... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

no resolutions and no surprises

Saat 16:48

Oturup tüm Aralık'ların son yazılarını ve Ocak'ların ilk yazılarını okudum, 2009'da blogu açtığımdan bu yana buraya karaladığım.

(Günlüklerimi de hala saklarım ben. Bazılarını okuyorum etrafı düzenlerken filan elime geçtikçe. Bazılarınınsa kapaklarını dahi açmıyorum. Üniversite biterken yazılan yıllık yazılarıma da hiç, ama hiç bakmadım mezun olduğumdan beri. Benim için çok önemli olanları, içimde kocaman bir ışık veya kocaman bir boşluk bırakanları zaten biliyorum ezbere.)

Çok mutlu olduğum zamanlar varmış evet ama en önemlisi, mutluluğun nasıl bir şey olduğunu hatırladığım ve ona ulaşmaya çalışıp zaman zaman ulaşamadığım için mutsuz olduğum zamanlar varmış. Şu an kıvrıldığım koltuk köşesinde bunları yazarken veya az önce uzandığım başka bir koltuğun üzerindeki, nereden geldiği belli olmayan ufak beyaz tüy topağına dikkatle bakarken hatırlamıyorum, hatırlamıyordum bunu. Başka birçok şeyi hatırlamadığım gibi.

İnsan yeterince unuttuğu her şeyden kuşku duyuyor sonradan. Belki bu yüzden yazmak lazımdır. Ben mesela, hiç yazmamış olsaydım 2004 Mayıs'ında, ICAMES 2004'ün civcivli zamanlarından birinde, önceki gece muhtemelen -yine- hayvan gibi içmiş ve birkaç saat kulüpteki rahatsız ve gereğinden sıcak deri koltukta veya kara masanın üzerinde uyuklamış ama yine de sabah 8.30'daki ders için Hisarüstü'nden Taksim'e teşrif etmiş halimle Fransız Kültür'ün tuvaletinde kendime gelmeye çalışırken, yüzüme su çarpıp aynaya baktığımda inanılmaz, ama inanılmaz mutlu hissettiğimi, acaba geçenlerde bana "En son ne zaman mutlu oldun?" diyen insana "2004'te" diyebilir miydim? Aklıma gelen ilk cevap bu olabilir miydi?

(Elbette daha sonra da mutlu hissettim kendimi ama bunlar o anki kadar pürüzsüz, lekesiz, başdöndürücü değildi.)

Fotoğrafları çekiyorum çünkü onları gördüm, oralara gittim, o şeyler bana bir şey hissettirdi/düşündürdü. Anları yazıyorum çünkü bir şeyleri hiç geri gelmeyeceklermiş... yok yok, bir daha hiç olmayacaklarmışçasına unuttuğumda elimde en azından bir kanıt olsun istiyorum. "Ben mutlu olmuştum." Mutluluk nasıl bir şeydi? Bilmem, ama mutluydum. Aşk nasıl bir şeydi? Bilmem, ama aşıktım. Sorarsanız verecek bir cevabım var. Yazıyorum çünkü.

Saat 17:06

Özenle ve teker teker hayır dediğim tüm yılbaşı davetleri havanın kararmasını bekliyor olmalı. Çünkü bugün erkenden buluşulmaz. Bugün hazırlık yapılır. Bugün kırmızı don giyilir ve bu don mutlaka bize şans getirir. Bugün kuaförler fazla mesai yapar, trafik olur, taksi olmaz ve geç kalınır. Bugün birinin bir yere geç kalması çok kritiktir. Bugün birinin bir yere geç kalmasını kendinden başka kimse umursamaz. Bugün çok eğlenilir. Bugün acayip içilir. Bugünün gecesinin sabahında çok geç kalkılır.

Bu gün, 14 Şubat'tan daha elim ve daha vahim bir klişedir.

