... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

no resolutions and no surprises

Saat 16:48

Oturup tüm Aralık'ların son yazılarını ve Ocak'ların ilk yazılarını okudum, 2009'da blogu açtığımdan bu yana buraya karaladığım.

(Günlüklerimi de hala saklarım ben. Bazılarını okuyorum etrafı düzenlerken filan elime geçtikçe. Bazılarınınsa kapaklarını dahi açmıyorum. Üniversite biterken yazılan yıllık yazılarıma da hiç, ama hiç bakmadım mezun olduğumdan beri. Benim için çok önemli olanları, içimde kocaman bir ışık veya kocaman bir boşluk bırakanları zaten biliyorum ezbere.)

Çok mutlu olduğum zamanlar varmış evet ama en önemlisi, mutluluğun nasıl bir şey olduğunu hatırladığım ve ona ulaşmaya çalışıp zaman zaman ulaşamadığım için mutsuz olduğum zamanlar varmış. Şu an kıvrıldığım koltuk köşesinde bunları yazarken veya az önce uzandığım başka bir koltuğun üzerindeki, nereden geldiği belli olmayan ufak beyaz tüy topağına dikkatle bakarken hatırlamıyorum, hatırlamıyordum bunu. Başka birçok şeyi hatırlamadığım gibi.

İnsan yeterince unuttuğu her şeyden kuşku duyuyor sonradan. Belki bu yüzden yazmak lazımdır. Ben mesela, hiç yazmamış olsaydım 2004 Mayıs'ında, ICAMES 2004'ün civcivli zamanlarından birinde, önceki gece muhtemelen -yine- hayvan gibi içmiş ve birkaç saat kulüpteki rahatsız ve gereğinden sıcak deri koltukta veya kara masanın üzerinde uyuklamış ama yine de sabah 8.30'daki ders için Hisarüstü'nden Taksim'e teşrif etmiş halimle Fransız Kültür'ün tuvaletinde kendime gelmeye çalışırken, yüzüme su çarpıp aynaya baktığımda inanılmaz, ama inanılmaz mutlu hissettiğimi, acaba geçenlerde bana "En son ne zaman mutlu oldun?" diyen insana "2004'te" diyebilir miydim? Aklıma gelen ilk cevap bu olabilir miydi?

(Elbette daha sonra da mutlu hissettim kendimi ama bunlar o anki kadar pürüzsüz, lekesiz, başdöndürücü değildi.)

Fotoğrafları çekiyorum çünkü onları gördüm, oralara gittim, o şeyler bana bir şey hissettirdi/düşündürdü. Anları yazıyorum çünkü bir şeyleri hiç geri gelmeyeceklermiş... yok yok, bir daha hiç olmayacaklarmışçasına unuttuğumda elimde en azından bir kanıt olsun istiyorum. "Ben mutlu olmuştum." Mutluluk nasıl bir şeydi? Bilmem, ama mutluydum. Aşk nasıl bir şeydi? Bilmem, ama aşıktım. Sorarsanız verecek bir cevabım var. Yazıyorum çünkü.

Saat 17:06

Özenle ve teker teker hayır dediğim tüm yılbaşı davetleri havanın kararmasını bekliyor olmalı. Çünkü bugün erkenden buluşulmaz. Bugün hazırlık yapılır. Bugün kırmızı don giyilir ve bu don mutlaka bize şans getirir. Bugün kuaförler fazla mesai yapar, trafik olur, taksi olmaz ve geç kalınır. Bugün birinin bir yere geç kalması çok kritiktir. Bugün birinin bir yere geç kalmasını kendinden başka kimse umursamaz. Bugün çok eğlenilir. Bugün acayip içilir. Bugünün gecesinin sabahında çok geç kalkılır.

Bu gün, 14 Şubat'tan daha elim ve daha vahim bir klişedir.

Elbette davetlere hayır dememin bir klişeyi beslememek gibi asil bir amacı yok. Yılbaşlarını severim, omuzlarına yılın yükünü yüklemekten genelde kaçınsam da. Yılbaşı ağacı filan; bu yıl süslemek aklıma gelmese ve süslendikten sonra da bir kere bile ışıklarını yakmamış olsam da, güzeldir. 14 Şubat'ları da severim zaten ben. Kalpler, balonlar, balonlu kalpler falan. Güzeldir. Kırmızıdır. Kırmızıyı severim. Tüm bunlar bana şu an bir şey ifade etmiyor sadece. Her yıl bu güne yüklediğim anlam ya da her neyse, azalıyor. Bu azalmanın, günün umurunda olduğunu pek sanmıyorum. İhmal edilebilirdir kazancı, bunca insan arasında... Ziyaret ettiğim kiliselerde mum yakarken, doğum günü pastamın mumunu üflerken, Kadir Gecesi'nde -eğer içimden gelirse- dua ederken veya tekneyle köprünün altından geçerken artık tutmadığım dileklerin de gerçekleşmesini gönülden dilediğimiz diğer dilekler üzerinde herhangi bir rahatlama yarattığından şüpheliyim zaten. (Herkes bugün tüm sevdiklerinin tüm sevdikleriyle beraber olmasını ve kendileri başta olmak üzere tüm sevdiklerinin diledikleri her şeyin olmasını istiyor... Bruce Almighty'yi izlemiş miydiniz? Tamam.)

Dolayısıyla bir yeni yıl dileğim veya yeni yılda mutlaka yapacağım dediğim bir şey, bir "resolution" yok. Bu yazı hariç, bugüne dair yaptığım bir şey de yok. Böyle olmasını, tüm davetlere özenle ve teker teker hayır diyerek, ben sağladım, ben, Yaşar Usta! (Bu espriyi kendimden çok sizin için yaptım. Ölmeyin diye.) Yeni olan bir şey yok bu yılda. Kutlanacak bir şey yok. Gülecek yeni bir neden / Yine gülecek bir neden yok. Kadeh kaldırmayı, konuşma yapmayı, hatta diyeti bozup içki içmeyi bile gerektiren bir neden, bir kişi, bir nefes, hiçbir şey yok. Bana kalırsa 2011 daha yeni bitiyor zaten. Sonraki yılların hesabına henüz geçemedim.

(Ben size yine de İYİ YILLAAAAR ^___^ dileyeceğim bana saat tam 12'de mesaj atacak olan arkadaşlar, merak etmeyiniz.)

Saat 17:34

Velhasıl...
Yılı böyle kapatmış olmanın bir önemi yok çünkü dedim ya, bu yazı dışında yılbaşının veya yıl sonunun veya bu günün bir önemi yok. Evde yalnız oturduğum herhangi bir gün. Az sonra kuru fasülye ve pilavımı yiyecek, portakalımı sıkacak ve bir film seyredeceğim. Belki önce biraz kitap okurum. Hem yarın da tatil. Vallahi mis gibi.

Dedim ya, severim aslında yılbaşını. Biliyorum sevdiğimi.
Yazmışım çünkü.


(31 Aralık 2013, İstanbul)

Prolog

(Bu bir yazıyı yazmak istemenin yazı yazmasıdır.)

Bugün işe yürürken (evet yürürken) aklıma çesitli fikirler geldi, hiçbiri de bir işe yaramayacaktı ama olsundu.

Ben bu sabah yürüdüğümden daha uzun yürümek istedim ama zamanım yoktu, durup kahve almak, sigara içmek istedim ama zamanım yoktu.

