... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

(still at the scratch)

http://youtu.be/1pOjcAiMZO4 

so long - and thanks for all the fish


Mehmet Pişkin'in İntihar Notu from Mehmet Pişkin'in İntihar Notu on Vimeo.


"Özellikle son aylarda sürekli bu fikirle uyanıyorum açıkçası ve hayatımın geri kalanına devam etmek üzere herhangi bir istek duymuyorum, bir motivasyon; ve bu kısırdöngüyü de kıramadım bir şekilde ve açıkçası bir miktar -bir miktar değil- umudumu kaybettim."

"çok uzun zamandır mutsuzum aslına bakarsanız"

"Nazik, neşeli, eğlenceli; akıl ve ruh olarak bir inceliğe ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi benim için."

"o konudaki ışığı kaybettim açıkçası."

"I love you all -not all-"


Bu videoda beni en çok etkileyen şey, adamın sadeliği. Sakinliği. (Tanımıyorum kendisini ama), her günkü gibiliği. Benim her günkü gibiliğim bu çünkü.

Sigaranın külünü silkmek için kültablası almaya gidecek neredeyse.
Ne anlatıyor, anlayabiliyor musunuz?

(Bizi anlayabilenler ölüyor mu, ben bunu merak ediyorum aslında.)



"hiçbir şeye benzemeyen bir şey yaşadığınızı düşünürken, benzer bir şey yaşayan biriyle karşılaştığınızda duyduğunuz sevinç neresinden baksanız acıklıdır" 

Aylin Balboa, "Piç"



bir(çok) şeyler

"bazı şeyleri, bazı başka şeyleri yazmadan yazamayız."

enis batur / dalgınlık kursları

Zerda?

Şaşkınlıktan dilimin tutuluverdiği, şoktan canımın ne kadar yandığını bile anlamadığım ve sessiz kaldığım 1 kez haricinde hep içimden geçeni söyleyip, içimden geldiği gibi davranmaya çalışıp, karşımdakinin de öyle yapmasını istemişimdir. Hatta karşımdakini bunun için zorlamış, belki de bu yüzden kabak tadı vermiş ve moral bozmuşumdur.

Karşısındakiyle muğlak konuşma hakkını kendinde gören insanların, bu kadarcık bir can sıkıntısını hak ettiğini düşünüyorum açıkçası.

21. yüzyılda büyük şehirde yaşayan eşşek kadar insanlar değil de, Yavuz Bingöl ile Ece Uslu'nun başrollerini paylaştığı uyduruk bir töre dizisinde olsaydık şayet, bu ruhsal dalgalanmaların güzel bir sloganı olurdu: ki kişi birbirini sever de kavuşurlarsa mutluluk olur... Biri kaçar diğeri kovalarsa aşk olur... İkisi de sever ama kavuşamazlarsa işte o zaman efsane olur."

Fonda Kıraç tarafından bestelenen bir jenerik müziği ile hayatta akıp giden isminizi okumak ve o üç saniyelik önemlilik anı geçtikten sonra bu boktan hayattan çıkıp gitmek istiyorsanız, that's fine, kendi kararınız. Mezar taşınıza "rahmetli büyük büyük lafları çok severdi" yazarız, herkes de çok beğenir, fotoğrafını çekip instagram'a koyar ki başkaları da beğensin. Çünkü sırf bu laflardan ne fenomenler çıkmıştır... Twitter fenomenleri, tabi. Sanal dünya, sadece, iki tık bir layk.

(Gerçek hayata bulaşınca, oralarda buralarda okunduğu gibi olmuyor "şey"ler.)

Ben de görmediğim bir yeri görmek üzere tatil planı yaptığım için, gönlüm elverdiğince heyecanlı olarak bu boktan hayatıma devam ederim... İşte o zaman efsane olmasa da, en azından güzel olur. 

Basitlik güzeldir, sıradanlık değil.

(Hem size bir şey söyleyeyim mi; sonsuza dek kovalanmak diye bir şey yok, Verona'da geçen eski bir hikayede yaşamıyorsanız "kavuşmak" gereksiz bir mübalağa... Sonunda da bir halt olmazsınız.)

Dün gece

Kimse beni görece uzak bir şehre çağırmadı.
Ben kimseyle birlikte ehliyeti kaptırmayacak denli orantılı bir seviyede içki içmedim.
Bir anlık zaafımdan (evet kendiminkinden) faydalanıp kimsenin dizine yatmadım.
Uzanıp kimseyi öpmedim.
Kimse bana saniyesinde "ama bak ben ilişki istemiyorum" demedi.
Ben kimseye peki demedim.
Kimse beni aslındapekdeistemezlik etmedi.
Ben de kimseyi aslındapekdeistemezlik etmedim.
İçimden bir ses "şşşt, bu yanlış" demedi.