Elbette davetlere hayır dememin bir klişeyi beslememek gibi asil bir amacı yok. Yılbaşlarını severim, omuzlarına yılın yükünü yüklemekten genelde kaçınsam da. Yılbaşı ağacı filan; bu yıl süslemek aklıma gelmese ve süslendikten sonra da bir kere bile ışıklarını yakmamış olsam da, güzeldir. 14 Şubat'ları da severim zaten ben. Kalpler, balonlar, balonlu kalpler falan. Güzeldir. Kırmızıdır. Kırmızıyı severim. Tüm bunlar bana şu an bir şey ifade etmiyor sadece. Her yıl bu güne yüklediğim anlam ya da her neyse, azalıyor. Bu azalmanın, günün umurunda olduğunu pek sanmıyorum. İhmal edilebilirdir kazancı, bunca insan arasında... Ziyaret ettiğim kiliselerde mum yakarken, doğum günü pastamın mumunu üflerken, Kadir Gecesi'nde -eğer içimden gelirse- dua ederken veya tekneyle köprünün altından geçerken artık tutmadığım dileklerin de gerçekleşmesini gönülden dilediğimiz diğer dilekler üzerinde herhangi bir rahatlama yarattığından şüpheliyim zaten. (Herkes bugün tüm sevdiklerinin tüm sevdikleriyle beraber olmasını ve kendileri başta olmak üzere tüm sevdiklerinin diledikleri her şeyin olmasını istiyor... Bruce Almighty'yi izlemiş miydiniz? Tamam.)

Dolayısıyla bir yeni yıl dileğim veya yeni yılda mutlaka yapacağım dediğim bir şey, bir "resolution" yok. Bu yazı hariç, bugüne dair yaptığım bir şey de yok. Böyle olmasını, tüm davetlere özenle ve teker teker hayır diyerek, ben sağladım, ben, Yaşar Usta! (Bu espriyi kendimden çok sizin için yaptım. Ölmeyin diye.) Yeni olan bir şey yok bu yılda. Kutlanacak bir şey yok. Gülecek yeni bir neden / Yine gülecek bir neden yok. Kadeh kaldırmayı, konuşma yapmayı, hatta diyeti bozup içki içmeyi bile gerektiren bir neden, bir kişi, bir nefes, hiçbir şey yok. Bana kalırsa 2011 daha yeni bitiyor zaten. Sonraki yılların hesabına henüz geçemedim.

(Ben size yine de İYİ YILLAAAAR ^___^ dileyeceğim bana saat tam 12'de mesaj atacak olan arkadaşlar, merak etmeyiniz.)

Saat 17:34

Velhasıl...
Yılı böyle kapatmış olmanın bir önemi yok çünkü dedim ya, bu yazı dışında yılbaşının veya yıl sonunun veya bu günün bir önemi yok. Evde yalnız oturduğum herhangi bir gün. Az sonra kuru fasülye ve pilavımı yiyecek, portakalımı sıkacak ve bir film seyredeceğim. Belki önce biraz kitap okurum. Hem yarın da tatil. Vallahi mis gibi.

Dedim ya, severim aslında yılbaşını. Biliyorum sevdiğimi.
Yazmışım çünkü.


(31 Aralık 2013, İstanbul)

Prolog

(Bu bir yazıyı yazmak istemenin yazı yazmasıdır.)

Bugün işe yürürken (evet yürürken) aklıma çesitli fikirler geldi, hiçbiri de bir işe yaramayacaktı ama olsundu.

Ben bu sabah yürüdüğümden daha uzun yürümek istedim ama zamanım yoktu, durup kahve almak, sigara içmek istedim ama zamanım yoktu.

Sanki uzun uzun yürüyecek bir şey olmuş gibi geliyor ama daha önce bana çok gibiler geldiği için pek aldırmıyorum (aldırsam da aldırmıyorum).

Neyse.

Dün patron gelip "arkamdan Londra'ya gelirsen bu sefer gitmem" dedi. Bana dedi. Ben ona "girdiğim her şirketten ayrılıyorsunuz" minvalinde bir şey dediğim için dedi. Hahah. "Kısmet" dedim kendisine. "Daha ne kadar yapabilirim'ini bilmediğim bir işi sürdürmek üzere ülke değiştirmeyi düşünmüyorum yea ben aslında" demedim."Ben onu dedim ama bi' sorun niye dedim... Çünkü herkes gibi teşekkür sıralamak anlamsız geliyor bana" da demedim. Çünkü bazı şeyler denmez, ben korprıt hayatta ilk bunu öğrendim.

