Güzel bir epigraf koysam yazının
inandırıcılığı daha yüksek olurdu ama kitaplığım yanımda değil. Sonradan
bulursam, dönüp eklerim.
Bugün bütün günümü önce
yalnız ölmeyeceğimi düşünmeye, sonra da yalnız öleceğimi düşünmemeye çalışarak
geçirdim ama başarılı olamadım. Düşünmesem de kendini hissettiriyor lanet şey. Midemden
dışarı, yumruk darbeleriyle çıkmaya çalışan bu duyguyu görmezden gelmek pek
mümkün olmuyor bu kadar bulantı içinde.
Genelde rol yapabiliyorum;
ama bazen mutluluğunuz bana çok fazla geliyor. “Bunu görmek istemiyorum, bunu
sakla, bunu gösterme, bu kişiyi takip etmeyi hepten bırak” hezeyanına
yakalandığımı fark ettiğimde telefonu elimden bıraktım. Ne fayda, hepiniz
oradasınız biliyorum. Kimse hatırlamıyor, kimsenin umrunda değil ama ben her
gördüğümde hatırlıyorum: Sen benim en yakın arkadaşlarımdan birini aldatmıştın
şekerim, ömür boyu mutluluklar dilerim. Senin yüzünden o kız iki ay kendine
gelememişti, “she said yes” fotoğrafın çok hoşmuş tatlım. Hayatının yirmi
beşinci aşkıyla (ya da yirmi beşinci “hayatının aşkı”yla) evlendiğin için çok
mutluyum balım. En son sevgilinden ayrıldığında intihar ediyordun, öyle bir şey
hiç olmamışçasına toparlandığına çok sevindim canikom.
Siz her şeyin en güzelini
hak ediyorsunuz.
Gerçekten sevindiklerim de
var, olmaz mı? Mesela bir arkadaşım var. İlkokulun ilk gününde, ilk ders
öncesinde tanışmıştık. İkimiz de birbirimizi ayrı bir önemseriz bu yüzden. Anadolu
Lisesi sınavlarına beraber çalışmışlığımız vardır, o solak olduğu için doğru
yaptığı soruların yanına attığı “tick”lerin
ters olmasını garipsediğim gibi saçma detaylar hatırlıyorum. Annelerimiz
salonda oturup bizi çalışıyor zannederken fayansın üstünde kolonyalı pamuk
yakıp neredeyse mobilyaları ateşe vermişliğimiz filan da vardır; benim gibi
akıllı uslu biri için epey çılgın hikayeler sizin anlayacağınız... Yine beraber
çalıştığımız bir gün, banyonun aynasında yüzüne krem sürerken görmüştüm onu,
ergenlik sivilceleriyle başı derde girmeye başlamıştı daha o zamandan. “Bende
hiç çıkmadı” demiştim. “Büyüyünce çıkar” dedi. Kalbim kırıldı. Kalbimin ne
kadar kırıldığını o an anlamadım.
Farklı okullara gittiğimiz
için koptuktan ve yıllarca görüşmedikten sonra Facebook sayesinde tekrar bir araya
geldik bu arkadaşımla. Görüştük arada bir, daha çok uzaktan haberleştik,
geçenlerde bir gün “burada olacak mısın Ekim’de?” dedi. Orada olmayacaktım Ekim’de.
Üzüldü. Gerçekten üzüldüğüne inanıyorum. Ben de üzüldüm aslında biraz, orada olsaydım
evlendiğini görmek isterdim. Aile ya da komşuluk ilişkileri gerektirdiği için
değil, aynı sırada isteyerek yan yana oturduğumuz için edindiğim ilk arkadaşımdı
ne de olsa. Ama ben biraz da üzülmedim. Kendimi o banyodaymış gibi hissettim
çünkü yine. Kalbim öyle bir kırılmış ki şu an bile o anı, o banyo aynasındaki
yansımasına bakışımı gözümün önüne getirebiliyorum ve aynı şeyi hissediyorum.