Kalktım.
Yattım.

Ertesi gün bir parkta kimseyle sanki aramda bir bağ varmış gibi davranmadım. Kimsenin
elimi tutmasını
saçımı okşamasını
beni öpmesini
beklemedim.

Kimseyle müzik dinlemedim.
Kimseye beni özlemeyeceği için bozulmadım.
Kimsenin yalan söylediğini düşünmedim ya da içten içe, aradığının ben olduğumu ama farkında olmadığını.
(ve buna bağlı olarak) Hiç bir ufacık an çok çok çok inanılmaz mutlu olmadım.

Tüm bunları yaptıktan 1,5 yıl sonra, tüm bunları yapmadım.

(Neden bunların hiçbirini tek başıma yapmadığımı bilmiyorum. İnsan bazen yalnızken de yalnız olmamak istiyor belki.)

İnsan deyince aklıma zaaf geliyor artık.
"Zaaftan yapılmış heykelin bronz/beyin dökümü" mesela.
Üstüne gitmişim evet, gitmemiş değilim. Olmayanların olmayacağı varmış, kabullenmesi.

Aklım önden at koşturuyor artık.
(Siz böyle olsun istemezdiniz)


(6 Nisan 2014, Gayrettepe)

Bir Parçası Bende

"Bir Parçası Sende!" etkinliği diyor Facebook, devam ediyormuş. Daha başlamadı ki oysa; duruşma 10:30'da. Hem ben İstanbul'dayım. Gitmediğim etkinliklere gidiyorum demek adetim değildir. Gel gör ki, hayır'a da basamıyorum.

Ethem'in duruşması var bugün.

Artık hepsini ve sayılarını birbirine karıştırdım. Bu kaçıncıydı? Katili biliyoruz, Ahmet Şahbaz. Gözünü kırpmadan sokak ortasında adam öldüren kıdemli polis. Ah pardon, kıdemi mi durdurulmuştu ceza olarak? Annelerin çocuklarının eline hafifçe vurması gibi kötü bir şey yaptıklarında; "DIT! Uslu ol bakayım!"

Nasılsa kaçırırlar seni mahkeme salonundan ve polis adliye önünde bekleyenleri dağıtmak için olay çıkarır, polis olay çıkarınca duruşma ertelenir.

Bu kaçıncıydı bu, yoksa bu anlattığım Ali İsmail'in son duruşmasında mı olmuştu?

Ne
ol-
muş-
tu?

Şişli Belediye Başkanı seçilen Hayri İnönü'nün (ben de bilmiyorum İnönü'nün nesi olduğunu, pek de ilgilenmedim açıkçası) ilk icraatı Sıracevizler Parkı'nı Berkin Elvan Parkı yapmak olmuş. Aferin. Normalde birden çok parka, bahçeye, anıta aynı ismin verilmesini garipser, hatta saçma bulurum. Şimdiyse her yere diyorum hep aynı isimleri verelim, inadına. Gayrettepe'de seçim öncesi her gün baştan asılan "İcraate Bakarım!" reklam panolarının üzerine inatla Katil Var! Hırsız Var! yazılması gibi. Ertesi gün tekrar asılsınlar. Tekrar yazılır. Tekrar asarlar. Kağıt biter. İnsanı gazlayarak bitiremiyorsunuz.

Sadece çocukları öldürmeye yetiyor gücünüz.
Öldürdüğünüz çocukların ismini vereceğiz her yere.


Faruk Tarınç'ın bir çizimi var ya geçen haftalarda çok paylaşıldı. Şu işte:


Telefon ekranımı kaplıyor. Masaüstümü de. O kadar güzel ki. Bilgisayarı açıp bir süre boş boş bakıyorum. Üzüntüyle değil hayır, ama söyleyemem de tam olarak ne ile olduğunu. Birkaç şey var. Ethem'in elindeki ekmek dolu torbayı ilk bakışta fark etmemiştim. Fark ettiğimde ağladım. Şimdi yine ağlama geldi bak. Bir de şu yuhalama meselesini düşününce sakin duramıyorum. Pis herif. Rezil insanlar.