Bazı şeyler söylenmemek için var. Bu, hayatın korprıt olmayan kısımları için de geçerli. Basitleştirerek örneklemek gerekirse; "lakin". Kim lakin der ki konuşurken? Lakin, yazılır ancak. Okuyabiliyor ama konuşamıyor olduğunuz diller gibi. Ha, ben lakin derim laf arasında. Ama siz bana bakmayın. Ben hayatta karşılığı olmayan pek çok şey yapıyorum ve bu başka bir yazının konusu, başka bir aşırı acıklı hikaye.

Neyse neyse.

Bugün işe yürürken "validasyon" dedim kendi kendime. Bir kısa film vardı, onu hatırlamaya çalıştım. Yazacağım bir yazı var, onu düşündüm. Geçenlerde bir arkadaşla konuştuğumuz insana ihtiyaç duyma-duymama konusunu başka bir tarafından düşündüm. Dergi editörü olsam şimdi dedim, ya da online içerik editörü filan, validasyon konseptli bir sayı çıkarırdım. Ama ATİKER Sıralı Otogaz Sistemleri için dergi çıkarmıyorsanız validasyon gibi sözcükler kullanmamalısınızdır. O yüzden açıp sözlüğe baktım. "Sağlamlama" imiş bu. Bence bu da olmadı ama... Neyse, bunu dergi editörü ya da online içerik editörü olan düşünecekti artık.

Ve işe yürümenin (evet yürümenin) güzelliğini düşündüm, ve arabam olmamasının özgürlüğünü.
Ve bazı yoksunlukları özlediğimi düşündüm.
Bazılarından da ölesiye nefret ettiğimi (ben ölesiye'yi öylesine kullanmam).

Bu bir şeyleri özlemenin de yazı yazması da aslında ama...
Dur dur, ben şimdilik aldırmıyorum.


(20 Aralık 2013, 1.Levent)

Bu cümlede 'it' neyi ifade eder?


Bir süredir kafamı kurcalayan iki çift şey var, birbirlerinden acilen ve titizlikle ayrılması gereken:

- Basit ile Sıradan aynı anlama gelmez.

- "It's got to be perfect" diyor şarkı. "He's got to be perfect" demiyor. 

Sorusu olan varsa buyursun.


"Sikerler" için alıntı


Varolmamanın Dayanılmaz-

Bu varoluşsal bir kaygı değil ki.
Bilakis.
Varolmamaya karşı fiziksel bir tepki olabilir ancak.

Fakat ben artık konuşmaktan da sıkıldım. (Dün birden içimde Bali gibi bir yere gidip bir tapınakta -tapınmakla, enerjiyle, incik boncukla gelen pozitif düşünceyle alakam olmaksızın- sessizlik yemini etmek isteği belirdi. Kimsenin konuşmanı beklemediği bir yer fikri, şimdiye kadar olduğundan daha çekici göründü gözüme.) "Kalbim kırılıyor" deyince anlatamadığım gibi, "nefesim kesiliyor" demem de bir şey ifade etmedi. Oysa ben açık, hatta belki gereksizcesine açık olduğumu sanıyordum.

Ne anlatayım? Telli Baba'dan benim için tel kesmiş birileri, "naber?" diyene bunu mu söyleyeyim? Kahve falı baktılar bana geçenlerde, zor biri olduğum çıktı, "memnun oldum ben bellatrix, kolay anlaşılmıyormuşum" mu diyeyim?

İlginizi çekecek şeyler anlatmakla ilgilenmiyorum dostlar. Benimle birlikte benim ilgimi çeken şeyler de ilgi çekiciliğini kaybettiğinden, sizinle konuşacak bir şeyimiz kalmadı gibi sanki. Söyledikleriniz beni rahatlatmıyor. Söylediklerinizin hayatta karşılığı yok. Söyledikleriniz -spoiler- yalan -spoiler-.

