabiliyorsun.

Birbirini susarak da anlayacağını düşünüp, susabiliyorsun. Bu çok güzel ama biraz korkutucu (hem duyulan susma ihtiyacının aynı olduğunu kim söyledi ki?).

***

Bazı şeyleri daha az yapıyorum, isteyerek değil ama bilerek. Farkındayım. Darlanmamak için değil, darlamamak için yapmıyorum. Aksi, içimden gelmiyor. Bazen içim içimi yiyor ama içimden gelmiyor. Aramıyorum. Aramazsam, istediğimi bulamayıp hayalkırıklığına uğrama ihtimalim yok.

Yalnız olduğun için kimseyle konuşmamak başka şey, yanında biri olduğu halde konuşmamak başka. Ve ikincisi daha zor.

(05-06 Şubat 2010)

Mantarlık

Olabildiğimce her yerde olmaya çalıştım hayatım boyunca. "Ben de ben de" kafasında, gitmezsem hayati bir şey kaçıracağımı düşündüğüm çok yerde var oldum, bir kısmından sıkılsam da çoğunlukla iyi ki gitmişimdir.

İnsan, evi dışında geçireceği zaman kısıtlı ve kendisi haricinde etkenlere bağlı olduğunda, herkes her an süper bir şeyler yapıyor sanıyor. Hani o adamları haftada bir, (, ayda bir, neyse) gördüğünde hep çok eğleniliyor ya beraber; insan orda olmasa da aynı sohbet, muhabbet, eğlence, müzik, film, alkol, gitar devam ediyor sanıyor.

Halbuki öyle değil. Eve dönmek zorunda olmadığım ilk günlerde, sıradan herkesi aradım. Herkes mantardı; "ay yok eve gideyim"ciydi, biri kız arkadaşıylaydı, biri ders çalışıyodu, biri uyuyodu... Görüşecek kimseyi bulamadığımda, hayatın benim bıraktığım yerden itibaren normal aktığını anladım.

Yine de, o adamların mantar olmayan hallerinde yanlarında olmak istiyorum; o yüzden hala her yerde olmaya çalışıyorum. Hem o geçirilen saçma ve boş anlardan en hatırlanası anılar çıkabilir, kim bilir?

Ketum

Ketum olmak lazım,
Gizem yaratmak lazım.

Bundan sonra daha ketum olacağım.

"İroni nedir anne?"
"Bundan sonra daha ketum olacağını blog'undan açıklamaktır yavrum."

Kuralsızlar - mı?

Son birkaç gündür nükseden dans nöbetlerimin bir uzantısı olarak, dün uykudan ölmek pahasına Kuralsızlar filminin başından kalkamadım.

Bu arada, artık lütfen 1- bir Yahudinin gözünden ikinci dünya savaşı filmi 2- başbelası çocuklarla dolu bir sınıfı yola getirmeye çalışan idealist, inatçı öğretmen filmi çekilmesin istiyorum. Al sana Patates Kampanya!

***

Bu filmde de Antonio Banderas öğrencilere yardım etmeye çalışmak isteyip (niye yardım etmeye çalıştığı da bir soru işareti) neredeyse kovulduğu bir okulda, tabir-i caizse Hababam Sınıfı'nı eylesin diye başlarına konan bir dans öğretmeni. Kuralsızlar işte bu sınıfın öğrencileri. Hepsi birbirinden serseri, laubali; dejenere gençliğe örnek tipler. Ha, tabi ki kendi kendine kuralsız adını takan yok; filmin gerçek adı "Take the Lead". En iyisi olmasa da kötü çevirilerden biri sadece.

İşin entrikasında, sokak kavgasında, yo-nigga!'sında değildim de, dansları izledim oturup. Salon dansı ne kadar güzel bir şey yaa... Hayır çok entel dantel olduğumdan değil, yarın öbür gün dokuz-sekizlik bi film çeksinler ben ona da güzel diyeceğim ama o valsler yaa...

Bu tarz filmlerden beklenmeyecek iyilikte şov varmış bu filmde, içgüdüme uyup kanal değiştirmeyince gördüm. Bir de filmin sonundaki tango şimdiye kadar izlediklerimin arasında en iyilerden biriydi. Gerçekten doğaçlama olsa, en iyisi olurdu.