Bu çizime, bir çizime ne kadar uzun bakılabilirse o kadar uzun baktım. Hala da bakıyorum. Ethem'e aşık oluyorum. Berkin'in oğlum olduğunu sanıyorum. Diğerlerinin de kardeşim olduğunu. Cidden sanıyorum bunları. Üstelik daha önce aşık olup olmadığımdan bile emin olmayan halimle.

Siz bana soruyordunuz, tanışmadığın adamlardan nasıl hoşlandın, diye. Ben size diyorum ki ben birine, öte dünyada ekmek aldı belki diye aşık oldum. (Sizinle anlaşamayız ki biz.)

Ah, gençler...
O kadar sevdim ki resminizi, işte bugün de konuşmadı benle. Ama olsun.
Bir parçanız bende.

(... ~ 07 Nisan 2014, İstanbul)

Seçim Özel

Pazartesi günü olmasından korktuğum şeylerin kısa listesi:

1- Kadir Topbaş'ın tekrar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi

2- Kendi aramızda geri dönülemez biçimde bölünmemiz: Herhangi bir parti veya örgüte gönül vermeyen, belki vermiş olsa dahi bu seçimde BasGeç'çi, tabir-i caizse "akışa kapılan" insanlar ile, ideolojileri uğruna bizi tekrar yıllarca AKP'ye mahkum eden, değerlerine çok bağlı insanlar

Şimdiden söyleyeyim; eğer bunlar olursa size sitemkar olmayacağıma söz vermiyorum. Ama sizi affetmeye çalışacağım. Sandıkta deviremediğimizi sokakta devirmeye çalışırken -hiçbir zaman sandıkta deviremeyeceğimizi artık anladığımız için hala direnebilirsek- görüşürüz yine.

Umarım geçen seferki kadar bir ve beraber olabiliriz o zaman.

Türkiye.



Burakcan Karamanoğlu; kim vurduya gitmiş bir can daha.

Katili belli olsa da kim vurduya gitti Burakcan. Ölümü 01:40 sularında duyurulurken ancak, saat 01:08'de cesedini bekleyen akbabalara malzeme oldu istemsizce. "Kendi adamlarını öldürüyorlar" demeyeceğim; ölen çocuğa büyük hakaret olur bilip bilmeden katil veya yandaş demek. Bilmiyoruz ki. 

Şimdiye kadar edinilen tüm veriler burada; isteyen okusun:

Tüm bunların üstüne, ölümlerle beslenen bu kalabalık bana "Türkiye'yi yedirmeyecek"miş. Al sen ye hepsini. Al senin olsun Türkiye. Al enlemini, boylamını, jeopolitik önemini. Duble yolun, köprülü kavşakların ve saat kulelerinle sarararak, solarak büyüyen Türkiye'yi; 15 yaşında 16 kg ölen bir çocuğun ardından "borsa etkilenmedi" diyen büyük ustanın yönettiği, insanlığını kaybetmişlerle beraber içine doğduğumuz bu ülkeyi al, koru benden canın pahasına.

Ay yok yok canın olur mu, gencecik çocukların canı pahasına!

Berkin.

Gözüm karardı.

Ben öyle zırt pırt bayılan, azıcık üşütse yataklara düşen, iki bira içse kusmadan ayılmayan biri değilimdir. Başım sürekli ağrımaz, regl sancılarımı (tabi biraz da mecburen) nazsız ve profiterolsüz atlatırım. Ağlarım -acı eşiğim de düşüktür üstelik- ama genelde başka şeylere ağlarım. Sakinleştirici almam, uyku ilacı sorsanız bilmem. Kriz geçirmem. Sinirle telefonu yatağa atmışımdır ancak, duvarlarım biblo cesedinden muaftır.

Hayatımda ilk kez gözüm karardı bugün, kendimi revire zor attım. Tansiyonum yükselmiş. Benim tansiyonum mu varmış? Annelerimizde falan olmuyor mu bu tansiyon ya da çalışmaya aldığımız hastalarda hani; bu diş diş sarımsaklar, tuzlu ayranlar ve limon suları belli bir yaştan sonra alınmak üzere değil mi?

Doktor bana ne anlattı, ne sordu hiç hatırlamıyorum. Sabah gözümü açtığım andan itibaren hissiz hissiz dolaşmama sebep olan ne varsa çözüldü revirde. Ağlamaya başladım. "Bir sakinleştirici verelim" dedi doktor, "mideniz nasıldır?" "Kuvvetlidir" dedim. Çok kuvvetli benim midem. Bak yıllardır, bak 31 Mayıs'tan beri neler oldu, hepsini kaldırdı. "Ne oldu, anlatmak ister misiniz?" dedi. "Berkin Elvan öldü" dedim. Şaşırdı. Daha duymamış.