Sanki uzun uzun yürüyecek bir şey olmuş gibi geliyor ama daha önce bana çok gibiler geldiği için pek aldırmıyorum (aldırsam da aldırmıyorum).

Neyse.

Dün patron gelip "arkamdan Londra'ya gelirsen bu sefer gitmem" dedi. Bana dedi. Ben ona "girdiğim her şirketten ayrılıyorsunuz" minvalinde bir şey dediğim için dedi. Hahah. "Kısmet" dedim kendisine. "Daha ne kadar yapabilirim'ini bilmediğim bir işi sürdürmek üzere ülke değiştirmeyi düşünmüyorum yea ben aslında" demedim."Ben onu dedim ama bi' sorun niye dedim... Çünkü herkes gibi teşekkür sıralamak anlamsız geliyor bana" da demedim. Çünkü bazı şeyler denmez, ben korprıt hayatta ilk bunu öğrendim.

Bazı şeyler söylenmemek için var. Bu, hayatın korprıt olmayan kısımları için de geçerli. Basitleştirerek örneklemek gerekirse; "lakin". Kim lakin der ki konuşurken? Lakin, yazılır ancak. Okuyabiliyor ama konuşamıyor olduğunuz diller gibi. Ha, ben lakin derim laf arasında. Ama siz bana bakmayın. Ben hayatta karşılığı olmayan pek çok şey yapıyorum ve bu başka bir yazının konusu, başka bir aşırı acıklı hikaye.

Neyse neyse.

Bugün işe yürürken "validasyon" dedim kendi kendime. Bir kısa film vardı, onu hatırlamaya çalıştım. Yazacağım bir yazı var, onu düşündüm. Geçenlerde bir arkadaşla konuştuğumuz insana ihtiyaç duyma-duymama konusunu başka bir tarafından düşündüm. Dergi editörü olsam şimdi dedim, ya da online içerik editörü filan, validasyon konseptli bir sayı çıkarırdım. Ama ATİKER Sıralı Otogaz Sistemleri için dergi çıkarmıyorsanız validasyon gibi sözcükler kullanmamalısınızdır. O yüzden açıp sözlüğe baktım. "Sağlamlama" imiş bu. Bence bu da olmadı ama... Neyse, bunu dergi editörü ya da online içerik editörü olan düşünecekti artık.

Ve işe yürümenin (evet yürümenin) güzelliğini düşündüm, ve arabam olmamasının özgürlüğünü.
Ve bazı yoksunlukları özlediğimi düşündüm.
Bazılarından da ölesiye nefret ettiğimi (ben ölesiye'yi öylesine kullanmam).

Bu bir şeyleri özlemenin de yazı yazması da aslında ama...
Dur dur, ben şimdilik aldırmıyorum.


(20 Aralık 2013, 1.Levent)

Bu cümlede 'it' neyi ifade eder?


Bir süredir kafamı kurcalayan iki çift şey var, birbirlerinden acilen ve titizlikle ayrılması gereken:

- Basit ile Sıradan aynı anlama gelmez.

- "It's got to be perfect" diyor şarkı. "He's got to be perfect" demiyor. 

Sorusu olan varsa buyursun.


"Sikerler" için alıntı


Varolmamanın Dayanılmaz-

Bu varoluşsal bir kaygı değil ki.
Bilakis.
Varolmamaya karşı fiziksel bir tepki olabilir ancak.

Fakat ben artık konuşmaktan da sıkıldım. (Dün birden içimde Bali gibi bir yere gidip bir tapınakta -tapınmakla, enerjiyle, incik boncukla gelen pozitif düşünceyle alakam olmaksızın- sessizlik yemini etmek isteği belirdi. Kimsenin konuşmanı beklemediği bir yer fikri, şimdiye kadar olduğundan daha çekici göründü gözüme.) "Kalbim kırılıyor" deyince anlatamadığım gibi, "nefesim kesiliyor" demem de bir şey ifade etmedi. Oysa ben açık, hatta belki gereksizcesine açık olduğumu sanıyordum.

Ne anlatayım? Telli Baba'dan benim için tel kesmiş birileri, "naber?" diyene bunu mu söyleyeyim? Kahve falı baktılar bana geçenlerde, zor biri olduğum çıktı, "memnun oldum ben bellatrix, kolay anlaşılmıyormuşum" mu diyeyim?

İlginizi çekecek şeyler anlatmakla ilgilenmiyorum dostlar. Benimle birlikte benim ilgimi çeken şeyler de ilgi çekiciliğini kaybettiğinden, sizinle konuşacak bir şeyimiz kalmadı gibi sanki. Söyledikleriniz beni rahatlatmıyor. Söylediklerinizin hayatta karşılığı yok. Söyledikleriniz -spoiler- yalan -spoiler-.

Ve dışarıda bir hayat devam ediyormuş anlatmayın, ben bunları duyunca sinirleniyorum. Aynı montları giyen, aynı şarkıya aynı anlamı yükleyen, aynı işi yapan, kitapların aynı satırlarının altını çizen, aynı yalnızlığı yaşayan ve en önemlisi, aynı şeyleri yazan ve vaktin birinde yazdıkları vaktin şimdisinde de aynı olan birine ne ifade edebilir ki bunlar?

Aynı randımanda varolmayan birine söyleyecek neyiniz olabilir?

Ben uzun uzun susmak istiyorum. Bunu çoğunuz kaldıramayacaksınız. Bunu hangilerinizin kaldırabileceğini denemek de istemiyorum. (Olsaymış zaten olurmuştu. Benim kuzenim var, ben onun yanında susarım gerekirse. Yarın bir gün "beni ne doktorlar ne mühendisler darladı da ben şeyapmadım, yoksa şeyapsam ohooo" diye anlatırım merak etmeyin. Niyetleriniz için çok teşekkürler. Niyet önemlidir. Best regards.)

Önce whatsapp'lar bozuldu dostlar. Gördüğünüz üzere ben artık pek tutunamıyorum. 
İyisi mi beni kendi halime bırakın.


(8-14 Aralık 2013, İstanbul)

Psikolojik

Kendimi bildim bileli nefes almakla ilgili şöyle ya da böyle bir problemim vardır.

"Nefes alamıyorum" dediğim bir doktor beni muayene ettikten sonra "psikolojik" demişti, "bir sorun görünmüyor." KBB'cilerin geneli gibi konuşkan, esprili bir adamdı. Anlatmıştı uzun uzun neden tekrar ameliyat olmama sıcak bakmadığını; eskiden bir hastası varmış, aynı durumdan şikayetçiymiş ama meğer burnu Bolu Tüneli'ne dönmüşmüş, "hava, her taraf hava"ymış, o kadar ameliyattan sonra artık bir şey kalmamışmış zaten... Hastanın nefes alamama problemi tam da bundan kaynaklanıyormuş aslında: O kadar ameliyattan sonra bir şey kalmamasından. Aldığı nefesin çarpacağı bir yer, bir sinir ucu olacak ki sinyal beyne gitsin.

Hasta elbette ki vücuduna gereken miktarda hava alıyordu.
Bu yaşayamamakla ilgili bir konu değildi.

///

Şimdi ben de nefes alamıyorum diyorum zaman zaman. Nefesim kesiliyor diyorum, mutsuzluktan.
KBB'ciler bakmıyor bana.

Bu da yaşayamamakla ilgili bir konu değil anlaşılan.
Tamamen psikolojik.

