"Meğer buraya varana dek ne çok zaman harcamışım... Ben sıkıcı,
beyhude bir hayatın peşinde koşarken o adeta sessizce beni bekliyormuş. Burada
her şey daha ağır ve yumuşak akıyor. Bu hafif rüzgar tüm düşüncelerimi dağıtıp,
bedenimi ürpertiyor."
Şaşılacak şey. Sanki 3 yıldır bu gönüllülük işini yapmak isteyen ben değilmişim, kafamda hiç kurmamışım, daha başvururken kabul edileceğimi (çünkü kesin edilecektim, hiçbir şeyde değilse de böyle konularda kendime güvenim tamdır) bilmiyormuşum gibi; gecenin köründe, kaldığım hostelin balkonunda oturup ürperirken şaşırıyorum. Afrika'ya geldim. Üstelik geleli bir ay oldu neredeyse. Bu da yetmezmiş gibi, uzun süredir burada yaşıyor gibiyim. Bir yatak ve iki sehpadan ibaret odama ilk girdiğim gün, iki gün içinde kendime başka bir yer arayacağımı düşünmüştüm. Üstelik ilk hafta ne kadar uzun sürdü! "Geleli 5 gün oldu" dediğimi hatırlıyorum tıpkı benim gibi buraya geçici olarak gelmiş olan, tanışıp muhabbet ettiğim ilk insanlara. Sanki bu akşam, daha birkaç saat öncesi gibi geliyor. Sonra yer değiştirmemeye karar verdim. Alıştım çünkü. Sevdim hatta.
Buraya kafam çok dolu geldim. Kendimle dolu. Hala da öyle.
Bir sürü de amaçla geldim, ama hiç sözcüklere dökmediğim amaçlardı. Sanki yılbaşıymış da, yeni yılda yapacağım/yapmayacağım şeyleri farkında olmadan belirlemişim gibi. Pazartesi kesin diyete başlayacak birinin sözde iyimserliğiyle. Ben iyimser biri değilim. Belki bu bile değişir diye düşünüyordum galiba.
İyimser
değilim, öfkeliyim ben. Değersizleşmekten ötürü öfkeliyim, her şeyin
değersizleştiğini görmekten ötürü. Aksine beni inandıracak bir şey
olmadıkça da değişeceğini sanmıyorum.
Değişmeyeceğini söylemek için erken belki ama, değişmez. ("İnsan nereye giderse gitsin kendisini de beraberinde götürüyor" dememek için yeterince kıvrandım diye düşünüyorum. Bu klişe de buraya not düşülmüş olsun. Yazıdaki alıntılar Hamam filminden. İstanbul'u anlatıyor. Oysa asıl sıkıcı ve beyhude olan İstanbul'du hatırladığım kadarıyla.)
Mutluyum burada. Rahatım. Yalnızım. İşini yapıp yapmadığından ziyade her gün belirli bir saatte masanda oturmaya başladın mı diye seni kontrol eden bir sürecin çok dışında (üstelik o süreci de yıllarca geride bırakmış gibi hissederek) çalışıyorum. İşim
var, ama sabah erken kalkmak için her gün bir sebebim yok. Yine de 7'de,
bilemedin 8'de kalkıp kahvaltı ediyorum: Tereyağlı ekmek, reçel, muz, ananas, duruma göre papaya ya da mango. Bir de kahve (yılların çaycısı olan ben!) Sonra bir müddet boş boş tavana
bakacak, bir şeyler seyredecek ya da kitap okuyacak bile olsam erken kalkıyorum, çünkü uyumakla
geçen zamanı ziyan ettiğimize dair o düşünce yine geldi yapıştı beynime
bir yerlerden.
Buraya çabuk alışacağıma hiç şüphem yoktu (bu da kendime güvendiğim konulardan biri). İnsanların bakışlarından, dikkat çekmek için çıkardıkları thısssssssss sesinden, "obroni" (beyaz tenli insan) diye seslenilmesinden rahatsız olmamaya ya da hava karardıktan sonra çarşıdan eve yürümekten çekinmemeye bile başladım. Akra'da tamamen rahatlar rahatlamaz bir diğer şehre, Kumasi'ye geçecek olmam işin cilvesi tabi. İlla bir heyecan olacak.
Afrika'ya gidiyorum dedim insanlara buraya gelmeden. Bir yere gidecektim ama nereye? "Gana neresiydi ya?" diyenlere kuzenden öğrendiğim yanıtı verdim: Afrika'nın kulak memesi. Afrika'yı -isabetle- bir fil kulağına benzetsek, burası gerçekten de kulak memesi olur.
İnsan burada yumuşar, kulak memesi kıvamına gelir mi peki? Yaşadığı dünyada ve zamanda, içten içe memnun olduğu kendi haline bir yer bulur mu? Memleketten ve sonsuz sıkıntılarından uzaklaşamaz ama, daha az endişelenir mi? Farklı bir bakış açısı edinir mi? Mutlu olur mu? Mucizelere inanır mı?
"Şimdi, nihayet yeniden hayata başlayabileceğimi
hissediyorum."
Göreceğiz.
En azından, yeniden yazmaya (paylaşacakmış gibi yazmaya) başladım. Bir şeye de benzememesi içimi rahatlatıyor, iyi mi?
14 Ağustos 2015, Akra
00:09