Benim neredeyse hiç
ergenlik sivilcem çıkmadı. Bunun için üzülecek değilim tabi ki, ne iyi etmişler
de çıkmamışlar. Ama ergenlik sivilcesi çıkaran herkes gitti. Herkes büyüdü, ben
kaldım. Bu kadar çekilmezmişim demek ki. Bu kadar lanet bir insanmışım. Ukala, kibirli,
sıkıcıymışım. Benimle beraber olmayı bırak, bir çay kahve filan içmeye bile
değmezmiş. Çirkinmişim belki, bilmiyorum. “Patates”mişim. Gerizekalıymışım.
Cahilmişim. Kötüymüşüm.
Ya da tam tersi? “Onun için
fazla entelektüel”mişim. Öbüründen çok daha kendimi geliştirmişmişim. Diğerinin
yaptığı müzik bana uzaylı istilası gibi geldiği için o iş herhalde olmazmış. Belki
iyi bir işim varmış, fazla kazanıyormuşum. Evim de ne güzelmiş. Bağımsızmışım
da, kimseye ihtiyaç duymuyormuşum. Erkekler benden korkuyormuş.
Bunlar illa ki kendim için
düşündüğüm şeyler değil. Fikir yürütüyorum; çünkü ortada bir derdin olması
gerektiğine inanıyorum. Yani birisi bana çıkıp “seni aramadım çünkü evde ot
içip 31 çekiyordum” diyebiliyorsa, onun ne kadar saçmasapan biri olduğundan
bağımsız olarak, bende de bunu dedirten bir şey olmalı. Bir şey olmalı, olduğuna emin oldum yıllar içinde; ama ne olduğunu bulamadım. Sordum da etrafa, kayda değer bir şey söylemediler. Psikologlar
böyle şeyleri düşünseler de söylemezler zaten. Beklemiyorum bunu. Rakı
masasında, en sevdiklerin söylemedikten sonra...
Ha, o sevdiklerime de sinir
oluyorum. Ne o öyle sanki benim bilmediğim bir şey biliyormuş gibi bir
gülümsemeyle “o işler hiç belli olmaz” demeler falan? Tsss, sometimes. Bunu diyen herkes şu an
evli, nişanlı yahut içinde mutlu olduğu bir ilişkiye sahip. Aynı kişilerin,
yalnız oldukları zaman hiç böyle laflar etmediklerini bilmesem, belki azıcık
güvenirdim. Ama biliyorum. Üç beş ay yalnız kalınca dünyanın en istenmemiş insanıymış gibi davrandıklarına şahit olacak kadar zaman geçirdim
hepsiyle. Hepsinin hayatından seksen tane insan geçti benim yalnız olduğum asır
içinde; evlendiler, boşandılar ve tekrar evlendiler hatta; ve tüm bu süre içinde, biriyle birlikteyken en mutlu olmak gibi, yalnızken en mutsuz olmak da
onların tekelindeydi. Çünkü birinden ayrılmak hiç kimseden ayrılmamaktan daha
büyük bir mutsuzluğa hak tanıyordu. Yani, kaç yıl kaç ay kaç gün olduğunu hatırlamıyor
gibi yapmayı artık daha uygun bulduğum yalnızlığımla bile, mutsuz
olmaya hakkım yoktu aslında. Ne konuşuyordum yani? Ne anlatıyordum, yeni bir şey mi vardı?
Hiç.
Velhasıl, kendini
değersizleştirdiğini zannederek büyüdüğümüz herkes şahane birer insan evladı
oldu birilerinin gözünde. Bana da şişe çevirmece oynarken “en büyük korkun nedir?” diye
sorduklarında hiç sektirmeden “bir daha sevilmemek” demek kaldı. Dünyanın hangi
ülkesinde olursam olayım hem de. Her gün, her dışarı çıkışım, tanıştığım ve
ilgimi çeken her yeni kişi bu fikre atılan bir cila. Sivilcem de yok zaten, pürüzsüzüm vallahi. Pırıl pırıl parlıyorum
artık yalnızlıktan.
Işıkları kapatabilirsiniz.