Ve dışarıda bir hayat devam ediyormuş anlatmayın, ben bunları duyunca sinirleniyorum. Aynı montları giyen, aynı şarkıya aynı anlamı yükleyen, aynı işi yapan, kitapların aynı satırlarının altını çizen, aynı yalnızlığı yaşayan ve en önemlisi, aynı şeyleri yazan ve vaktin birinde yazdıkları vaktin şimdisinde de aynı olan birine ne ifade edebilir ki bunlar?

Aynı randımanda varolmayan birine söyleyecek neyiniz olabilir?

Ben uzun uzun susmak istiyorum. Bunu çoğunuz kaldıramayacaksınız. Bunu hangilerinizin kaldırabileceğini denemek de istemiyorum. (Olsaymış zaten olurmuştu. Benim kuzenim var, ben onun yanında susarım gerekirse. Yarın bir gün "beni ne doktorlar ne mühendisler darladı da ben şeyapmadım, yoksa şeyapsam ohooo" diye anlatırım merak etmeyin. Niyetleriniz için çok teşekkürler. Niyet önemlidir. Best regards.)

Önce whatsapp'lar bozuldu dostlar. Gördüğünüz üzere ben artık pek tutunamıyorum. 
İyisi mi beni kendi halime bırakın.


(8-14 Aralık 2013, İstanbul)

Psikolojik

Kendimi bildim bileli nefes almakla ilgili şöyle ya da böyle bir problemim vardır.

"Nefes alamıyorum" dediğim bir doktor beni muayene ettikten sonra "psikolojik" demişti, "bir sorun görünmüyor." KBB'cilerin geneli gibi konuşkan, esprili bir adamdı. Anlatmıştı uzun uzun neden tekrar ameliyat olmama sıcak bakmadığını; eskiden bir hastası varmış, aynı durumdan şikayetçiymiş ama meğer burnu Bolu Tüneli'ne dönmüşmüş, "hava, her taraf hava"ymış, o kadar ameliyattan sonra artık bir şey kalmamışmış zaten... Hastanın nefes alamama problemi tam da bundan kaynaklanıyormuş aslında: O kadar ameliyattan sonra bir şey kalmamasından. Aldığı nefesin çarpacağı bir yer, bir sinir ucu olacak ki sinyal beyne gitsin.

Hasta elbette ki vücuduna gereken miktarda hava alıyordu.
Bu yaşayamamakla ilgili bir konu değildi.

///

Şimdi ben de nefes alamıyorum diyorum zaman zaman. Nefesim kesiliyor diyorum, mutsuzluktan.
KBB'ciler bakmıyor bana.

Bu da yaşayamamakla ilgili bir konu değil anlaşılan.
Tamamen psikolojik.

Sondan Önce

29 Kasım gecesi bir oyuna gittik; Sondan Sonra. Emre Kınay oynuyor (kendisi hakkında pozitife meyleden bir nötrlüğüm var), Ahu Türkpençe oynuyor (pek sevmem, ama onu pek sevmeme sebeplerim tamamen başka ve daha uzun bir yazının konusu), oyun güzel, biraz "tiyatro oyunu nasıl ilgi çekse" diye hesaplanarak yazılmış hissi veriyor ve alabildiğine Amerikan. İlgililerine duyurulur.

Oyun bitti, alkışlar alkışlar, daha da alkışlar alkışlar, sonra Emre Kınay elini kaldırıp söz istedi seyircilerden. "Bir süredir" dedi, "seyircilerimizle paylaştığımız bir şey var." Bundan sonrasını aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum: Bu oyunun da doğduğu Duru Tiyatro, başka birçok bağımsız tiyatro topluluğu gibi Kültür Bakanlığı tarafından cezalandırılmış. Fonları, harçlıkları, artık her neyse o kesilmiş, demek bu. Sebep? Emre Kınay'ın havada tırnak işareti yaparak vurguladığı şekliyle "genel ahlaka aykırı" oyunlar oynamak. Duru Tiyatro ve onlar gibi 13-14 tiyatro topluluğu cezalı. Ceza almayan diğerlerinin de sözleşmelerinde yeni bir madde var artık: Tü kaka oyunlar oynamama maddesi.