Hiç istidadım olduğunu sanmıyorum böyle salsaydı, rumbaydı, tarzım değil; erkek de mümkünse Harmandalı oynasın diye düşünen biriyim ama bu dansları izlemek bana büyük keyif veriyor. Kendim dans etmiş gibi kıpır kıpır oluyorum :)

King and I (devam)

Unutmuşum, önceki yazıyı da bozmak istemedim. "King and I" filminden (bu arada ne zaman x filminden şeklinde lafa girecek olsam benim de sahneler aklımda diye devam edesim gelir) aklıma gelen bir şey daha vardı.

Hazırlıktaydım. Hazırlık dedimse, bildiğin ortaokul hazırlık, yaş 11.
Hayatla ilgili pek fikir sahibi olunmayan (biz olmamıştık en azından - eğer şimdi fikir sahibi sayılıyorsak tabi), dostluk, arkadaşlık gibi kavramların oturmadığı, ilkokuldakilerin hayatımız boyunca en yakınımız olacağını sandığımız, hormonal aktivitenin yeni yeni başladığı yaşlar. "Azından mı öpmüş" yaşı işte :)

Bizim okulda eskiden yılbaşı balosu olurdu. İşin ilginci, bu tip okasyonların adının hala "balo", "çay" gibi insanın kafasını karıştıracak sözcükler olarak kalması bence. Çünkü ben bir 'süt', annem de bu işler için fazla büyük, e ne olacak o zaman, "baloya gidilecekse balo kıyafeti giyilir!" Bunu ilk hangimiz düşündük veya dillendirdik, hala bilmiyorum ama annem bana, kabarık bir etek dikti gerçekten de. Şu kadar kabarık değildi tabi ki:

Bizim okulun "abajur kız"ı olmaktan ucuz kurtulmuşum!

Sonuç olarak, ben baloya giderken kendimden gayet emindim. Kendi yaşıtlarımın dahi -ve o zaman dahi, çünkü moda değildi- tayt giyeceğini nereden bilecektim ki? Burda, kendi eteğim biraz abartılı kaçsa da yine de tayt giymekten daha iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum hala. Hem, o sırada ufaklık olmanın avantajıyla kimse benimle dalga geçmemiş, lise son abi ve ablaların sempatisini kazanmıştım.

O gece biz tabi ki dans etmedik, dansı bir halt zannedecek yaştaydık o sıralar. İnsan ya öğretmenini nezaketten dansa kaldırır, ya da birini sevdiği için dans ederdi. Dansın bizim için karşılığı "Ahmet Ayşe'yi seviyoooo" olurdu yani. Hey yareppim :)

O yüzden, yavaş parçalara geçilip de pist yine dolduğunda ben çok şaşırmıştım. O an yaptığım ve eve gelince de yazdığım bu tespit, beni çok güldürür: "Ben okulda bu kadar çok çift olduğunu bilmiyordum!"

Bir gün çocuğum olursa, sırf geriye dönüp böyle bir anı yaşayabilsin ve kendine gülebilsin diye bu hikayeyi anlatacak ve günlük tutmasını öğütleyeceğim ona...

King and I and 1,2,3-1,2,3...

"King and I" filmini izledim geçenlerde. Bir süredir düşündüğüm bir şeyi hatırlattı bana bu film: Artık dans edilmiyor.

Tamam, salon dansı ata sporumuz değil. Genel olarak pek becerebildiğimiz de söylenemez bence ama yine de, ilkokul boyunca karşımıza çıkan çeşitli fırsatlarda "dansa davet" denen ve çoğu zaman çocukları kendi güvensizliğe sürükleyen oyunu oynamış/oynatılmış bir topluluğuz (güzel bir gerginliği vardır o oyunun da, neyse). Hem illa vals yapmaya gerek yok, sağdan sola salınmak da bir danstır bana göre. Son zamanlarda gittiğim clublarda da, fasıl mekanlarında da, başka da bir yere gitmiyorum zaten, eskisi gibi bir noktada hafif parçalar çalmaya başlamıyor artık. Şimdi varsa yoksa bir Serdar Ortaç. Teorim odur ki en kaliteli, nezih, kalburüstü geçinen mekanın dahi bir Serdar Ortaç noktası vardır ve eğer o nokta eğer misafirlere göre doğru ayarlanmışsa coşku tavan yapar. Radyoda "Hayaaaaat beni neden yoruyosun"u duyunca frekans değiştiren adam dahi tüm sözlerini bildiği şarkıya cuppa cuppa eşlik eder. Bunu böyle kabul etmek lazım.