Yatırdılar beni bir süre, tam bilmiyorum ama birileri beni sormak için reviri aradığına göre 15-20 dakika yatmışımdır. Camdan dışarı baktım. Gündüşleri gördüm çirkin çirkin. Akşam mutlaka toplanılacaktı bir yerlerde. Neyse ki pantolon giymişim, diye sevindim. Maske falan yok ama ne yapalım, ne olacak. Kendimi tutamadığımı gördüm. Kaçmadığımı. Benim de başıma bir gaz fişeğinin isabet ettiğini. Öldüğümü gördüm. Öldüğümü ve hiçbir şey olmadığını. Birilerinin "onun orada ne işi varmış?" dediğini, birilerinin "solcuydu/ateistti/teröristti zaten" dediğini, birilerinin hiçbir şey demediğini.

Hiç güzel bir şey düşleyemediğim bir yerde, hiç geri dönmek istemediğim yıllar geçiriyorum. Tek sebebi hükümet, siyaset, dini icazet değil tabi; ama bazal mutsuzluk seviyemin bu denli yüksek olmasında payları olduğu bir gerçek. Kaçınızın bir hırsız veya bir katille fotoğrafı var ki? Benim, ikisiyle birden var. İkisi yekvücut. Baktıkça tiksiniyorum omzuma değen elinden.

İşte bu yüzden umurumda değil ölmek. Bugün ölmek ya da yakında öleceğimi öğrenmek de umurumda değil, çünkü dün birine dediğim gibi, 3 ay da, 10 yıl da yaşasam hiçbir şey değişmeyecek, bu sevgisizliğin yorgunluğu belki aynen, belki artarak devam edecek nasılsa.

Ben üniversiteden mezun olduğumdan beri hiçbir zamana geri dönmek istemiyorum.
Keşke bu hayatı benim için durduğu yerde kesip, kalanını Berkin'e verebilseydim. Belki o daha çok uçurtma uçururdu.

Belki, bilmiyorum belki farklı bir şey olurdu.

"...başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler."

Turgut Uyar, Kıştan Kalan Soğukluk

Akşam 19:30'da Beşiktaş'ta görüşmek üzere.

Nerdesin aşkım?

Ne zaman canım sıkılsa, bu:



Yasak ne ayol?

Bir de şu var:

Kıdem

Geçenlerde kıdem aldım yalnızlıkta. Bundan sonra sizden daha saygı duyulası bir yalnızım. Yılda 5 gün daha fazla yalnız olma hakkı elde ettim. Kıdem ile elde ettiğim iyileştirme ile tek taşımı kendim almaya bir adım daha yanaştım.

Fal baktırmıyorum ben artık. Sadece annemin arkadaşı falan gibi, bedava falı reddettiğime göre ne tarz bir ucube olmam gerektiğine dair -ama bundan daha gizli kapaklı cümleleştirilmiş- sorularla kafamı bulandıracak insanlar karşıma çıkınca nazik bir gülümsemeyle "tabi" diyorum, "neyse halimiz..." ve mutlaka kendime doğru döndürerek çeviriyorum fincanı.

Fal baktırmıyorum çünkü fal çıkmıyor. Mesela geçen ay yukarıda bahsettiğim kategori çerçevesinde baktırdım, çıkmadı. Hani bak, Şubat geldi. 1 Şubat geldi ve geçti. 14 Şubat yakın. Çıkmadıysa çıkmamıştır ve artık çıkmaz zaten.

Güzel bir 1 Şubat geçirdim, oturmamış arkadaşlıklar sağolsun. Evde oturup tavana bakmak ve çok yazı yazmak isteyip yazmamak yerine gidip kayak sezonunu açtım. Hava da mis gibiydi. Mis gibi bir havada kayak yaparken ne kayak yapmayı nasıl, nereden, kimden öğrendiğimi düşündüm, ne de pırıl pırıl kıdemimi. Kayak yaparken bir şey düşünmüyorum ben. Müzik dinliyor ve içimden dans ediyorum sadece.

Ama düşünmemem kıdem almadığım anlamına gelmez. Bunlar mühim konular. Mühim konuları ofiste, masa başındayken ve bari akşamlarının tümünü aynı şekilde geçirmemek için kendine türlü çeşit iş çıkışı aktivitesi ararken düşünmek lazım gelir. Ben de öyle yapıyorum.