Biliyorlar aslında ne olduğunu. Yayından kalkan, kadrosu tepeden inme değiştirilen dizi oyuncuları da biliyor ne olduğunu. Emre Kınay'ın müstehzi bir gülümsemeyle "ha bir de biz çok GEZİNTİYE çıkıyormuşuz" dediği şey oluyor. (Korku radyasyon gibi yayılmış, her yere, o kadrolaşma dediğimiz bulamacın her noktasına sirayet etmiş. Korkan hayvanlar anlamsızca saldırgan olur. Köpeklerin cüsselerinin küçüldükçe seslerinin daha çok çıkması, gibi.) 

"Genel ahlaka aykırı oyunlar oynuyormuşuz" dedi Emre Kınay, "Ne oynayalım? Mesela Adıyaman'da, 13 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz edip serbest kalan 26 kişiyle ilgili bir oyun yazsak, bu genel ahlaka uygun olur mu?" Alkışlar alkışlar. "Peki, milletin parasını cebe indiren siyasetçilerle ilgili bir oyun oynasak, bu genel ahlaka uygun olur mu?" Alkışlar alkışlar. 

Onları alkışlamayın, onları izlemeye gidin. "Burada boş koltuklar görüyorum, canım sıkılıyor" dedi Kınay (CKM'nin Büyük Salon'unda boş koltuk görmek olağandı bence ama, o daha iyi bilir sonuçta.) "Siz bir gidin, on gelin ki yıldıramayacaklarını anlasınlar." Çünkü onların tek dayanağı seyirciydi. 

Engelli Gazetesi aldınız mı hiç, genelde sadece İstanbul Esenler civarında, sadece görme engelliler için yapılan aktiviteleri anlatır, kör amcalar satar hani metrolarda filan... Saçma mı? Bilmem. Yoksa sokakta genelde bizi durdurmasınlar diye telefonla konuşuyor numarası yaparak yanlarından geçtiğiniz Unicef'ci, Greenpeace'ci, Uluslararası Af Örgütü'cü gençleri hiç dinlediniz mi mesela? Birinin destekçisi olup ayda 20 lira da olsa ayırdınız mı bütçenizden? Gezi'nin ilk gününde başından vurulan Lobna için kampanya düzenleniyor, katkıda bulundunuz mu?

Aslında bunların hiçbirini merak etmiyorum. Hem bana ne diye, hem de bunları saçmasapan ve nafile buluyor olabilirsiniz, diye. Ama bu işte saçma olmayan bir şey var. Bu tiyatro. Bir sanat dalına gönül verip işini yapan insanların "lütfen destekçimiz olun" demek zorunda kalabildiği bir ülkede yaşıyoruz ve onlar bizim için oynuyor, para için oynasalardı bilirlerdi herhalde bir Yılan Hikayesi, bir Bir İstanbul Masalı daha çıkarıvermeyi... 

Yani o içiniz rahatlasın diye yaptığınız şeylerden bir tık daha karlı bu sizin için, herkes kazanıyor. Hem zaten tiyatro tiyatroyu çekiyor. Tiyatroya gittiğimiz gece aldığımız Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi biletleri çekmecemde ay sonunu bekliyor şimdi mesela ve afişine bakarak söyleyebilirim ki olağanüstü derecede genel ahlaka aykırı!


Sondan biraz daha az Önce, Sona epey yaklaşmış bir Öncelikte:

"Gezi"

Tırnak içinde başlığı attım, öyle bakıyorum ekranın suratına.

Yine olmadı. Aslında yapmaya çalıştığım şey, daha önce hiç olmadığım bir ruh halinde karman çorman karaladığım 31.05.2013 anılarını temize çekmekti. Sadece ruhsal bir karışıklık değil çünkü dediğim. Ben bile zorlandım kendi elyazımı okurken.