Sondan Önce

29 Kasım gecesi bir oyuna gittik; Sondan Sonra. Emre Kınay oynuyor (kendisi hakkında pozitife meyleden bir nötrlüğüm var), Ahu Türkpençe oynuyor (pek sevmem, ama onu pek sevmeme sebeplerim tamamen başka ve daha uzun bir yazının konusu), oyun güzel, biraz "tiyatro oyunu nasıl ilgi çekse" diye hesaplanarak yazılmış hissi veriyor ve alabildiğine Amerikan. İlgililerine duyurulur.

Oyun bitti, alkışlar alkışlar, daha da alkışlar alkışlar, sonra Emre Kınay elini kaldırıp söz istedi seyircilerden. "Bir süredir" dedi, "seyircilerimizle paylaştığımız bir şey var." Bundan sonrasını aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum: Bu oyunun da doğduğu Duru Tiyatro, başka birçok bağımsız tiyatro topluluğu gibi Kültür Bakanlığı tarafından cezalandırılmış. Fonları, harçlıkları, artık her neyse o kesilmiş, demek bu. Sebep? Emre Kınay'ın havada tırnak işareti yaparak vurguladığı şekliyle "genel ahlaka aykırı" oyunlar oynamak. Duru Tiyatro ve onlar gibi 13-14 tiyatro topluluğu cezalı. Ceza almayan diğerlerinin de sözleşmelerinde yeni bir madde var artık: Tü kaka oyunlar oynamama maddesi.

Biliyorlar aslında ne olduğunu. Yayından kalkan, kadrosu tepeden inme değiştirilen dizi oyuncuları da biliyor ne olduğunu. Emre Kınay'ın müstehzi bir gülümsemeyle "ha bir de biz çok GEZİNTİYE çıkıyormuşuz" dediği şey oluyor. (Korku radyasyon gibi yayılmış, her yere, o kadrolaşma dediğimiz bulamacın her noktasına sirayet etmiş. Korkan hayvanlar anlamsızca saldırgan olur. Köpeklerin cüsselerinin küçüldükçe seslerinin daha çok çıkması, gibi.) 

"Genel ahlaka aykırı oyunlar oynuyormuşuz" dedi Emre Kınay, "Ne oynayalım? Mesela Adıyaman'da, 13 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz edip serbest kalan 26 kişiyle ilgili bir oyun yazsak, bu genel ahlaka uygun olur mu?" Alkışlar alkışlar. "Peki, milletin parasını cebe indiren siyasetçilerle ilgili bir oyun oynasak, bu genel ahlaka uygun olur mu?" Alkışlar alkışlar. 

Onları alkışlamayın, onları izlemeye gidin. "Burada boş koltuklar görüyorum, canım sıkılıyor" dedi Kınay (CKM'nin Büyük Salon'unda boş koltuk görmek olağandı bence ama, o daha iyi bilir sonuçta.) "Siz bir gidin, on gelin ki yıldıramayacaklarını anlasınlar." Çünkü onların tek dayanağı seyirciydi. 

Engelli Gazetesi aldınız mı hiç, genelde sadece İstanbul Esenler civarında, sadece görme engelliler için yapılan aktiviteleri anlatır, kör amcalar satar hani metrolarda filan... Saçma mı? Bilmem. Yoksa sokakta genelde bizi durdurmasınlar diye telefonla konuşuyor numarası yaparak yanlarından geçtiğiniz Unicef'ci, Greenpeace'ci, Uluslararası Af Örgütü'cü gençleri hiç dinlediniz mi mesela? Birinin destekçisi olup ayda 20 lira da olsa ayırdınız mı bütçenizden? Gezi'nin ilk gününde başından vurulan Lobna için kampanya düzenleniyor, katkıda bulundunuz mu?

Aslında bunların hiçbirini merak etmiyorum. Hem bana ne diye, hem de bunları saçmasapan ve nafile buluyor olabilirsiniz, diye. Ama bu işte saçma olmayan bir şey var. Bu tiyatro. Bir sanat dalına gönül verip işini yapan insanların "lütfen destekçimiz olun" demek zorunda kalabildiği bir ülkede yaşıyoruz ve onlar bizim için oynuyor, para için oynasalardı bilirlerdi herhalde bir Yılan Hikayesi, bir Bir İstanbul Masalı daha çıkarıvermeyi... 

Yani o içiniz rahatlasın diye yaptığınız şeylerden bir tık daha karlı bu sizin için, herkes kazanıyor. Hem zaten tiyatro tiyatroyu çekiyor. Tiyatroya gittiğimiz gece aldığımız Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi biletleri çekmecemde ay sonunu bekliyor şimdi mesela ve afişine bakarak söyleyebilirim ki olağanüstü derecede genel ahlaka aykırı!


Sondan biraz daha az Önce, Sona epey yaklaşmış bir Öncelikte:

"Gezi"

Tırnak içinde başlığı attım, öyle bakıyorum ekranın suratına.

Yine olmadı. Aslında yapmaya çalıştığım şey, daha önce hiç olmadığım bir ruh halinde karman çorman karaladığım 31.05.2013 anılarını temize çekmekti. Sadece ruhsal bir karışıklık değil çünkü dediğim. Ben bile zorlandım kendi elyazımı okurken.

Sonra da birkaç açıklama yapayım dedim ama şimdi söyleyebileceğim bir şey yok. Her ne olduysa, olması gerekiyordu ama o çocukların, gençlerin ölmüş olması beni mahvediyor. Berkin'in hala uyanmamış olması beni mahvediyor. Behzat Ç'nin film setinde atılan gaz (sis) bombasının görüntüsü bile beni mahvediyor. (Halbuki film o. Ama işte.) İnsanlar nasıl çıkarttılar o kadar kitabı birdenbire, ben şurada iki satır açıklama yazamıyorum çünkü hala gördüğüm, hatırladığım, düşündüğüm her şey beni mahvediyor. NTV Tarih'in basılmayan sayısının kitap yapıldığını gördüğümde gözlerim doldu metroda, ağlamak için eve kadar bekledim de neyse.

Gezi: Bizim bir daha yaşamayacağımız bir kutsal direniş. Böyle bir anlam kaymasının emsali yoktur başka ve bu öyle bir ovaya 1071 tane Alparslan toplayıp, ceplerine 3-5 lira koymakla elde edilebilecek ya da kıyaslanabilecek bir an değil. Biz bilmediğimiz bir şeyi hatırladık. İnsan bilmediğini hatırlar mı? Hatırlıyormuş işte.

"Onlar çatışmıyorlar, var olmak için direniyorlar."
(Behzat Ç.)

Bazen eski günlüklerimi okurken "ben bunu yazdığıma göre hissetmişimdir" diyorum, "nasıl bir şeydi acaba?" Üstünden yeterince zaman geçtiğinde bazı şeyler hiç yaşanmamış gibi geliyor. Bazı duygular. Ben mesela hatırlıyorum 2004 Mayıs'ındaki o çok mutlu olduğum anı. O an gözümün önüne geliyor, ama bir şey hissetmiyorum. Aradan yeterince zaman geçsin, insanın unuttuğu ilk şey hisleri oluyor. Hislerin düşüncesi kalıyor sadece. "Ben aşık olmuştum." Hani, nerde? Yok. Belki de aşık olmamışımdır?
Belki mutlu da olmamışımdır hiç?

Bana sormayın artık ben otorite değilim.