Konuya dönecek olursak, neden slow dans edilmiyor artık abicim, benim isyanım var buna?! Ben bekliyorum ki çalsın. Millet bi sakinleşsin. Arada içkimizi içelim. Bizi dansa kaldırmasını beklediğimiz biri varsa kaldıracak mı, görelim. Kaldırırsa, nasıl dans edeceğimizin, ne kadar yakın durmamız gerektiğinin gerginliğini yaşayalım. Ürperelim; ürpermeden yaşanıyor ya ilişkiler artık. Hiç olmadı dostlarımızla dans edelim yahu; ben Sezo'yla ettiğim dansları onunla geçirdiğim çoğu zamana değişmem mesela :)

Ne bileyim, bence dans etmek bir yakınlık, samimiyet vesilesi; temas, sıcaklık... Güzel bir duygu. Şunun şurasında 2-3 yıl önce var olan bir şeyin, azıcık daha çıldırabilmek uğruna ortadan kalkmasına çok üzülüyorum ve açıkça soruyorum:

Dans etmeye devam eden insanlar varsa, biri bana haber verebilir mi?

Günün neşesi: Concon'u çağrıştıran taksici amca

Trabzon bugün çok güzel, çok ferah kokuyordu!

Trabzon'a ilk kez iş sebebiyle gitmiş biri olarak memleket muhabbetine girmeyeceğim (ve tabi ki seni daha çok seviyorum İstanbul. Aman bi kıskanma be!) ama çok ferahtı, belki ben ferahladığım için bana hava öyle gelmiştir.

Taksiciler de pek şen şakrak Trabzon'da, bir konuşmaya başladılar mı karşılarındakini kesinlikle konuşturmuyorlar -ki ben çok sinir olurum-, buna rağmen neşe doluyor insan onların muhabbetleriyle. Bugünkü taksici, beni bi değişik güldürdü ama :)

Amcam, kızını aradı; bir yerden mi alacakmış neymiş (sonra uzun uzun anlattı ama hepsini dinleyemedim). Konuştu konuştu, sonra "Tamam kızım, taam hadi boaybay, boaybay, boaybay" dedi ve kapattı! Şimdi bu "boaybay"ın nasıl bir şey olduğunu bilmeniz için, Beyaz Show'un şöyle 2-3 yıl önceki tiplemelerini birazcık biliyor olmanız lazım. Şu solumdagörmüş olduğunuz concon tiplemesi vardı ya, işte o böyle telefonu kapatırken en az bir kere boaybay derdi. Ehehe :)

Bi de link vereyim, ahanda verdim, iyice beyniniz sulansın. Benim sulandı, sizinki de sulansın bana ne :)

07:00 uçağı için kaçta havalimanında olmak gerekir?

Cevap: E) Hesaplanamaz

Akıl ve mantık yürüterek hesaplanacak bir şey değil tabi bu, o yüzden birkaç veri daha verip bilinmeyenleri azaltayım. 07:00 uçağı dedik, iç hatlar, sözkonusu havalimanı Atatürk Havalimanı, online check-in önceki gece yapılmış, bagaj yok. Ha bir de, uçağa yolcu alımı yarım saat önce başlar, yani 06:30'da.

Ben bu soruya 06:15 şeklinde yanıt verdim. Haftanın en az yedide birini havalimanında, bunun da onda dokuzunu 07:00 uçaklarına binerek geçiriyorum. Öyle karar verdim işte.

Ve uçağı kaçırdım! 25 dakikada Fulya'dan Yeşilköy'e gittim; ama 45 dakikada bir havalimanını bir uçtan bir uca katedemedim ulan!El ele verip bu işi beceren "aman da şahaneyiz 10. havalimanımızı açtık" TAV'a ve devekesmeustası sevgili THY'ye iki çift lafım olacak. Gerçi tüm gün düşündükten sonra asıl kabahatin, beceriksizliğin, basiretsizliğin ve terbiyesizliğin TAV'da olduğuna karar verdim. Şikayet mektubum, yetkililerin eline ulaşmadan önce burda! Çok yakında!
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!