Çok sıkıldığımı düşünüyorum şaşırmalarınızdan ve hemen ardından gelen yalandan özürlerinizden... Birisi daha bana gözlerini kocaman açıp "Neden?" diye sorarsa... Sorarsa soracak. Hiçbir şey yapamayacağım. Şimdi aklımdan geçen ya da o boktan, o rezil, o insana kendini ucube gibi hissettiren an geçtikten sonra aklıma gelen hiçbir şey o an çıkmayacak ağzımdan. 
(Bir an'ın çekincesiyle yaşıyorum ama bunu da siz yaptınız.)
Ben hiçbir şey söylemeyeceğim ve zaten hiçbir şey olmayacak; çünkü bazı hayatlarda da her şey olmayacağına varıyor.

Neyse hadi neyse, lafı nerden nereye getirdim. Kıdem diyorduk kıdem, evet. Kıdem alışıma doğru giden süreçte karşıma en fazla neyin çıktığını size dünyanın en iyi ve en çok taklit edilen dizilerinden biri olan Friends'in bir sahnesiyle özetleyecek; böylece yukarıdaki, anlam veremediğiniz paragraf ile oluşmuş olabilecek muhtemel bir iç sıkıntısını da dağıtmış olacağım.


Evet evet, en fazla buna kadar geldim; ben Rachel. 
(Ross da olduğum oldu ama ben burada bırakmadım. Ben sonuç odaklıyım diye değil, böyle saçma şey olmaz diye.)

İsterim ki bu birden yazasım gelen şeylerden tek bir cümle kalsın size, illa kalacaksa:

Kahrolsun bağzı kola zero kutuları.

Kıdemimi kutlamak üzere kendi kendime ısmarladığım kolamı şerefinize kaldırıyorum.


(1 Şubat civarları, 2014)

Özlemişim.

o: Bi de şu var sonuçta, bu insanları bu işe ben soktum...
ben: Tamam da bu iş yani, düşünüp taşınıp karar verdiler. Broker gibi tavsiye verip 13 milyon dolar kaybettirmedin adamlara.
o: Hangi filmi izledin en son?
ben: Wolf of Wall Street'i izlemedim daha.
o: ...
ben: Onu sormayacak mıydın?
o: Evet.
ben: Daha izlemedim.

Bazen hiçbir şey değişmemiş gibi oluyor ve ne kadar güzel olduğunu hatırlıyorum.

kendime ait bir oda

Bursa'dayim. Simdi telefondan yazdigim bu zavalli yazicikta linkini veremeyecegim kereler bahsettigim, yayinlamadigim yazilarda adlarini -mecburen- daha cok gecirdigim arkadaslarin evindeyiz. Ev dediysem, kendinizinki ya da benimki gibi dusunmeyin. Villa iste. İstanbul'dan gelen tum misafirleri agirlayabilecek kadar cok ve normalde kullanilmayan odasi olan bir yer (oyle ki, esine surpriz yapmak icin bizi cagiran arkadas odalari hazir ettikten sonra adam bir kere kapiyi acip "aa, buralar neden hazir?" dememis -o odalarin kapisini acmasi hic gerekmemis- ve surpriz boylece bozulmamis).

Ciftler ust katta kaliyor, bekarlarsa en alt katta. Ben ust katta kaliyorum. Ev sahibemizin deyimiyle "her zamanki odamda". Bekarim. Her zaman bekardim. Bu ev benim aksimi gormedi. Yine de hep ayni odadayim.

Kendime ait bir oda.

Bir vakitler mesela Bozcaada'da evi olan, mesela tatli sert bir kadinla ilgili bir sey yazmistim, hani cok kalabalik ve kalabaliklarda ama hep yalniz olan. Deli yatmakli bir seydi. Su odaya girdigim an, sanki Bozcaada'daki o evin kapisindan girdim. Oyle hissettim. Saat sabah 5. Hava henuz karanlik. Gokyuzunde yildizlar muthis. Disarida horozlar otuyor. (Kesilesiceler. Hava henuz karanlik dedik, ne bu gurultu?)

Benim kendime ait bir odam var burada. Cift kisilik bir yatagim var. Ust katta. Sisme. Fazla gicirdamiyor. Yatmaklarim bile deli degil ki benim (neden oyle yazmisim? Vardir bir bildigim ya da bilmeyi ozledigim.)

Yalnizim ciftler katinda.
Ne bekar olmusum tam anlamiyla, ne de biri var yanimda. 

(Ve Subat tum aksilere inat, hizla yaklasmakta.)


(19 Ocak 2014 Pazar, Bursa)

#romancetoday


Oh hi, Beth... Can I call you "Beth"?
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!