Ne kadar var olabildik bilmiyorum. Var olamadıysak da faturayı Gezi'ye kesmemeli ya. Bir şey için savaşmaya -belki-, kendimden başka bir şey düşünmeye -kesin- ihtiyacım vardı benim. Dört elle Gezi'ye tutundum. En çok ihtiyacım olan şey de belki "onlar dışarıda. onlara bir şey olursa ben zaten sıçmışım." demekti. Diyebilmekti.

Nasıl bir şeydi, bak, yine unuttum.

31.05.2013

31.05.2013

Çok kötü bir şey olacağına dair duyum aldık, birinin annesinin emniyetteki arkadaşından, birinin istihbaratçı babasından.

Bizi Taksim'in dışında tutmak için numara mı, bilmiyorum. Hayatta en az güvendiğim şey, polis. Şey, kişi değil. Kişiliklerini artık kaybettiler.

Öte yandan, evin içinde huzursuz huzursuz volta atıp durmak anlamsız.

Ne olabilir? Ölür müyüm?
Kitle imha silahı mı kullanılır?
Atom bombası mı atılır?
NE OLUR?

Ben ölmekle ilgili bir sorunum yok demedim mi pazartesi kadına?
Evet yok.
Şu an, dostlarım orada, oralarda. Onlar ölürse ben ne yapacağım? Nasıl yaşayacağım kendimle nasıl???
(Kocaman bir soru işareti koy bu tarihe.)

Ailem dışında tutunduğum, geride bıraktığım hiçbir şey yokken ben ölemeyeceksem, kim ölecek? Kim "devlete, polise karşı çıkanlar bir de ambulans mı bekliyor?" diyen Sağlık Bakanı'na "yok lan artık!" diyecek?

Ölmekten korkmayan ben Taksim'de olmazsam, daha layık kim olacak?

Bilmiyorum, bilmiyorum.

Bana bir şey olursa, bu defter Cihan Akıncı'nın olsun.
Yazılarımdan başka (naçizane) hiçbir şeyim yok hayatta, bir çocuğum, kendi kurduğum bir aile, bir ev, araba, tekne, kümes vs.
Tüm maneviyatım dostlarımın olsun.

Ve bana bir şey olursa, kalbimi gerçekten kıran herkesi affedebilmeyi diliyorum.
Bunu hala yapamadım çünkü.

Ha, unutmadan... Bugün veya herhangi bir gün ölürsem, beni Heybeliada'ya, Zeyyat'ın yanına gömün.
Uzun zamandır en çok özlediğim kaybım o.



Bu küçük şişenin içinde Venedik kanallarından aldığım su var. Şimdi ben en az Venedik kadar huzurlu, en az bu martılar kadar özgür bir ülke hayaliyle Taksim'e gidiyorum. Korkuyorum ama gitmezsem daha çok korkacağım. #direngeziparki 



01.06.2013

Dün. Bugün düğünümüz olduğu için kuaföre gittim. "Ne var canım?"cı bir kadınla ağız dalaşına girdim. Sonra boşverdim. Yobazdan daha yobazdı kolsuz, minicik elbisesi ve pembe ojeleriyle. "İyi eğlenceler" dedi kuaför çıkarken. Şöyle bir baktım. "İyi savaşlar" dedi. "Teşekkürler."

Osmanbey metro. İçeri gaz bombası atıldı. Dışarı çıkamadık. Bekledim, Aşağı da attılar. Sonraki metroyla Şişli'ye kaçtım, Osmanbey'e yürümeye başladım. Halaskargazi'den gelen TOMA'yı görüp Cumhuriyet Gazetesi'nin sokağına, oradan arkaya, Bomonti'ye, Kurtuluş'a, Pangaltı'ya, Harbiye'ye. Yolda 20 kadar polisin yanından geçtim. Korkmadım. Hilton'un önünde dostları buldum; Deniz, Bora, Muzo, Cem, vesaire.

Hilton'un bahçesine doğru gaz bombaları atıldı, tepemizde helikopterler, onlara el sallayan bizler. "Sık bakalım, sık bakalım / Biber gazı sık bakalım / Kaskını indir, copunu bırak / Delikanlı kim bakalım" nidalarıyla Lütfi Kırdar'ın önüne doğru sürüklendik. İçeride Miss Turkey vardı. GERİZEKALILAR. Suratımda bir şal, yolumun üstünde gaz maskesi alacak yer yoktu napayım, elimizde Talcid'li sular, her şeyi ne de çabuk öğrendik?

Habitat Parkı'na yukarıdan, caddeden gelen haberler iyi değildi. Arkadaşlar yorgun, ben en son ne zaman bu kadar yürüdüm hatırlamıyorum. Ama garip bir şey var. Bir şey işte. Anlatamam da. Beşiktaş'a yürüdük. Oradan ev. Boğazım ağrıyor hala. Düğün olmasa bugün. Hiçbir şeye benzemeyeceğiz. Hiçbir hakkı teslim edemeyeceğiz. Düğünden sonra tekrar dışarı çıkacağız en fazla. Tekrar. Fıskiye gibi. Devr-i daim.

Bazı sokaklar o kadar sakindi ki dün ben yürürken. Kurtuluş. Önünden geçtiğim Huzur APT.ları saydım. Bunlar bu kadar çok muydular? Huzur diledim sonra. Ve rüzgar. Aşağıdan yukarı, hani karda olur ya bazen, biber gazını dağıtacak rüzgar. "Allahım lütfen" dedim. Allah'a da yalvarıyorsun. Ne fark eder? Ne varsa. Elinden, içinden ne geliyorsa.

Beşiktaş'ta rakı masaları kurulmuştu biz indiğimizde. Eğlenen insanlar. Ne garip. Ahmet Kaya çalıyordu, o da garip.

"aydınlansın diye şu kirli yüzler / biz durmadan savaşırdık"

o ilk İyi

Bir tiyatro oyuncusu gibi, deliyi oynayan bir tiyatro oyuncusu gibi aniden ağlamaya başlıyor, sonra aniden susuyorum. Zorlasam belki gülerim bile. Sonra tekrar ağlamaya başlıyorum hüngür hüngür. Bütün gün içimde tuttuğum, ciğerime dolmuş gök hüngürdüyor. Sonra yine susuyorum. Kuru kalkıyorum yattığım yerden.
Kuru ama güneşsiz.
Karasal iklim.


Belki gerçekten, normal normal deliriyorumdur.

Ve ben ağlayıp durduğumu kimseye söyle(ye)miyorum. Nasıl söylenir ki? İyi, diyorum ben hep. Naber? İyi. Nasıl gidiyor? İyi. Napıyosun? Hiç, iyi işte.

Boktan bir cevap ama bu cevapla tatmin olmayana (ya da olmuş görünmeyeyine) rastlamadım. Pek rastlamadım. Pek'in içinde çok az insan, daha da az umut var.

o ilk İyi'nin ardını görmek biraz cesaret işi, "beni tanımak cesaret ister" ya da "düşündüklerimi anlıyorsanız bu, kafidir" gibi değil de, Jerry'nin girdiği deliğe Tom'un kafasını sokma cesareti. Halbuki sokmasa, Jerry belki kendisi çıkacak dışarı. Belki arka tarafta başka bir delik bulup oradan sıvışacak. Belki de o sıkıştığı yerde geberip gidecek. Ama yok. Kafa girecek o deliğe illa. O ACME dinamitler patlayacak illa.

o ilk İyi sıradan, sıkıcı, boşluk ardında bir uyduruk kaos. Zor.