Sonra da birkaç açıklama yapayım dedim ama şimdi söyleyebileceğim bir şey yok. Her ne olduysa, olması gerekiyordu ama o çocukların, gençlerin ölmüş olması beni mahvediyor. Berkin'in hala uyanmamış olması beni mahvediyor. Behzat Ç'nin film setinde atılan gaz (sis) bombasının görüntüsü bile beni mahvediyor. (Halbuki film o. Ama işte.) İnsanlar nasıl çıkarttılar o kadar kitabı birdenbire, ben şurada iki satır açıklama yazamıyorum çünkü hala gördüğüm, hatırladığım, düşündüğüm her şey beni mahvediyor. NTV Tarih'in basılmayan sayısının kitap yapıldığını gördüğümde gözlerim doldu metroda, ağlamak için eve kadar bekledim de neyse.

Gezi: Bizim bir daha yaşamayacağımız bir kutsal direniş. Böyle bir anlam kaymasının emsali yoktur başka ve bu öyle bir ovaya 1071 tane Alparslan toplayıp, ceplerine 3-5 lira koymakla elde edilebilecek ya da kıyaslanabilecek bir an değil. Biz bilmediğimiz bir şeyi hatırladık. İnsan bilmediğini hatırlar mı? Hatırlıyormuş işte.

"Onlar çatışmıyorlar, var olmak için direniyorlar."
(Behzat Ç.)

Bazen eski günlüklerimi okurken "ben bunu yazdığıma göre hissetmişimdir" diyorum, "nasıl bir şeydi acaba?" Üstünden yeterince zaman geçtiğinde bazı şeyler hiç yaşanmamış gibi geliyor. Bazı duygular. Ben mesela hatırlıyorum 2004 Mayıs'ındaki o çok mutlu olduğum anı. O an gözümün önüne geliyor, ama bir şey hissetmiyorum. Aradan yeterince zaman geçsin, insanın unuttuğu ilk şey hisleri oluyor. Hislerin düşüncesi kalıyor sadece. "Ben aşık olmuştum." Hani, nerde? Yok. Belki de aşık olmamışımdır?
Belki mutlu da olmamışımdır hiç?

Bana sormayın artık ben otorite değilim.

Ne kadar var olabildik bilmiyorum. Var olamadıysak da faturayı Gezi'ye kesmemeli ya. Bir şey için savaşmaya -belki-, kendimden başka bir şey düşünmeye -kesin- ihtiyacım vardı benim. Dört elle Gezi'ye tutundum. En çok ihtiyacım olan şey de belki "onlar dışarıda. onlara bir şey olursa ben zaten sıçmışım." demekti. Diyebilmekti.

Nasıl bir şeydi, bak, yine unuttum.

31.05.2013

31.05.2013

Çok kötü bir şey olacağına dair duyum aldık, birinin annesinin emniyetteki arkadaşından, birinin istihbaratçı babasından.

Bizi Taksim'in dışında tutmak için numara mı, bilmiyorum. Hayatta en az güvendiğim şey, polis. Şey, kişi değil. Kişiliklerini artık kaybettiler.

Öte yandan, evin içinde huzursuz huzursuz volta atıp durmak anlamsız.

Ne olabilir? Ölür müyüm?
Kitle imha silahı mı kullanılır?
Atom bombası mı atılır?
NE OLUR?

Ben ölmekle ilgili bir sorunum yok demedim mi pazartesi kadına?
Evet yok.
Şu an, dostlarım orada, oralarda. Onlar ölürse ben ne yapacağım? Nasıl yaşayacağım kendimle nasıl???
(Kocaman bir soru işareti koy bu tarihe.)

Ailem dışında tutunduğum, geride bıraktığım hiçbir şey yokken ben ölemeyeceksem, kim ölecek? Kim "devlete, polise karşı çıkanlar bir de ambulans mı bekliyor?" diyen Sağlık Bakanı'na "yok lan artık!" diyecek?

Ölmekten korkmayan ben Taksim'de olmazsam, daha layık kim olacak?

Bilmiyorum, bilmiyorum.