Mehmet Anıl'ın dediği gibi "... 'İyi' sözcüğünün geçtiği tümceleri dikkatle okumanı öneririm. (...) Başlarda biraz karışık görünse de okura düşen görevler de var."

Okura görev yüklemek benim işim değil.
Ben ağlayıp durduğumu kimseye söyle(ye)miyorum.


(26 Kasım 2013, Levent - Gayrettepe)

aşk bu değil.

saçlarım böyle dümdüz ne güzel olmuşmuş, cildim bebek gibiymiş, ay doğal allığım varmış resmen, tişörtüm ne güzelmiş, ya valla ne güzel zayıflamışım, yine pek fit olmuşum *çak*...

ciyuv, ciyuv, ciyuv. ıska! hayattan iltifatı alın ya da alın iltifatı hayata on misliyle geri koyun, yemin ediyorum, "geri neyi" kaldığını ya da tüm bunların ne işe yaradığını yine de anlamayacaksınız. peki ben neden giyiniyorum? bilmem. yeni dolap alınca giyinesim geldi ya da dolap yerleştirme bahanesiyle eskileri atınca yenilere daha sıkı tutundum. peki ben neden makyaj yapıyorum zorla? çünkü suratsızlığı çekilir kılıyor. neden saçımı... yok, bu tamamen saçımı kurutmaya üşenmekten.

neyse ne, ben demiştim vaktiyle "secret'a inanmam, çift kişilik yatakta çapraz yatmaya inanırım" diye. döne döne buraları uyuyorum ben. zaten beklediğim de buydu. ya ne? ben bir insanı benimle birlikte 3 kat inip 5 dakika zehirlenmeye teşvik edemiyorsam, al bu iltifatları al bunları da bunları da.

saçmış.

ben bugün eve dönerken dar sayılabilecek bir sokaktan, gtaV oynayalı beri iyice azalan tahammülüm ve artan ortalama hızımla geçiyordum, ileride karaltı halinde bir çift vardı, beşiktaşlı gibi kaldırımın iki metre uzağından yürüyorlardı. erkek kaldırıma, kız yolun ortasına yakın (konuyu uzatmıyorum, hayır. ben bir konuyu uzatmışım gibi görünüyorsam konunun o noktası mutlaka patlar. sevgiler çehov.) ben hız kesmeden yanaştım. sevgili olan insanlara, sevdiklerim ve beraber direnenler hariç, tahammülüm yok. kendi iradeleriyle ezilirlerse üzülmem. neyse. çocuk kızı belinden tutup kaldırıma doğru çekti, aferin dedim içimden, klark çekmekten daha klas bir hareket, ınınınıııı. ama sonra ne oldu? sonra ikisi de kaldırıma çıkmadılar. yer değiştirdikleri gibi yürümeye devam ettiler, hatta çocuk iyiden iyiye yolu ortaladı. ben de inatla, çocuğun yürürken aşık ile maşuk şeysi gibi salladığı koluna çarpacak gibi geçtim yanından. çarpayazdım. beceriksiz bir şoför olmadığım için çarpmadım, ya da belki tam tersidir. bir şeyden eminim; kendi iradesiyle sağ aynama çarpsaydı üzülmezdim.

sonra kendi kendime yüksek sesle "aşk bu değil" dedim. çünkü bu düpedüz gerizekalılıktı. sonra da üzüldüm biraz. kim olsa anlayacaktı yanımda beni? bu bütün hikaye, ben anlatmadan, kim için bir anlam ifade edebilir? ben anlatsam, kim dinler?

hiç işte, hiç. ben istedim ki bana iltifat etme, beni anla reductio. ama nedense olmuyor işte.

(hayatım boyunca mutsuz olmak pahasına alışmayacağım sığlığa.)


(11 Kasım 2013, Gayrettepe)
Eve gelirken The XX - Together dinliyordum, son birkaç gündür The XX aklıma geldikçe yaptığım gibi.
(Üstelik konserde çalmadılar bunu.)

The Great Gatsby filmi için yapılmış şarkı.

Çok iyi bir şarkı olmadığını düşündüm son dinleyişimde. Doluyor, doluyor, doluyor ve çabuk sönüyordu, daha ihtişamlı olabilirdi o keman sesi.

Sonra, The Great Gatsby'nin de tam da böyle bir kitap olduğunu düşündüm.

Ve sonra seni düşündüm Elizabeth. Benim için sen de böyleydin. Böylesin.

Sanırım bu şarkı için yapılacak bir şey yok artık.

(10 Ağustos 2013, İstanbul)

fifty shades of normal

Fifty Shades serisini okumak isteme olasılığınız varsa (neden isteyesiniz bilmem ama) bu yazıyı okumak istemeyebilirsiniz. Ama ben daha güzel ve tutarlı yazdım, onu da söyliym.
 

Sırf inadımdan okudum şu Fifty Shades of Grey serisini. İnadımdan ve biraz da, bu kadar giydiriyorsak bari bilelim de giydirelim, lafımız yerini bulsun diye. 3 kitabı 4 günde, atlaya atlaya bitirdim, zaten ne olduğunu bildiğimiz için çok zor olmadı. Tümünü okumayı gerektirecek bir merak unsuru olmadığını da söyleyebilirim; konulu porno film gibi bir şey düşünün, tek bir amaç için açtığınız filmde yarım saat eyyam izlerseniz ya, işte o hesap. Bir bölümden ya da bir kitaptan diğerine geçerken bundan sonra ne olacağını merak etmiyorsunuz, çünkü zaten söylenmiş. O kadar bariz şekilde saçma ki bu... Mesela biri kaza geçirdi sanıyorsunuz, ama kıl payı kurtuluyor. Geçmiş olsun deyip geçiyorsunuz, sonra ortaya çıkıyor ki meğer olay sabotajmış. Fakat bunu öğrenmenizle kötü adamın kimliğini öğrenmeniz bir oluyor. Sıfır heyecan, sıfır şaşkınlık. Kampüsistan bölüm sonu gibi kitap yazmışlar; biri kapıyı açıyor, "Selam Ali, naber?" diyor ve bölüm bitiyor. 

Şöyle diyaloglar var kitabın 98934801 yerinde:
"_ It's moot.
_ Moot?
_ Moot."
Abi daha kaç kez aynı şeyi tekrarlatacaksınız birbirinize acaba, aptal mısınız siz, neden kimse bir şeyi bir defada anlamıyor veya neden söylenen her şeye hayatın sırrıymış gibi şaşınlıkla yaklaşıyor? Aşkla ilgili bir hal mi bu, "aa sevgilim ne dedi, ne değişik bir kelime kullandı!" tarzı bir gurur duyma mı?

3. kitabın sonunda, yani neredeyse ilk sayfadan beri cinsel münasebetleri olan iki kişinin hikayesinin bizce sonuna gelirken kızın hala "oh, my man can kiss" diye şaşırmasının, mesela, okuyucunun pek hoşuna gitmesi, muscle'larının delicious bir şekilde clench etmesi planlanmış. Sanki 3 kitap boyunca başka bir şey okumuşuz gibi.

Yeri gelmişken, bu serinin delicious, utterly spent, clench, pout ve murmur sözcükleri kullanılmadan tekrar yazılmasının mümkün olmadığı gibi bir iddiaya sahibim. Kendine güvenen varsa buyursun; fakat e harfini kullanmadan kitap yazan Ernest Vincent Wright'tan daha çok zorlanacağına dair uyarımı önceden yapıyorum, darılmak yok. Neredeyse aynı kitabı yazabilirseniz adını "Inner Goddess" koyabilirsiniz bu arada, bu kitabın adı da öyle olsa yeriymiş zira.

Neyse, ben bu kitap hakkında yine yazmazdım da konu beni farklı bir taraftan da sinirlendirdiği için yazıyorum: Kendisini "fifty shades of fucked up" olarak nitelendiren esas oğlan Christian Grey karakteri. Şimdiye kadar orada burada gördüğüm birçok yorumda bu karakteri hep "insanlara eziyet etmekten  acı çektirmekten zevk alan manyak seks bağımlısı" olarak okudum ve kitapları okuduktan sonra gerçekten insanlıktan şüphe ettim. 

Biliyorum, 14 Şubat'larda kuruluş yıldönümünü kutlayan romans sektörü illa ki, ne kadar piç ve çapkın olursa olsun her adamın doğru kadını bulduğunda aşık olup her tür kötü niyet ve adetinden elini eteğini çekeceğini, kendini karısına adayacağını ve ailesinin reisi olacağını söyleyip durur. Biz de, o kadar bariz bir şekilde piç veya çapkın olmayan, üstelik böyle olmak için bir sebebi de olmayan (fazla para veya şan şöhret gibi yoldan çıkarıcı sebepler) erkeklerin bile böyle bir hale düşmesine hiç ihtimal vermemeyi erken öğrenmemize rağmen, bir süre bu filmleri izleyip veya kitapları okuyup "ooouuuv" diye yımışırız.

Sadede geleyim: Christian Grey denen karakter fucked up falan değil beyler. Çocukluk travması yaşamış ve bunu atlatmak için elinden geleni yapmış bir genç. Dışarıda görmediğimiz cinsten biri. Sadece izin verirseniz sizi kırbaçlamak falan istiyor, ama istemezseniz ondan da vazgeçiyor. Sadist eğilimleri var, ama bunu saklamaya çalışmaması dürüstlüğü işaret eder bana kalırsa.

Bununla birlikte, inanılmaz kibar ve düşünceli bir adam, tam bir ideal sevgili, yeme de yanında yat. Mesela kitaplar boyunca hiç, Ana ile yataktayken iş mailine acil bir cevap vermesi gerekmedi. Hiçbir zaman, geleceğim deyip gelmemezlik etmedi; aksine bazen istendiği ama kesinlikle beklenmediği zamanlarda orada oldu. Arayacağını söyleyip aramadığı hiç olmadı mesela, ya da bir şekilde cevap vermediği... Bir günde ilgisini kaybettiği de. Karşısında oturan kadından önce yemeğine başladığı bile olmadı.

Ne kadar basit şeylerden bahsediyorum, farkında mısınız? Ne kadar basit, ama -sizi bilmem- benim hiç görmediğim, duymadığım şeylerden; bunlar incelik bile değil, sadece insanlık veya görgü kuralı yahu. Değil mi yoksa? Biz yanlış mı öğrendik? Çok yanlış şeyler mi bekliyoruz insanlardan?

Genellemek belki yanlış, aranızda mutlu çiftler var. Mesela ben yarın bir düğüne daha gidiyorum, demek ki var. O zaman kendi adıma sorayım: Bu karakteri sevmeyebilecek kadar ne yapıldı size, ne kadar güzel yaşadınız, kendinizi ne kadar özellikli, dahası, özel hissettiniz? Anlatın yahu.

Christian Grey'in eski kız arkadaşı kapısına gelmişti bir gün Ana'nın ve onu şöyle bir süzdükten sonra sormuştu:
_ What do you have that I don't?

Sadece Christian Grey karakterini yerden yere vurma lüksüne sahip olacak kadar pohpohlanmış olanlar cevap versin lütfen.


(2013 Ağustos'unda 4 gün, İstanbul-Ankara)

bir şarkı ismi olmayan "bazen"

Bazen, nasıl olacağını bilmediğin bir durumu, kötü olduğunu bildiğin bir duruma tercih edersin... 

Ben bazen ölmek istiyorum.


(31 Ağustos 2013, 22:54, İstanbul)

Ama hep aynı kişiler.

"Düşüncemi belirteceğim. Fakat bu çok gereksiz ve yersiz bir çaba olacak; çünkü size söyleyeceğim her şey bunları kendilerine söylememize zaten gerek olmayan kişiler tarafından duyulacak yalnızca."

J. J. Rousseau 


Lisedeyken, kimya dersinde Pınar hoca ne zaman bir soru soracak olsa sınıftan birinin tahtaya kalkmasını isterdi. Tabi kimse oralı olmazdı. Ben kendime güvenmediğimden değil de, üşendiğimden ve biraz da her soruya atlayan inek öğrenci diye addedilmemek için (oysa artık çok geçti) öyle her zaman parmak kaldırmazdım, eminim benim gibi düşünen başkaları da vardı. Gönüllü bulamayan hocamızın ağzından hep aynı cümleler çıkardı: "O zaman en arkadan başlayalım... Cihan, sen gel." 

Cihan, yavrum, süklüm püklüm tahtaya çıkıp yüzünde -hala var olan- her an komik bir şey söyleyecek ya da gülümseyiverecekmiş gibi ifadeyle soruyu beklerken bol bol gözlerini devirirdi, gülerdik.

Bir kez, iki kez, beş kez, on kez; kaç kimya dersinde aynı şey oldu bilmiyorum, Cihan sonunda isyan etti:
_ Hocam bu sıra artık başka bir taraftan başlasın ama!

Gezi olayları sonrasında forumlarda konuşuldu; "olayları, olayların aslını ve ardındaki amacı insanlara anlatmak önemli". Katılıyorum, önemli. Ama insanın sabrı var, ve gördüm ki benimki pek fazla değil. Yüzyüze belki, ama tanımadığım ve görmediğim, bir tuşla benimle tüm ilişiğini kesebileceğim insanlara karşı sabrım gerçekten az. Yine de insanların değişebileceklerine, gözlerinin önünde bir perde olduğuna inanıyorum. Perdeyi kaldıran, en azından aralayan olmak istiyorum. Bariz aptal olan benimdir belki ama inanıyorum ve istiyorum işte.

Dün bir yazışmaya dahil oldum Twitter'da. Bir kız, yani kız olduğunu düşündüğüm, Nazlıcan gibi gayet kız isimli biri, birilerine yanıt verirken "ama tekme atanların polis olduğunu sanmıyorum belli değil. Ethem'in de kaza olduğu görülüyor videodan bence." dedi.

"Oha" dedim, "hala mı?" Videonun bütünleştirici gücüne nasıl inandıysak, zannettik ki insanlar duyduklarında değilse de gördüklerinde aydınlanacaklar aniden. Demek ki olmamış.

Bundan sonraki yazışma aşağı yukarı şöyle gelişti:

b: polis sokak ortasinda elinde silah olmayan bir adami cekip vuruyor ve kaciyor. goruntu bu, sozun GERCEKTEN bittigi yer. ha bu arada, polis tekme atsin diye ali ismail'i tuttuk diyen firincilarin ifadesini yandas medya bile verdi, bilginize.

nazlıcan: benim gördüğüm. Polise taş atılıyor, silahı ateş alıyor ve vuruluyor. Poliste korkup şaşırıp kaçıyor zaten.
b: "silahi ates aliyor" da ne tatli. Silahlar hep kendi kendine ates alir, ve polisler bu sebeple kask numaralarini silerler ^.^ Evet, "cesitli yerlerine irili ufakli taslar geldi" seklindeydi ifade. Ah kiyamam... Neyse. Gereksiz. Size tatli ruyalar.

nazlıcan: olmuş gitmiş maalesef. bundan ders alınsın. yeni Ethem'ler olmasın.