Bana bir şey olursa, bu defter Cihan Akıncı'nın olsun.
Yazılarımdan başka (naçizane) hiçbir şeyim yok hayatta, bir çocuğum, kendi kurduğum bir aile, bir ev, araba, tekne, kümes vs.
Tüm maneviyatım dostlarımın olsun.

Ve bana bir şey olursa, kalbimi gerçekten kıran herkesi affedebilmeyi diliyorum.
Bunu hala yapamadım çünkü.

Ha, unutmadan... Bugün veya herhangi bir gün ölürsem, beni Heybeliada'ya, Zeyyat'ın yanına gömün.
Uzun zamandır en çok özlediğim kaybım o.



Bu küçük şişenin içinde Venedik kanallarından aldığım su var. Şimdi ben en az Venedik kadar huzurlu, en az bu martılar kadar özgür bir ülke hayaliyle Taksim'e gidiyorum. Korkuyorum ama gitmezsem daha çok korkacağım. #direngeziparki 



01.06.2013

Dün. Bugün düğünümüz olduğu için kuaföre gittim. "Ne var canım?"cı bir kadınla ağız dalaşına girdim. Sonra boşverdim. Yobazdan daha yobazdı kolsuz, minicik elbisesi ve pembe ojeleriyle. "İyi eğlenceler" dedi kuaför çıkarken. Şöyle bir baktım. "İyi savaşlar" dedi. "Teşekkürler."

Osmanbey metro. İçeri gaz bombası atıldı. Dışarı çıkamadık. Bekledim, Aşağı da attılar. Sonraki metroyla Şişli'ye kaçtım, Osmanbey'e yürümeye başladım. Halaskargazi'den gelen TOMA'yı görüp Cumhuriyet Gazetesi'nin sokağına, oradan arkaya, Bomonti'ye, Kurtuluş'a, Pangaltı'ya, Harbiye'ye. Yolda 20 kadar polisin yanından geçtim. Korkmadım. Hilton'un önünde dostları buldum; Deniz, Bora, Muzo, Cem, vesaire.

Hilton'un bahçesine doğru gaz bombaları atıldı, tepemizde helikopterler, onlara el sallayan bizler. "Sık bakalım, sık bakalım / Biber gazı sık bakalım / Kaskını indir, copunu bırak / Delikanlı kim bakalım" nidalarıyla Lütfi Kırdar'ın önüne doğru sürüklendik. İçeride Miss Turkey vardı. GERİZEKALILAR. Suratımda bir şal, yolumun üstünde gaz maskesi alacak yer yoktu napayım, elimizde Talcid'li sular, her şeyi ne de çabuk öğrendik?

Habitat Parkı'na yukarıdan, caddeden gelen haberler iyi değildi. Arkadaşlar yorgun, ben en son ne zaman bu kadar yürüdüm hatırlamıyorum. Ama garip bir şey var. Bir şey işte. Anlatamam da. Beşiktaş'a yürüdük. Oradan ev. Boğazım ağrıyor hala. Düğün olmasa bugün. Hiçbir şeye benzemeyeceğiz. Hiçbir hakkı teslim edemeyeceğiz. Düğünden sonra tekrar dışarı çıkacağız en fazla. Tekrar. Fıskiye gibi. Devr-i daim.

Bazı sokaklar o kadar sakindi ki dün ben yürürken. Kurtuluş. Önünden geçtiğim Huzur APT.ları saydım. Bunlar bu kadar çok muydular? Huzur diledim sonra. Ve rüzgar. Aşağıdan yukarı, hani karda olur ya bazen, biber gazını dağıtacak rüzgar. "Allahım lütfen" dedim. Allah'a da yalvarıyorsun. Ne fark eder? Ne varsa. Elinden, içinden ne geliyorsa.

Beşiktaş'ta rakı masaları kurulmuştu biz indiğimizde. Eğlenen insanlar. Ne garip. Ahmet Kaya çalıyordu, o da garip.

"aydınlansın diye şu kirli yüzler / biz durmadan savaşırdık"
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!