(Bende şalter atar.)
b: polis, dun yaptigi uzere yolda yuruyen 6 kisiye 50 kisi saldirip yerlerde suruklerse olacak gibi ne yazik ki. iste biz o polis siddetine karsiyiz. hepimiz icin karsiyiz, cunku bu fasistlik. parktaki insanlarin ustune gaz sikmak gibi... ben sizinle daha konusmak istemiyorum; bir insan cani hakkinda "olmus gitmis" diyecek kadar ölmüşsünüz. huzur icinde yatin.

nazlıcan: neyse ki olmamış işte. bekleyelim şurda seçimlere ne kaldı. Siz gelince her türlü olaya izin verirsiniz artık.

b: Ben secimde adayligimi koymuyorum. "Siz"den kastinizi da bilmiyorum, benim siz dedigim kisiliginizdi. Gidebilirsiniz.

nazlıcan: sizin desteklediklerinizi kastediyorum kimi destekliyorsanız artık CHP mi İP mi neyse yani.

b: ben insanligi destekliyorum, baska gayem yok. ölene "aman ne olacak" demem, bu kadar. uzatirsaniz spamleyecegim, gidiniz.

Olmadı. Dayanmamadım. Bir insanın başka bir insanın canice öldürülmesi için "olmuş gitmiş" demesiyle mideme kramplar giriyor. Karşımda olsa bu noktada tokat atmak isteyebileceğim biriyle daha fazla konuşamıyorum. 

Öte yandan, bunu diyebilen insan ne kadar sevilmemiş, kendisine ihtiyaç duyulduğunu bir an bile hissetmemiş olmalı... İçim acıyor onun için de.

 Wish You Were Here çalıyor olsa gerek...

Belki o beraberlik, çokluk, güçlülük hissi hafiften tavsamaya başladığından aradan geçen sürede, bazen umutsuzluğa kapılıyorum. İnsanlığını görmeyecek, duymayacak ama car car konuşacak kadar kaybetmişleri, kendinden ve kendinden olanlardan başka kimseye değer vermeyenleri, bırakın onlar için ağlamayı, onları "bu vatanın evladı" saymayanları gördükçe, sonra da mesela Ali İsmail Korkmaz'ın görüntüleri ortaya çıkıverince, ah diyorum, ah izleyemem. İçim kaldırmıyor. Zaten içim kaldırmıyor ama bir de, birilerinin benimle aynı anda başka ekranlara bakıp, aynı görüntüyü görüp "aman canım, olan olmuş" dediğini düşündükçe, hiç tıklayamıyorum o bağlantılara.

Tabi ki, aynı lisedeki saflıkla eminim benim gibi düşünen başkaları da olduğuna... Ama hep aynı kişiler. Bana öyle geliyor ki hep aynı kişiler parmak kaldırıyor üzülmek için.

Ya da kimse kaldırmıyor, üzülenleri biri seçiyor, rastgele güya, ama hep aynı kişiler.

Lütfen... Artık bu sıra başka bir taraftan başlayabilir mi?


(22 Ağustos 2013, İstanbul)
Fotoğraf: 4 Ağustos 2013, Roger Waters "The Wall" İstanbul konseri
Kaynak: öyle, internet

“Your girl is lovely, Hubbell.”

-->

Carrie, Mr. Big ile bir kumsal partisinde karşılaştığında adamın yanında 26-27 yaşlarında olduğunu iddia ettiği (sonradan 25 olduğunu öğrendiğimiz) bir kadın vardır. Yani kız Mr. Big’den epeyce, kendisinden de 6-7 yaş küçüktür. Eski sevgilisinin yanında başka birini görmekten ziyade, bu kadar genç birini görmek otuzlu yaşlar bunalımında olan ve halihazırda yirmili-otuzlu yaşlarındaki kadınlar arasındaki farkları inceleyen Carrie’ye hiç iyi gelmez. Bölümün öyküsü iyi kurgulanmış, Carrie’nin genel dengesizliğine de cuk oturmuştur.

Biz izleyenler Carrie’nin tepkisine şaşırmayız, çünkü zaten onun hiçbir şeyi ve kimseyi atlatmadığını biliriz. Geriye dönüp bakmaktan değil, direkt geriye dönmekten bahsediyorum; acaba bir şey mi kaçırdım düşüncesiyle dönüp dönüp kendisini aynı adamlarla bulmasından ve aslında bir arpa boyu yol gitmemesinden...

Samantha’yı canlandıran karakter Kim Cattrall, verdiği röportajlarından birinde “Sevindiğim bir şey varsa, Samantha Jones olmamamdır... Üzüldüğüm şey de Samantha Jones olmamamdır.” gibi bir laf etmiş.

Yukarıdaki sahneyi izlerken “ben iyi ki Carrie değilim” demiştim, period.

///

Tabi kafam karıştı. Bayağı şaşırdım. Herşeyinnormalolduğunubirbirimizesürekligösterelim programı kapsamında bana haberi verme görevini üstlenen arkadaşımdan bunu beklemediğim için, gereğinden çok şaşırmış oldum.

Düşününce mantıklı geliyor; şekillendirilebilecek, “ben böyle yaptım o yüzden biliyorum ve benimki doğru, ben yapmadıysam da zaten gerek yoktur”ları seve seve kabullenecek bir insan evladı... Bu kötü bir şey değil illa, sadece bir yaş ve duruş meselesi.  

Yazıya başlığı da attım ama kız düz saçlı mı değil mi, onu bile bilmiyorum. Benim saçlarım da kıvırcık değil zaten, bir vakitler öyle olsa da. Eminim iyi biridir. Güzel olduğunu zaten biliyoruz. Ve de minyon. Hem, kızın bana tercih edilmiş olduğunu söyleyemem aradan geçen 98934801 yıldan sonra. Hatta üzüldüğümü bile söyleyemem.

E peki ben bunları neden yazıyorum?

Çünkü, sevgili cumhurbaşkanımızın tivitlediği üzere: “İnsan hayret ediyor.” 

///

92 ha? 
(müstehzi gülümsemeler)

"kapatmışsın"

halbuki daha ne kadar açık olunabilir, 
ben gerçekten bilmiyorum.

Fotoğraf: 07 Nisan 2013, Heybeliada

var her şeyin benimle bir ilgisi

Aşağıda okuyacağınız her şey, 15 Temmuz 2013 günü saat 14:30 ile 19:30 arasında, Amsterdam'daki Vondelpark'ta, yüzde doksan yatay, yüzde on bağdaş kurmuş pozisyonda ve mütemadiyen yerden çok yüksekte, Gevende'nin Sen Balık Değilsin Ki albümü eşliğinde, pembe bir pilot kalemle, Barselona'dan hediye bir deftere ve noktasına, virgülüne kadar aşağıda yer aldığı şekilde yazıldı.

Şimdi, bazı şeyleri daha iyi ifade edebilirmişim dediğim doğrudur; lakin aklımdan geçen 98934801 düşüncenin bu kadarını bile kağıda dökebildiysem iyi, diyerek dokunmuyorum hiç.
Eğer /// koyduysam aradan zaman ve çok düşünce geçmiştir, yeni bir sayfa açmışımdır.
Ha, bir de bir tek "B"nin kimliğini açık etmedim.

Böyle. 

Müziği açtıysanız başlayalım (ben hep Akvaryum'dan başlarım albümü dinlemeye).



İstediğin kadar başka şeyler çal, hepsi Gevende'ye gelene, Gevende'yi bulana kadar.
Peki bu şarkıları, hani şimdi çimlere doğru, parka doğru çaldığımız bu şarkıları, tekrar aynı şekilde dinleyebilecek miyiz? (Çünkü sanki ben notaların çimlere yayıldığını gördüm az önce)

Bi sigara yaktım.
Yıllardır elimde.

Sigaranın düşmeye yüz tutan külü, bir de Gevende şarkısı gerçeklikle ve gerçek zaman dilimiyle tek bağlantımız.

Gevende 50 saatlik şarkı yapsa,
yemin ediyorum,
sıçmışız.

Virgülleri koyan el benim, az önceki cümle virgüllü daha iyi olur diyen beynim. Sanıyorum ki edebiyatım beş numara on yıldız (oysa ki daha on numara beş yıldız diyememekteyim.)

///

Bu defteri bulan kişi çok eğlenebilir.
(Çimlere yat, ey sen. Kurtuluş çimde. Ayağına değen güneş, elinle kopardığın ot.)
#direngeziparkı

///

Elimde duran şu kalem ve dikiş iğnesi ucu. Bu renklerin mükemmelliği.
Fotoğrafını çekmeye tenezzül bile etmiyorum, olmaz ki.
(Fotoğrafçılık çok başarısız. Hobi olarak da yapma.)
///

Az kaybettim o hissi ama, yazayım yine de. 

Her şey benim içindi bir an.

Güneş.

Az ötedeki kadın. Bana göre yerleştirdi battaniyesini.

Bankta oturan adamlar. İstesem gelecekler.

Dünyanın tüm şişelenmiş suları.

"Su" yazamayan kalem ve dünyanın tüm kalemleri.

Tüm taşınabilir, plastik tuvaletler ve klozet kapaklarında smiley face'ler.

(Bi sigara daha yakayım)
ve tüm sigaralar!

(ve sigara paketinin boşalması - bir zaman tutacı olarak.
"zaman tutacı"
at fav'a :))

Kadının saçındaki dalgalar ve her bir katmanın başka ton sarısı
(başka renk demek isterdim, ama hepsi sarı)

Ambulans sireni!
(tüm hastaneler de benim için)

Burak Altundal
(var her şeyin benimle bir ilgisi)

aniden girilip çıkılan internetler ve tüm "data roaming charge"ları
benim.

havada uçuşan şeyler.
onlar artık neyse.

şu muazzam ağaç kümesi. doğan, yere dalıp tekrar çıkan, üstünde 5-10 kişi olan.
#direnağaç
#direnpark
#dünyanınbütünparklarınıdiyorum

muhteşem renkler.

pembe şortum, simli lacivert atletim, sarı tişörtüm, "whatever" küpem.
Ben alayım ve bir araya getireyim diye üretilmiş tekstil ürünleri.

Kadının elindeki kitap mesela (kadın kalktı, ben kalkarken gördüm saçındaki sarı tonlarını -renklerini değil!-)
kitap benim değil, ben başka kitaplar okuyayım diye onun eline tutuşturulmuş bir şey sadece.

ot! otdergi!
Dünyanın tüm otları!

Gevende'nin akvaryumu

Az önce yeniden uyandığım ve gerindiğim doğa.
(siz napıyosunuz abi feysbukta?)

Kirli gibi esmerleşen ellerim.

Serçe parmağıma taktığım kurukafa yüzük. 
(bazı yüzükler benim serçe parmağıma uysun diye yapılmış)

Az ilerimdeki çirkin, iki gözlü (insan gözü) çanta.
Ben almayayım diye yapılmış.

"Your own personal gökkuşağı"
(Ben görmedim.)

Kendimi dünyanın en karşı konulmaz kadını, hayır, insanı zannederken gördüğüm patates suratım 
(ayfonlar benim değil.)

Çimlerin üstünde beliriveren, babaannemin genç sureti
(hani şu fotoğraftakiler gibi)

rüzgar ve güneş ışınlarının oyunuyla çimlerin yer değiştirişi, kaymalar.
yeryüzü kaymaları!

///

2 saat kadar önce bir ara, kısacık bir süre için "B"yi özlemiştim. Ve bir ilişki içinde olmanın kolaylığını.

Şimdi şurada yatıp, koluma (güzel koluma) ve güneş ışığıyla sararmış ufak tüylerime bakarken "Bunları da biri sevecek" dedim.
Nasıl olduğumuz gibi, burda saçmasapan, güneşin altında yattığımız şekilde sevileceğiz?
Bu kollar, bu tüyler nasıl tek tek?
Çok imkansız göründü.

Ve sanki "B" O'ymuş, ya da ben onun elinden kendimi almışım gibi düşünüp çok mutsuz ve suçlu hissettim.

"Ben" bir şey, matah bir şey olduğumdan değil.
Ama ben her ne isem o onu bulmuştu. Ben Dido "Hunter" dinlerken aldım onu ondan.
(Bana biraz kötü davranması normal.)
Ama bilerek, isteyerek yapmadım ki?

///

"B",

Bak şimdi, üstüne yattığım örtünün altından burnuma gelen buram buram çimen kokusunda sen varsın.

Şu an (bir an) neden ayrıldığımızı hatırlayamadım. Ama geçer.

Seni şu an (bir an) özledim. Ama geçer.

Ben bi sigara içeyim.

///

Sigara paketini "eeeh" diye kenara atarken hatırladım.
Az önce kuzenin "mantarın kafası bu demek ki?" deyişi.
Bizim ilişkinin de kafası bu kadardı. Daha ileri gitmeyecekti. Ben onu daha çok istemeyecektim.
Bitti.

Her şeyin seninle ilgisi, 
senin için,
senin etrafında 
oluş.

Çok büyük suçluluk duygusu.
Olacak gibi değil.

Tanrı bu yüzden bizi yarattı ve terk etti belki.
Ben de kendimi terk etsem?
Hadi.
--o--

Çünkü çok daha fazla sevmek (ben)
ve sevilmek (o)
mümkündü.
İşte sebep buydu.
Bunu unutmamalıyım.

///


Julie Delpy - Mr Unhappy (2 kez)

güneş. nehir kenarında teyze. köpek.
fotoğraf.
mutluluk.

///

Michael Cera & Ellen Page - anyone else but you

(Keşke bu mümkün olsa.)

///

"Bu çalan neydi abi?"

Moby - Porcelain.
Daha ıssız olması gereken Tayland kıyıları.
Dalgaların denize, olur mu be, kıyıya vuruşu gibi şarkı.
(e... e... e...)


Bilmiyorum içinden geçen "nesne"lik böyle miydi ama bir @baltundal olduğunu biliniz isterim, bir de @elyazmalari - Hangisiyse baş sorumlu, o anki halimi benden önce kelimeye döktüğü için teşekkür ederim.
Fotoğraflar o günden, benim. Hayır, fotoğrafçı değlim, ancıyım: instagram/bellatrixbegins.
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!